Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

"Karanlık Gece, bugünün Türkiye'sinin hikâyesi aslında"

Kendisini yıllardır takip ediyorum ve her filmini heyecanla bekliyorum. Önemli bir meselenin içinde insanı anlatışı, bireyin ve toplumun hafızasını çıkış noktası yapması ve unutturmamak, hatırlamak, hatırlatmak üzerine derin bir sorgulamaya yol açması açısından, kendisi çok değerli bir sinemacı. Kendimizi sıkışmış ve ötekileştirilmiş hissettiğimiz bir dönemde Özcan Alper öyle bir hikâye anlatmış ki, içinde bütün meseleleri buluyorsunuz, kendinizle ve toplumla yüzleşmeler yaşıyorsunuz. ‘Karanlık Gece’ insana toplumsal olarak yüklenen bütün ağır yükleri dert edinmiş... Sizi alıyor, allak bullak ediyor ve sert bir tokat atıyor. Kendinizi, vicdanınızı yoklarken buluyorsunuz ve insan olabilme yetinizi tekrar kazanmak için elinizden ne gelirse yapmaya karar veriyorsunuz. Karanlık bir kuyunun içinde de kalsanız mutlaka bir umut ışığı görebileceğinizin inancı parlıyor gözlerinizde. Filmi izledikten sonra siz aynı kişi değilsiniz artık! Özcan Alper’in yeni filmi ‘Karanlık Gece’ festival yolculuklarının ardından, aldığı ödüllerle birlikte şimdi seyircisini ödüllendirmek için vizyonda. Tam da bu dönemde izlemeniz gereken çok özel ve önemli bir film ‘Karanlık Gece’! Özcan Alper ile içinde bulunduğumuz durumu, yaşadıklarımız, insan, doğa ve daha pek çok mesele etrafında dolaşarak filmi konuştuk. Röportajımızı okuduktan sonra sinemaya gidin, ‘Karanlık Gece’yi izleyin ve filmden çıktıktan sonra da gelecek aydınlık gecelerin hayalini kurun. Herkese umutlu, mutlu ve aydınlık zamanlar dileriz.

‘Karanlık Gece’nin çıkış noktası ne oldu, hikâye nasıl ortaya çıktı ve ne zaman üzerinde çalışmaya başladın?

2015 sonunda hikâye üzerine çalışmaya başladım. Siyasal iktidarın ülkede kendi varlığını sürdürmek için aslında her şeyi yapabilme, gerektiğinde kişisel linç meselesini örgütlü linçe dönüştürme potansiyelini gördüm. Açıkçası sadece kişisel bir grubun değil, aynı zamanda sistemin böyle bir linç rejimine doğru gittiğini ve toplumu böylesi bir ruh haline doğru sürüklediğini görmeye başladım. Ve bu konunun üzerine düşünmeye başladım.

TOPLUMSAL LİNÇ POTANSİYELİ

Peki kafaya taktığın meselelerde en çok ne canını acıttı ya da tetikledi?

İnsanın hayatı, bilmediği bir zamanda karanlığa dönüşebiliyor, bu gece ise daha da karanlık her şey, her anlamda. Filmin ismi de o yüzden ‘Karanlık Gece’ Bir gece sadece kartopu oynarken ve ortada gerçekten politik bir şey yokken bir insanın ölmesi, karanlıkta kaybolmak demek. Gazeteci Nuh Köklü bu şekilde öldürüldü. Cenazesi memleketine gönderilmeden önce karla karışık yağmurlu bir akşamdı ve o an şunu düşündüm; burası nasıl bir ülke? Hiçbir şeyin yok! Sadece çocuk gibi bir şeyden mutlu olmak isterken, hiç tanımadığın biri tarafından bıçaklanarak öldürülüyorsun... Düşünsene, inanılmaz ve büyük bir acı. Hiç kimsenin hayatının garanti olmadığını düşünüyorsun böyle bir toplumda ve sorgulamaya başlıyorsun. Herkesin sana karşı bir tehlikeye dönüştüğünü görüyorsun. Sonra o dönem sıkça başka hikâyeler duymaya başladım, kadın arkadaşlarımdan özellikle taksiye bindiklerinde yaşadıkları durumlar var ve neredeyse döverek indiriliyorlar taksiden. Sonrası Şikâyet etme mekanizmaları ise maalesef çalışmıyor. Örnekler çoğaltılabilir ama bir bütün olarak toplumun böyle bir potansiyel linçini görüyorsun. Sen şucusun, sen bucusun diyerek ötekileştiriliyorsun. Ülkenin ruh hali sana her yerde gerilim hissettiriyor. Bu olaylar sizin de dünyanızı fazlasıyla etkiliyor. Bu düşüncelerle yola çıkarak yazmaya başladım. Zor ve katmanlı bir hikâyenin içinde buldum kendimi. Buradan hareketle psikolog-antropolog yazar arkadaşlarım Bülent Usta ile kafamdaki fikirleri tartıştım uzun süre. Sonrasında ise yazmaya karar verdim.

SİYASAL ATMOSFERDEN ÖRNEKLER

Hikâyenin zor ve katmanlı oluşundan dolayı mı bir edebiyatçıyla çalışma kararı aldın?

Aslında daha önce de edebiyatçılarla çalıştım. Bu proje için aklıma gelen Murat Uyurkulak hem sevdiğim bir edebiyatçıydı, hem de ele aldığım konuyu edebiyatına ve dünyasına yakın gördüm. Sancılı ve zor bir süreç geçirdik birlikte çünkü hikâyenin kendisi üzülerek ilerleyen bir meseleydi. Ülkedeki siyasal atmosferi belirleyen bir durumun içinde aldığınız örnekler var ve biriyle tartışıyorsunuz, aslında yazmak biraz da bazen öyle oluyor. Fikrin ortaya çıkmasından ziyade gelişmesi büyük bir mesele, hatta en büyük meselelerden biri bu oluyor. 2016 yılında başladık çalışmaya ve neredeyse 2 yılı buldu senaryonun çıkması diyebilirim. İnanılmaz bir deneyimdi bizim için. Bir film senaryosu olsa da edebiyattan, hukuktan, sosyolojiden ve felsefiden pek çok disipline doğru yaptığımız katmanlı bir yolculuktu. Film bittikten sonra gönlüm rahat bir şekilde “İyi ki Murat ile çalışmışım” diyorum.

Senin için çok uzun ve zor bir süreç olmalı. Çünkü insan dışarıdan bakınca; ‘Zaten unutmak istediğimiz meseleler bunlar üstelik filmini de yapmak delilik' diyebiliyor.

Film çekmek ve özellikle yazmak aynen şizofrenlik bir durum aslında. Hayat akıyor ve bu hayatın içinde neredeyse bir film için 5 yılın gidiyor özellikle böyle sanat filmlerinde. Yazmak, sonrası para bulmak, çekmek 5 yılı bulabiliyor. Böyle baktığında da ‘Kaç tane 5 yılım var bu hayatta?’ diyebilirsin, ama dert etmediğin müddetçe uzun zaman ayıramayınca olacak işler değil.

KÖTÜLÜĞÜN EN OLAMAZ DEDİĞİMİZ DİP NOKTASI

Tam da bu noktadan yola çıkarak bir şeyi dert ediniyorsun, filmini yapıyorsun peki ne kadar anlaşıldığını düşünüyorsun? Mesela deprem hepimizin derdi oldu ama belirli bir süre sonra ateş düştüğü yeri yakıyor ve o dert olmaktan çıkıyor insanların hayatında…  

Türkiye sinemasına baktığımızda seyirci niteliği ve kitleselliği sorunsal teşkil ediyor. Yaptığımız filmlerin seyirciye ulaşması zor olabiliyor ve bazı filmlerimiz çok sonradan fark edilebiliyor. Türkiye’de sinema için oluşturulmuş bir kültür politikası yok. Bu yüzden de sorunlar var. Ben kendi yaptığım filmlere baktığımda evet en azından belirli sayıda iyi bir izleyiciye ulaşabildiğimi ve anlaşıldığımı düşünüyorum. ‘Karanlık Gece’nin bazı illerde ve sinemalarda söyleşilerini gerçekleştirdik, gördüm ki seyirci bu filmi tartışmak ve konuşmak istiyor. Gösterimler geç saatte bitiyor ardındaki söyleşilere kalıyorlar ve gecenin 12’sinde sorular soruyorlar. Sinema sanatının yapabileceği etki de bu olabilir zaten ve ben de bu noktada anlaşıldığımı düşünüyorum. Deprem örneği verdin, biz aslında kötülüğün en olamaz dediği dip noktayı depremde gördük. Onların yaşadığı acıyı ve sonrasında mevcut iktidarın ve kurumların bu süreçteki tavırlarını gördük. En somutu Kızılay örneği. İnsanlar ölürken, liyakatsizlikten yardımların geç ulaşmasına tanık olduk. Bu deprem bize bir kez daha gösterdi ki toplumsal olarak büyük bir çürümenin içindeyiz ve artık toplumun vicdanı bırakın, utanma duygusunun kaybedildiğini gördük. Özellikle siyasal iktidar tarafında bu kadarı da olmaz dediğimiz her şey oldu.

Kötülüğün değer bulduğu ve meşrulaştırıldığı bir şey var ortada.

Bir toplum için işte bu noktada sanat ya da filmler ya da kitaplar ne yapabilir sorusunda belki bir toplum için kaybettiğimiz utanma duygusunu, vicdanımızı geri getirebilir. Filmi izleyen, kitap okuyan kişiler en azından bu konular üzerine konuşan, tartışan birileri olabilir, zaten yapabileceğimiz şey de bu. Ama tek başına bu yeter mi? Türkiye gibi ülkelerde yetmez! Bu kötülük hikâyesini aslında Türkiye’de esas seyircisine, gençlere ulaşsa çok daha farklı bir kültürel atmosfer oluşabileceğini düşünüyorum. Hep birlikte filmde de yapmak istediğim ve sorgulamak istediğim sorunsallardan biri bu; ne oldu da kötülük bu kadar yaygınlaştı? Gündelik hayatımızın her yerine nüfus etti? Özelikle son yıllarda artık her durumda ayyuka çıkan bu durum ne?  Ama biliyoruz ki meselenin başka kökleri de var ve bu sorgulamaların yüzleşerek yapılması gerekiyor. İnsanı, güzelleştiren, iyileştiren ve eğiten her şey yok edildi bu ülkede. Mesela Köy Enstitüleri diye bir oluşum vardı bu topraklarda. Şimdi yok, neden yok? Kültür ve sanatla tanışan herkesin çok daha farklı biri olabileceğini düşünüyorum. Filmde aslında böyle bir ipucu da var; neden diğer herkes değil de İshak Ali’yle ilişki kuruyor. Çünkü aslında öyle ya da böyle İshak’ın müzikle bir ilişkisi var. Neşet Ertaş ya da Hacı Taşan çalan ve dinleyen bir adam ırkçı olamaz, çok basit aslında. Âşık Veysel, Neşet Ertaş çalan söyleyen bir genç ötekinden ayrışacak zaten. Öyle ya da böyle müzikle, sanatla, kültürle tanışan birinin bambaşka refleksleri olacak. O yüzden de filmlerimde edindiğim dert belki insanların hayatında bir etki bırakır. Ben sinemacı olarak filmlerimle bunu yapabilirim ama bu her alanda ciddi bir kültür politikasına dönüşmeli. Sadece kötülük değil, iyi, güzel ve hakikati arayan sanat konuşulmalı artık! Bugün için değil ama gelecekte belki başka kapılar açabilir.

TERAZİYİ İYİDEN TARAFA BASKILAYABİLİRİZ

Bir ‘Karanlık Gece’ insanın hayatını tamamen değiştirebiliyor. Ama asıl olan aslında insanın içi karanlıksa durumu ve meselesi.

Kötülük ve karanlık meselesi insanoğlunun yaradılışından beri binlerce yıldır tartışılan bir mesele. Felsefede, mitolojide çokça örneklerini görüyoruz. Dinlerin, siyasetin her şeyin konusu oldu. Yer yer neredeyse bütün edebiyatta görüyoruz. Dostoyevski’ye bakarsak neredeyse Karamozov Kardeşler romanına kadar bunun üzerine kurulu yazdıkları. Bu anlamda Habil ve Kabil meselesini en başa koyabiliriz. Düşünsene kardeşini öldürmeyi… En nihayetinde insanın içinde bu var. Tuhaf gelse de bize insanın içinde iyi kadar kötü de var. Bütün mesele zaten bu aslında; biz de sanatla ya da başka başka şeylerle belki dinle yada siyaset ile hep iyi olmak için çabalıyoruz. En nihayetinde şunu yapabiliriz, kendimizden de düşünürsek biz de, mutlak iyi ya da mutlak kötü değiliz ama içimizdeki teraziyi iyiden tarafa baskılayabiliriz. Bütün meselede bu insan olmak gayreti! İnsanın mücadelesi bu.

Sistem insanın iyi olmasına izin vermiyor diyebilir miyiz?

Evde, okulda, sokakta, askerde, işyerinde sürekli bir baba ve erkeklik kodları ile yetiştiriliyoruz. Diğer taraftan sürekli bir ötekileştirme ve ayrıştırma politikalarına tabi tutuluyoruz. Başka türlü yetiştiriliyorsun. Sana çocukluğundan itibaren, erdemli olmak, hakikatin peşine düşmekle ilgili şeyler öğretilmiyor. En başta eğitim sisteminin içinde bile böyle bir anlayış yok ki! Oysa eğitimin ne denli önemli olduğunu biliyoruz.

EN KARANLIK GECEN HANGİSİ?

‘Karanlık Gece’ suça ortak olan bir bireyin vicdan azabıyla hayatının değişimindeki yolculuğu… İshak iyi olmak istiyor, vicdan ve adalet arayışı içinde kalıyor. Karakterinin içinde kaldığı durum seni nasıl etkiledi?

Hikâyede sadece mağdurun tarafında kalabilirdik ama hikâyeyi kurarken mağdurla beraber mağduriyeti yaratan biraz failin tarafına da geçmek istedim. Çünkü bu toplumu biraz galiba deşelemek, toplumdaki bu kötülük meselesini irdelemek içindi. Hep söylediğimiz bir şey var ya toplumun genlerine mi işledi bu kötülük neden, ne oldu meselesini sorarak yola çıktığımız için doğal olarak sadece mağduru değil aslında failin tarafından mağdurun tarafına geçmek gibi bir şey yapmak istedik. Öyle olunca tabii İshak bizim için Ali’den daha çok ana karakter gibi oldu senaryoyu geliştirirken. Orada da bizim işte karşımızda gördüğümüz, yani ne oluyor da öyle birine dönüşüyor meselesini o prototipi anlamak gerekiyordu ama burada tabii çok bıçak sırtı bir durum da var. Yani kendimiz daha çok mağdurun tarafındayken faili de karikatürize etmeden böyle sadece siyah ve beyaz anlatmamak çok zor bir şeydi. Senaryonun zorluklarından biri de oydu aslında. O yüzden onun değişimini de film içerisindeki bu utanç duygusuyla sonra vicdan yarasının kapanmaması ve sonra oradan da aslında adalet arayışına başlaması, bu adalet arayışında yine kendisini de yeniden o kuyunun dibinde bulması. Aslında bu, büyük köşeli anlatımlarda olabilirdi, ama öyle yapmadık. Senaryoda olan en zorlandığımız şey bu küçük adımlar değişimler oldu. Zaten böyle küçük küçük gerçekten gündelik hayatımıza sirayet etmiş o meseleler gibi bakmaya çalıştık, Murat ile en çok uğraştığımız şey bu oldu. İshak’ın değişimini küçük küçük şeylerle yarattık tıpkı hayattaki gibi, büyük cümleler büyük değişimlerle değil. Artık kasabaya geldiği an aslında daha önce bitiremediği kendi içsel meselesine,  yavaş yavaş çarpa çarpa finale gitsin istedik. Bu yüzden de karakteri işlemek zordu aslında. Dostoyevski’nin şöyle bir cümlesi var; “Karakterler sizin kuklalarınız değildir” der, bir süre sonra sizden çıkar, bağımsız bir kişiye dönüşür. O yüzden gerçek hayatta ki insanlardan daha gerçekçi olurlar. Bu öngörülerle karakterleri kurmaya çalıştık esasen. Bu hikâye Türkiye’nin herhangi bir taşrasında geçiyor ama dünyanın her hangi bir yerinde geçebilecek bir meseleyi, kötülük meselesini anlatıyor. Herkesin, hepimizin öyle ya da böyle bir karanlık gecesi vardır diye yola çıktık. Ve dünyanın neresinde olursa olsun bu soruyu sorabilirsiniz “Senin en karanlık gecen hangi gece?” Biz sadece hikâyenin doğa ile ilişkisi ve Doğa insan tahakkümü nedeniyle mekân olarak taşrayı seçtik sadece.

Senin hikâyelerinde karakterler kişisel hafızasında bir yolculuğa çıkıyor. Bu filmde de karakter daha çok kendiyle ama ne kadar iyileşmek, ne kadar değişmek istese bile olay topluma bağlanıyor. … Belki kişisel hafızlarımızı yitirmeseydik, toplumsal hafızamız da daha güçlü olur muydu veya başka türlü yaşayabilir miydik?

Kişisel olarak ne kadar sorunlarımızı konuşur ya da kendimiz, ailemiz ve çevremizle hesaplaşabilirsek bir o kadar da toplumsal hafızamızda konuşmadığımız meseleleri de su yüzüne çıkarabiliyorsak, esasen çok basit bir denklem ya da durum bu diyebiliriz. Eğer kişisel olarak bir psikolog ya da psikiyatriste gittiğinizde nasıl, konuştukça kendi kişisel tarihinize,  çocukluğunuza dönmeniz normal ise, toplum olarak da üstünü örttüğümüz meselelerle yüzleştikçe toplumsal hafızamız başka türlü oluşacaktır doğal olarak. Biz yeterince özgür bireyler olmak istesek de bazen toplum ne kadar özgürse biz de o kadar özgürleşebiliyoruz. Bu toplumun Tin’inden çok da bağımsız kişiler değiliz maalesef.

BİR KİŞİ KONUŞURSA HEPİMİZ YANARIZ KORKUSU

Filmde geçen cümleden hareketle; ‘“Kimse ağzını açmayacak, bir kişi konuşursa hepimiz yanarız” sus diyerek suça ortak olmak ve üzerini örtmek için İshak’a baskı yapılıyor. Sanki insanlar arasında saklı bir sözleşme var ve herkes onu uyguluyor gibi toplumda. Yani kişiler arasında durumlara göre değişen böyle saklı sözleşmeler var. İnsanı kötülüğe götüren yol da bu! Ama işte İshak gibi iyi insanlarda vicdan olduğu için başka bir şeye ama onun için yaşarken sancılı bir duruma dönüşüyor. 

Suçun üzerini örtmek… Son beş yılda üzerini örttüğümüz suçları düşünelim, ilk aklıma gelenleri söyleyeyim. Rabia Naz olayını düşünün bir kız çocuğu, belli öldürüldü ama öldürüldükten sonra suçun üzerinin örtülme sürecini biliyoruz. Çünkü biliyoruz ki birilerine dokunduğu için herkes üzerini örtmeye çalışıyor. Adalet arayan babasının durumunu düşünsenize, evlat acısı bu, nasıl dayanılır? O hakikati ortaya çıkarmaya çalışıyor, birileri de kapatmaya çalışıyor. Burada örgütlü bir kötülük var. Nerede adalet ve hukuk? Antalya’da ki çevreci Büyüknohutçu çifti, yaşadıkları vadiyi, doğayı korumak istedikleri için öldürüldü. Düşünsenize suçunuz bulunduğunuz yaşadığınız doğayı korumak! Bunu için mücadele veriyorsun ve cinayete kurban gidiyorsun. Şenyaşar Ailesi meselesi şehrin göbeğinde, dağ başında değil, hastanede korkunç şekilde bir aile yok edildi ve bu kadının adalet arayışını düşünün ve her yer kapı duvar. Aynı şekilde Çorlu tren kazasını düşünün. O kadar çok olay var ki böyle. Yazarken bu olaylar hep önümüze çıktı. Bütün bunlara baktığımızda ne var? Burada çökmüş bir hukuk ve adalet sistemi var. Toplumda yeterince başka türlü karşılık bulmadığı için bu adalet arayışlarının bir türlü sonuca varmadığını görüyoruz. O yüzden filmdeki hikâyeyi sadece o kasabada yaşanan bir hikâye olarak görmüyorum. Aslında bu ülkenin prototipi gibi geliyor. Çok enteresan bir şey söyleyeyim... Filmdeki Muhtar karakteri “Git buralardan, senin dayın da cinliydi. Mal mülk biraz tatile çık” diyordu. Kılıçdaroğlu’nun yaşadığı linç olayını kanımız donarak ve ne olacak korkusuyla izledik. Düşünsenize ana muhalefet liderine bunu yapabiliyorlar. Bu olaydan sonra Devlet Bahçeli de çıkıp aynı bizim Muhtar karakterinin kurduğu cümleleri kurabiliyor. Murat ile diyoruz ki; Muhtarın cümleleriydi bunlar, kurmaca bir şey yaptığımızı zannediyoruz ama bir ülkede yaşananlar maalesef kurmacanın çok önüne geçiyor. Bu olaydan çok önce yazmıştık bu sahneyi oysa ki.

Film karamsar ve mutsuz bitiyor ama bir taraftan da küçük de olsa bir umut ışığı görüyoruz.

Ben orada şunu görüyorum; İshak’ın bütün bu kötülük karşısında ısrarla inatla adalet arayışı, büyük umut bu bence bu ülke için. İshak’ın tekrardan başa dönüşü… Çok umutsuz gelmiyor bana. Tam tersine onun karşı koyması, onun bu adalet arayışına girmesi, bana en büyük umut gibi geliyor.

GEZİ BİR UMUT

Sonu kötü oluyor ama İshak bize bir şey anlatarak gidiyor ve ışığa bakmamızı da gösteriyor aslında. Sonra soyu tükenmekte olan bir hayvanı koruma mücadelesi veren Ali var. Umutla mücadeleyi gösteriyor bu karakterler bize.

Özellikle Türkiye gibi yoğun politik gündemleri olan ülkelerde, ekonomik ve siyasal meseleler içerisinde boğulmuş insan topluluklarının gündemleri hep bu temelde oluyor. Ve asıl meseleleri kaçırıyoruz ve bir yerde doğa bize bunu gösteriyor esasen. Her şeyi çok fazla insan merkezli düşünüyoruz. Ama aslında artık biliyoruz ki böyle değil. Biz bunu gezide öğrendik. Yine biz bunu pandemi sürecinde gördük. Ali'nin aradığı bu hayvanın her şeye rağmen varlığını sürdürmüş olması İshak’ın onu görmesi, Ali’nin hep peşinde olduğu, neredeyse hayatına neden olan durum. Doğa üzerinde kurduğumuz bu tahakküm, yani insanın kendisini doğanın sahibi olarak görmesinden artık yavaş yavaş doğanın hâkimi değil, doğanın bir parçası olduğumuz ya da doğadaki bütün canlılar üzerinde de bu kadar yine başka türlü bir tahakküm kurmamız gerektiğini de bence daha çok konuşmamız gerekiyor. Bu da bence bir umut. Bir yerde umut arıyoruz ve o ışığı görüyoruz. Mücadelelerimizde bedeller de ödesek gemiyi bırakmıyoruz. Gezi süreci büyük bir kırılma noktası. Biz o sürecin, Türkiye'de sadece siyasal olarak değil, Türkiye düşün hayatında çok bambaşka bir kapı araladığını, düşünsel hayatımızda büyük yarılma yarattığını biliyoruz. Hem Gezi hem de Türkiye'deki son yirmi yıldır devam eden çevre mücadeleleri anlamında, artık doğaya sahip çıkan başka bir nesil yetişti, umut bu bence.  

ADALET ARAYIŞI

Evet, umudu korumak gerekiyor ama yine filmde anlattığın bir başka durum da çocuğunu arayan, kemiklerine de olsa evladına kavuşmak isteyen ve deliren bir babanın dramı… Ve daha birçok kimsesizler mezarlığına eklenenler…

Depremde insanlar yakınlarının bedenlerini bile alamadılar, apar topar o alanları temizlediler.

Büyük, kapanmayan yas, ölen birinin mezarının olması meselesi. Yani aylarca konuşulacak mesele. Yas, insan, ölen kişiyi, yakınını ancak toprağa ya da inancın gereği ritüel neyse işte o şekilde onunla vedalaşabildiği an yavaş yavaş tamamlanan ve kapanan bir şey. O acıyla ölümle baş etme çabası aslında bu. Filmde de oğlunu kaybetmiş bir babanın oğlunun cesedini bulmadan oradan ayrılmak istemeyişi ve orada yavaş yavaş doğaya karışması, bir taraftan da aklını yitirmesi çok uzak olduğumuz bir hikâye değil. Cumartesi Annelerinden biliyoruz, onları yıllardır görüyoruz. Sadece çocuklarının akıbetini öğrenmek, bulmak isteyen insanlara bir meydanı bile çok gördü iktidar, o alanı onlara kapatmaya çalışıyor. Film umutsuz değil; bu ülkede her şeye rağmen Cumartesi Anneleri ısrarla adalet aramaya devam ediyorlarsa işte bu umut. Bütün bu ayrıştırma, ötekileştirmeye rağmen neden şimdi bütün herkes Kılıçdaroğlu’nun çevresinde bir araya geldi? Çünkü inatla tüm ötekileştirme, sürekli yayılan nefret söylemi, ayrıştırmaya rağmen “Hayır yan yana durabiliriz” cümlesi ve iradesi aslında esas olan. Toplumu baskı altına alma, tutuklanmalar ve baskılara rağmen, ısrarla süren, adalet arayışları ve yürüyüşleri, bedeller ödense de vazgeçmeden devam ediyor. Yani uzun bir yol var, öyle tepside kimse kimseye sunmuyor aslında aradığımız eşitliği, özgürlüğü, demokrasiyi…

“Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanacağını düşünüyorum”

Bu seçimden umutlu musun?

Bu seçimde ülkedeki bütün bu kutuplaştırma, ayrıştırmaya rağmen, herkesi her şeyi, siyah beyaz gösterme çabasına  rağmen, bütün gri alanların da fark edilmesi bence önemli bir kazanım. Kılıçdaroğlu’nun burada uzun yıllara dayanan bir inadı da söz konusu esasen. İyi ki inat etmiş. Ve gerçekten hiç bir araya gelmez denen toplumun farklı siyasal kesimlerden insanların yan yana gelebilmesi Türkiye toplumu açısından gerçekten ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu anladık sanırım. O yüzden de ben açıkçası toplumda bunun karşılık bulacağını düşünüyorum. O yüzden çok açık ara 9-10 puan farkla Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanacağını düşünüyorum.

Filme bir eleştirim olacaksa kadın karakterlere olur. Etki güçleri yüksek değildi ve silik kalmışlar. Nasıl konumlandırdınız kadın karakterleri? Ve işlevleri neydi?

Erkeklik, erillik ve kötülük hikâyesi olduğu için erkeklerin önde olması çok doğaldı. Sibel Kekilli’nin oynadığı daha yan karakter gibi ama babadan dolayı hikâyede öyleydi. Sonuçta Almanya’da yaşayıp gelen biriydi. Rol daha da büyüyebilir miydi? Evet ben de filmi bugün izlediğimde ve ilk izlediğimde “Olabilirdi” diyorum. Pınar Deniz’in oynadığı Sultan’la ilgili ise biz hep şöyle düşündük; kasabadaki diğer esas kurbanlardan biri de Sultan, yetim, kendini bulmaya çalışan ve oradan kurtulmaya çalışan bir genç kadın. Bunun tek yolu da aslında üniversiteyi kazanarak ya da kendi ayakları üzerinde duracağı bir mesleğinin olması. Kendisine çıkış yolu bulmaya çalışıyor, o kasabada sıkışıp kalmış. O yüzden ilk başa dönersek, büyük büyük meseleler ile küçük meseleler, kıskançlıklar, haset duygusunu vermek istedik. Ama Sultan’ın rolü İshak’a yardım etme anlamında kilitti ve önemliydi. Aslında şunu diyebiliriz; belki biz de iki erkek yazar olarak biraz kaçırmış olabiliriz o kısmı eleştirin doğru olabilir. Bizim de öz eleştirimiz olsun bu. Belki Sultan karakterini bir tık daha değiştirip farklılaştırabilirdik. Evet, acaba biraz daha başka bir şeye dönüştürülebilir miydi bu yaşadıklarını? Olabilirdi, olmaz demiyorum

Kadın kurtarıcıdır, iyileştirendir…

Aynen haklısın. Son 10 yıldır bütün bu konuştuklarımız çerçevesinde, yaşam biçimine müdahale etme, erkek, eril, tek tip iktidar kurmaya karşı duran, hayatın her alanında, sokakta aslında hep kadınlar, feminist kadın hareketi vardı Türkiye’de, bunu biliyoruz. Gerektiğinde sokakları bırakmayan, kendi yaşam biçimlerinden taviz vermeyen ve bize bunu en iyi öğreten onlar oldu.

'Sonbahar' filmi 15 yıl aranın ardından Başka Sinema kapsamında 10 Mayıs Çarşamba günü 30 sinemada gösterilecek.

UNUTTURMAYA KARŞI

Sen küçük küçük insanları kendi halinde insanları çok katmanlı veriyorsun aslında temel dertleri kendileriyle. Kendi hafızalarıyla toplum hafızasında gidip geliyorlar.  Filmografine baktığım zaman ‘Karanlık Gece’nin yeri ne olacak?

İlk filmimden beri hafıza ortak bir tema. Kişisel olanla, toplumsal olanın, kişisel hafızaların toplumsal hafızalarımızdaki olaylarla kesişmesi hep olan. Bu hikayeleri anlatırken bir yere doğru çekilmekten çok tam tersine bir unutturmamaya karşı hafıza yaratma peşindeyim. Kendimce filmlerimde ne kadar başarılı oluyor bilmiyorum ama hatırlatma yapmaya çalışıyorum, hep yapmaya çalıştım bu bir yandan. Ama hep sinemanın kendi olanakları, sinema estetiğinin içinde kalarak, bunu bir propaganda ya da kendi siyasal düşüncelerimin bir dayatması olarak asla bakmadan... Sinema yolcuğumda o ya da bu filmimi ayırmam zor. Böyle bir şey yok. Her filmin benim için başka bir önemi ve değeri var. Ama filmlerimiz de  en nihayetinde bir süre sonra bizim dışımızda kalıyorlar. Bir süre sonra asıl izleyici, okuyucu, eleştirmen ya da neyse herkes tarafından alınıp ve değerlendiriliyor. Yani artık tamamen bizden çıkmış oluyorlar. Ama ilk filmimden beri, anlatmak istediğim bir dert var ama öyle kolay değil. Yani azgın bir nehrin kenarındasın, çıkacağın yolculuk böyle bir şey; kıyıda durayım ve biraz bekleyim demekle çıkılmıyor o yolculuğa. Her defasında o nehre atlayarak ama onu da gerçekten kendi içerisinde bir değişim ve dönüşüm olarak da yaşayarak ilerliyorsun. Bütün anlattığım bu meselelerle ilgili tabii ki şimdi şöyle ki ‘Karanlık Gece’ için konuşursam; insan evet bir yolculuğa çıkıyor, zaman geçiyor, yaş ilerliyor, kendi içerisinde deneyimleriniz farklılaşıyor. Yaptığınız filmlere göre dördüncü beşinci filminizi yapsanız da istediğiniz imkanların sunulduğu bir yer değil Türkiye, her filmde başa dönüp daha da geri bir yerden başlıyorsunuz tuhaf bir şekilde. Her filmde neredeyse aşağı doğru çekiliyorsun, her anlamda tuhaf bir haset duygusu olan bir ülke. Sürekli böyle bir aşağı çekilme, sizi aşağı doğru çekmeye çalışma olabiliyor. Ekonomik olarak film yapmak zaten gittikçe zor oldu. Karanlık Gece’nin sizin söylediğiniz gibi, daha farklı algılanması güzel bir şey. Ama ben şöyle bakıyorum yani her film seyircisi ile buluşsun ama her film bir sonraki filmin daha kolay yapılmasını da sağlasın, bunun yolunu açsın aslında.

‘Karanlık Gece’yi izlediğinde ne hissediyorsun? Ve bu filmi neden izlesinler?

Aslında doğal olarak içerikten dolayı hep kötülük ve linç konuştuk. Ama filmler de hayat gibi. Kahkaha atıyorsun, üzülüyorsun, ağlıyorsun, hüzünleniyorsun. Bu film de böyle aslında. Ben her zaman seyircinin ‘Evet benim de belki karanlık bir gecem vardır' sorusunu sorarak karanlık sinema salonundan çıktığında, herkesle empati kurmayı denemesini, en azından bir gün hiç tanımadığı birisi bile bir kötülüğe uğrarken, onu kendine yapılmış gibi yüreğinde hissetmesini empati kurmasını isterim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi