OTELE DÜŞEN ISKARTA HAYATLAR

OTELE DÜŞEN ISKARTA HAYATLAR
Bugünün hâkim şartlarında ev artık bir gösteriş metaına dönüştürülmeye çalışılmakta. Kültürel alt yapıya haiz olamadan maddi refahın savurganlığıyla bolca pudralanan altın varaklı evler, özellikle sosyal medyada daha...

Bugünün hâkim şartlarında ev artık bir gösteriş metaına dönüştürülmeye çalışılmakta. Kültürel alt yapıya haiz olamadan maddi refahın savurganlığıyla bolca pudralanan altın varaklı evler, özellikle sosyal medyada daha sık karşımıza çıkartılıyor olsa da ev hâlâ pek çoğumuz için geometrik bir yapıdan çok daha fazlası. Peki ama bizi yalnızca gökten inen fırtınalara karşı değil yaşamın taşıdığı fırtınalara karşı da koruyan evin ılık ve korunmuş ortamından nasiplenemeyenleri hiç düşündünüz mü?

Üniversitede okuduğum yıllarda, akşamları eve dönmek çoğu zaman maceralı bir yolculuğa gebe olurdu. Özellikle geç saatlerde araç bulmak, bulduğunda da ne tip yolculara denk geleceğini bilememek ciddi meselelerdi o zamanlar benim için. Gürültülü ve tozlu minibüslerin kirli ve yağlı camlarından dışarıya bakar yol boyu akıp giden görüntünün içinde, ışıkları yanan evleri izlerdim. Akkor lambaların sarılığı, florasanın çiğ maviliği o pencerelerden taşar, taa minibüsün içine kadar ulaşırdı. İçinden soyutlanmak istediğim bu yolculukta o evlerde kimlerin yaşadığını düşünür, türlü senaryolar hayal eder; kiminde çocuk kahkahalarını, kimindeyse ayrı odalara savrulmuş eşlerden geriye kalan televizyonun duvarlara çarpan sesini duyar gibi olurdum. Yıllar sonra  Nurdan Gürbilek’in şu satırlarına denk gelince anladım ki bu hayal oyununda yalnız değilmişim;

                “Evden uzak, yolda olduğumuz zamanlarda, en çok da tren yolculuklarında, tren hava kararırken istasyon boyunca dizilmiş evlerin önünde durduğunda, ışıkları yanan, perdeleri henüz örtülmemiş evlerin içine merakla baktığımızda biz de yaşamışızdır. Dışarıda, karanlıktayızdır; evdeyse ışık vardır. Sofra hazırlanıyordur, yemek yeniyordur, birileri konuşuyordur. Kimseyi göremesek bile televizyonun odayı aydınlatan mavi ışığı evde bir hayatın sürüp gittiğini söyler bize. Dışarıda, yalnız ve karanlıkta olan için evden yayılan ışık, o anda kendisinin yoksun olduğunu düşündüğü her şeyin timsali gibi parıldar. ‘Uyanık kalan evde biri var,’ diyordur ışık; ‘sen orada boş düşler kurarken, burada devam eden bir hayat var.’”

Ev, hem beden hem de ruhtur   

                “Window” isimli tablosunda Ressam İlya Glazunov da benzer bir an’ı işlemiştir. Mavi tonların ağırlıkta olduğu çalışmada bir kış gecesi anlatılır. Bina duvarlarından bankın üzerinde yalnız oturan karaktere kadar resmin oldukça soğuk bir dili vardır. Dışarının yavan ve kaba soğuğuna inat öndeki binanın en üst katında, tek bir pencereden yayılan sarı ışıkla evin sıcaklığı anlatmak istenmiştir belki de. Bankın üzerindeki adamın meçhul bekleyişi yanan lambanın ifade ettiği bekleyişle aynıdır. Perdelerin arasından sızan ışık ama uzak ama yakın, akan bir yaşamın ifadesidir. Mekânın Poetikası isimli kitabında Gaston Bachelard Fransız yazar Henri Bosco’ya vurgu yaparak başka bir bekleyişi şöyle anlatır;

                “...pencerede bir lamba bekler. Onunla birlikte ev de bekler. Lamba, büyük bir bekleyişin işaretidir... Bir tek ışığıyla bile, insancadır ev. Bir insan gibi görür. Geceye açılmış bir gözdür.”

                Yaşadığımız mekanlara farklı bir gözle bakmamızı sağlayan Bachelard aynı kitabında evi şöyle tanımlar;

                “Ev insan yaşamındaki olumsallıkları [contingences] savuşturur, süreklilik yönünde verdiği öğütleri çoğaltır. Ev olmasa, insan dağılmış bir varlık olurdu. Ev insanı gökten inen fırtınalara karşı koruduğu gibi, yaşamdaki fırtınalara karşı da ayakta tutar. Ev hem beden hem de ruhtur. İnsan varlığının ilk dünyasıdır. Aceleci metafiziklerin vazettiği gibi insan ‘dünyaya fırlatılmış’ bir varlık olmaktan önce, evin beşiğine yatırılmış bir varlıktır...Yaşam güzel başlar; evin kucağında kapalı, korunmuş, ılık mı ılık”    

Bir gösteriş metaı olarak ev

Bugünün hâkim şartlarında ev artık bir gösteriş metaına dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Kültürel alt yapıya haiz olamadan maddi refahın savurganlığıyla bolca pudralanan altın varaklı evler, özellikle sosyal medyada daha sık karşımıza çıkartılıyor olsa da ev hâlâ pek çoğumuz için geometrik bir yapıdan çok daha fazlası. Peki ama Bachelard’ın ifadesiyle bizi yalnızca gökten inen fırtınalara karşı değil yaşamın taşıdığı fırtınalara karşı da koruyan evin ılık ve korunmuş ortamından nasiplenemeyenleri hiç düşündünüz mü? Mesela hayatını bir otelin metrekarelik odasına mahkûm edenleri. Burada kastedilen otelin Fransız Antropolog Augé‘nin “yok-mekan” olarak adlandırdığı ve aidiyetsizlik, yersizleşme,  tüketim, haz, tatmin,  geçicilik ve kimliksizliğin hakim olduğu* gösteriş ve tüketim katedrali haline gelen tema otelleri olmadığının altını çizelim. Edebiyatımıza Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli” ile damgasını vuran, son dönemde ise Ayfer Tunç’un “Dünya Ağrısı” kitabı ile bir kez daha hatırladığımız; Anadolu’nun uzak bir köşesindeki taşra otellerinden yahut büyük şehrin kenar mahallelerinde, izbe sokaklarında sıkışıp kalmış, boğulmuş, içinde pek çok öyküyü barındıran köhne, bakımsız, yaşam yorgunu otellerden.

“Otel Odaları”nda kıyıya vuran hayatlar

                Sevinç Yeşiltaş’ın TRT için hazırladığı ve hem yapımcı hem de yönetmenliğini üstlendiği 2007 yapımı “Otel Odaları” tam da bu tür otelleri ve o otellerde sürüp giden yaşamları anlattığı kıymetli bir çalışma. Üç bölümden oluşan belgesel Yeşiltaş’a aynı yıl Ankara Film Festivali “En iyi belgesel” ödülünü de kazandırmıştı. Necip Fazıl’ın bohem bir hayat sürdüğü Paris yıllarında kaleme aldığı “Otel Odaları” şiirinden esinlenerek belgeseli çekmeye karar vermiş Yeşiltaş. Belgesel boyunca “Otele düşmek” deyiminin karşılığını bulduğu insanların öyküsü çıkıyor karşımıza. Eleştirmen Necip Tosun’un tabiriyle “kıyıya vuran hayatlar” bunlar.

                İlk bölümde Yıldız Oteli’ne konuk oluyoruz. İzmir Ödemiş’te bulunan bu tarihi otelin —günümüzde müze olarak kullanılıyor— hikayesi 1927’ye dek uzanıyor. Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Safiye Ayla gibi dev isimlere ev sahipliği yapan otelin belgeselin çekildiği tarihteki sakinlerinden biri de müzisyen Önder Aki. “İnsanların ayıbını örter bu oteller, sırları saklar” diyen Aki evin koruyuculuğuna sığınamamış, yalnızlıkla sırılsıklam ıslanıp köhne bir otelin çatı altına sığınan, günümüzün pek moda tabiriyle tam bir “tutunamayan” o.

                İkinci bölümde hikayesi anlatılan Çamlıpalas Oteli’nin müşterisi Hüseyin Karabüyük üvey baba dayağından bezip 14-15 yaşlarından itibaren dışarıda olduğunu söylüyor. En büyük korkusunun ölümü bir otel odasında karşılamak olduğunu ifade eden Hüseyin’in anlattıkları ne yazık ki pek çoğumuzun üzerinde durmadığı ya da önemsemediği şeyler:

                “1989 senesinde mi ne, bir gün mahalle içinden geçerken bir evden çocuk sesleri geldi. Çocuk sesleri… Kahvaltı yapıyorlar. En üzüldüğüm zaman o zaman oldu. Pek sokak aralarına girmem, çünkü kahvaltı yapan insanlar, çoluk çocuk ailece yani...sende kimse yok. Ya otelde kalıyorsun ya da sokakta kalıyorsun. Moralimi bozmamak, öyle şeyler görmemek için parka bile gitmem çoğu zaman.”

                Belgeselin son bölümü Tokat’ta Emniyet Oteli’ni, Sivas’ta ise Çiçek Oteli’ni anlatıyor. Özellikle Çiçek Oteli müşterilerinden Adnan’ın hikayesi filmlere konu olacak düzeyde. Kaldığı oteller dahil olmak üzere çeşitli mekanlara duvar resimleri yaparak geçimini sağlayan Adnan’ın yaşamı, sevdiği kadın uğruna hapse girip çıktıktan sonra bir daha hiç eskisi gibi olamamış.

Yaşamakla “yaşayıp gitmek” arasında…

                Önder Saki, Hüseyin, Adnan ve belgeselde hayatları anlatılan diğerleri; pek çoğumuzun önünden bile geçmediği, yaşamayacağı, yaşamak istemeyeceği virane, köhne otel odalarında yaşamak ağrısını boyunlarında taşıyan insanlar.  Ahmet İnam’ın tabiriyle pek çoğumuz “yaşamak”la “yaşayıp gitmek” arasında bocalarken onlar her ikisinin de uzağına düşenler. Onlar kapitalist sistemin, Bauman’ın ifadesiyle, ıskartaya çıkarttığı hayatlar. Onlar yanlış hayatın doğru yaşanamayacağının aramızda yaşayıp giden duymadığımız çığlıkları.

                Müşterilerinin kulağına “Aman oturmaya mı geldik buraya” diye fısıldayan bol yıldızlı, bol sıfırlı eğlence tapınağı otellerin yanında, kendi şartlarına uymayanları sistemin “Arıza tipler” damgasıyla damgaladığı insanların sığınağı olan bu otelleri en güzel Enis Batur’un satırlarında bulabiliyoruz;

                “Oteller bana var olma  sıkıntısının,  varoluş  koşulunun amansızca gelip çarpışının en tipik mekânı olarak göründü hep:  Mezarlıklar  ne  kadar kesin, tartışmasız bir son yer imgesi taşıyorsa, otel de,  benim  gözümde,  geçiciliğimizin  o ölçüde kesin bir ara yer imgesini taşıdı ve dayattı: İnsan bir otelde yaşayamaz gibi geldi bana, her ne kadar otelde yaşamayı seçenler, yeğleyenler olduğunu bilsem de, Otel’e ancak ağır ya da acil bir intihar duygusu içinde gelinilir ve yerleşilir düşüncesi içimde yenilmez bir tanım kazanalı yıllar olmuştur.”

                Yazıyı bitirdiğimde zihnimde hâlâ Çamlıpalas Oteli’nin daimî müşterilerinden olan Ali Kemal Ayla’nın sözleri yankılanıyordu. Kolejden mezun olan ve üç dil bilen Ayla ne yazık ki hayatın savurduğu insanlardan. Hayatta en değer verdiği oğlunu bile uzaktan sevmek zorunda kalan biri. Ve sunucunun sorduğu “Bir bedel ödediniz mi? sorusuna verdiği cevap anlamlı;

                “Hayatımla ödüyorum, daha ne ödeyeyim. Bedeli hayatım.”

*Mehmet Baştürk, “Anayurt Oteli”  ve “Dünya Ağrısı”nda Otel (S)İmgesi