BAŞTAN SONA BİR TÜRK DİZİSİ İZLEYECEĞİMİ DÜŞÜNMÜYORSUNUZ HERHALDE!

BAŞTAN SONA BİR TÜRK DİZİSİ İZLEYECEĞİMİ DÜŞÜNMÜYORSUNUZ HERHALDE!
Berkun Oya imzalı “Bir Başkadır” yaklaşık on gün önce gündemimize oturdu. Bu dizi izleme işlerine az buçuk mesafeli olmakla beraber, pek güvendiğim bir dostumun neredeyse baskıya varan bir tavırla yemin billah ettirerek izleyeceğime...

Berkun Oya imzalı “Bir Başkadır” yaklaşık on gün önce gündemimize oturdu. Bu dizi izleme işlerine az buçuk mesafeli olmakla beraber, pek güvendiğim bir dostumun neredeyse baskıya varan bir tavırla yemin billah ettirerek izleyeceğime dair benden söz alması sonucu diziyi izlemeye koyuldum. Kafamı ekrandan kaldırdığımda dizinin sekiz bölümü bitivermiş, bense yüreğimde bir ağırlık, kafamda bir karışıklıkla bulmuştum kendimi, fotoğrafçı yanımsa minimal bir görsel estetikle geçirdiği dakikaların mutluluğunu yaşıyordu.

                Seyrettiklerim hakkında yazma isteği içimde hemen oluştu, elbette önce içselleştirecek, biraz pişirecek, sonra da azıcık soğumaya bırakacaktım. Ben diziden bana kalan tortuyu pişirip soğutadurayım Tayfun Atay Hoca hemen bizim gazeteye (buralara) bir yazı yazmıştı bile. –O hep hızlıdır- Ve ben geçtiğimiz hafta içinde “Bir Başkadır” ile ilgili elli civarı yazıya rastladım ve bunların otuzunu okudum.

                Sonunda kararımı verdim. Bu kadar yazının içinde bir benim yazım eksikti. Bu konuda yazmayacaktım. (Gördüğünüz üzere kararımı uyguluyorum)

                Ama bir türlü huzur bulamıyordum. “Bir Başkadır” aklımdan çıkmıyor, işin ilginç tarafı hergün kendisi hakkında başka birşey düşündürtüyordu. Hızla değişen –ya da çeşitlenen demek daha doğru belki- düşüncelerim hergün okuduğum yazılardan da etkileniyordu elbette. İçimde diziyle ilgili çatışan duygular vardı, bir yanım bir şeyler eksik bu işte diyordu, bir yanım bu kadar büyük hatta alegorik bir öykünün kotarılabilmesine şaşıp kalıyordu, olağandışı oyunculuklar karşısında ağzım açık kalıyordu.

                Ben de akademik metodolojinin güvenli kollarına sığınmaya karar verdim. “Bir Başkadır” hakkında okuduklarımı kendimce sınıflandıracak, grupları temsil eden yazıları çatı olarak kullanarak bir derleme (review) yazacaktım. (Bu yazıları merak eden Sevgili Okur, benim naçizane derlemenin “Kaynaklar” bölümüne bakabilir)

                O halde bu yazı akademik kuralların işine gelenlerini kullanacak ve ardından da bazı yargılara varacak.

                Durduğunuz yer gördüğünüz şeyi değiştirir!

            Her yazı yazarının durduğu yere bir işaret koyar. Yazının dürüst doğasının beklenen sonucudur bu. Ama hakkında yazılan içinde çatışmaları, kutuplaşmaları, keskin sırtlı bıçakları barındırıyorsa o yerin altı daha da çizilir sanki.

                “Bir Başkadır” hakkında okuduklarım içinde övgüler, yergiler, burun kıvırmalar, senaryonun gerçeklikten uzak bulunması, karakterlerin karikatürize edilmiş oldukları ve Türkiye mozaiğinin her katmanıyla temsil edilmediği yönünde eleştiriler, sanat yönetimini abartılı bulanlar, bu öykünün çok benzerlerinin zaten yapıldığı, yapılanın da bir zamanlama sorunu içerdiği, öykünün tıpkı başörtüsü ve onu takanların mağduriyeti meselesi gibi 20 yıl geride kaldığını söyleyenler, o günün başörtüsü mağdurlarınınsa bugünün plaza sakini ve “Cherokee jeep” sahiplerine çoktan dönüşmüş olduğunu ifade edenler, “Böyle Kürt ailesi mi olur?, Bu kız (Gülbin) hiç Kürde benzemiyor!” diyenlerle karşılaştım. Sondan başlayayım.

                Nazan Özcan’ın Bianet’de sosyal bilimci akademisyenlerle dizinin eğrisi doğrusu hakkında yaptığı söyleşide Melek Göregenli konuyla ilgili olarak, “Bu aile hiç Kürt ailesine benzemiyor, bu kadın da Kürde benzemiyor” eleştirisinin başlı başına bir ayrımcılık olduğunu ve kimsenin dizideki diğer ailelerin “Türk ailesine benzeyip benzemediğinin sorgulamadığını” söyleyerek bu konuya son noktayı koyuyor. (Burada kişisel düşüncemi söylemeden geçemeyeceğim, öyküdeki en zayıf nokta Kürtlük meselesinin aktarılışında olabilir, keza “birbirine düşme, düşürülme” hali kör gözüm parmağına şekilde ifade ediliyor)

                Başörtüsü mağduriyetinin üzerinden çok sular aktığı, o günün mağdurlarının bugünün plaza sakinlerine dönüştüğü üzerine yapılan analizler, kendi içinde son 20 yılın AKP’sinin dönüşme ve dönüştürme öyküsü olarak okunabilir.

Ancak dizideki kutuplaşma temasının ve kutupları bir arada tutan aksın sadece inanç ya da inancın dışavurumuyla ilgili değil aynı zamanda sınıfsal bir mesele olduğunu da akıldan çıkarmamak gerek. Başörtülü Meryem’in İstanbul’a çok uzak evinden zorlu ve çamurlu bir yol geçerek ve aslında hiç olmadığı  İstanbul Büyükşehir Belediye’since de açıklanan 24 no’lu otobüse binerek Mecidiyeköy’deki bir rezidansa gitmesi ve bunca uzun yolun aslında rezidans çocuğu “Fucker Sinan” la gerçek hayatta karşılaşma olasılığının düşüklüğüne hatta imkansızlığına ait bir metafor olarak kullanılmış olabileceğini de düşünerek.

E-5’in üzerinde bir “Medeniyet Köprüsü”

                Oysa ki bazen bu kutupların birbirine yaklaşmaşı (teması) için o kadar uzun yollar aşmak gerekmiyor. (Yazıyı bu noktada bir paragraf kadar kişiselleştireceğim izninizle)

                Yaklaşık dört yıl oturduğum Ataköy (kendi irademle değil bir lojman meselesi vasıtasıyla) ve (ikinci bir parantez ve şaşırtıcı bir tesadüf; okumuş Kürt kızı psikiyatrist Gülbin ve hani onun hiç de Kürde benzemedikleri düşünülen ailesinin oturduğu apartmandaydı oturduğum ev) ile Şirinevler’i sadece bir üst geçit birbirinden ayırıyordu. Yurdum insanının pratik zekasıyla ve çok da yerinde olarak “Medeniyet Köprüsü” adını verdiği bu üst geçit akışkan bir yapıyı her daim üstünde barındırır, her iki tarafın da diğer tarafa geçtiği bir Alice Harikalar Diyarı mekanını andırırdı. Bir tarafı lüks siteler ve akıllı binalar ile banka ve plaza çalışanlarına ait görünen Ataköy, diğer tarafta sokaklarda kaçak tütün satılan, internet kafe ve türkü bardan zengin ve her Cuma sokaklara taşan cemaatin namazına tanıklık eden Şirinevler. Her akşam saat yedide üst geçit işportacılara açılır, açılışa beş dakika kala satıcılar köprünün Şirinevler ayağında birazdan daracık köprünün üzerinde yer kapabilmek için başlama düdüğünü bekleyen atletler gibi ellerinde üzerlerine mallarını koyacakları muşambalarla saatlerinin gelmesini beklerlerdi. Ben o üst geçidin üzerinde gelinlik satıldığını gördüm. Fantastik bir portal...!

                Kutupların yanyana gelmesi için bazen o kadar uzun mesafelere de gerek yoktur kısacası.

               Medeniyet Köprüsü (Şirinevler- Ataköy köprüsü) Şirinevler ayağı   Fotoğraf: Kürşad Bayhan

                   Medeniyet Köprüsü (Ataköy- Şirinevler Köprüsü) Panoramik Görünüm

                Tıpkı Meryem’in aslında olmayan 24 no’lu otobüsü gibi, bu kutuplaşmanın sadece inançla değil aynı zamanda sınıfsal olduğunu görmek isteyenlere de 73B Bakırköy-Florya otobüsüyle bir yolculuk yapmalarını öneririm. Florya’daki evlere temizliğe giden kadınlar her sabah sekizi çeyrek geçe binerler bu otobüse, birbirlerini tanırlar, genellikle şoförle de ahbaptırlar, o yüzden sadece toplu taşıma kullananların bildiği klima zulmünden muaftırlar, yazları serin, kışlarıysa uygun sıcaklıkta olmasını saplamak için şoföre arka koltuktan seslenmeleri yeterlidir. Tek sorunları “Ters koltukta oturunca midelerinin bulanmasıdır” Bir yandan dedikodu yaparlar bir yandan da birbirlerine kestaneli pilav ve frambuazlı cheescake tarifi verebilirler.

                Bir diziden çözüm ummak: Kurgu mu gerçek mi?

            “Bir Başkadır”la ilgili önemli eleştirilerden biri de öykünün ve elbette seçilen karakterlerin Türkiye’nin her kesimini temsilde yetersiz kaldığı. Peki ya bir diziden, kurgu bir işten bunu beklemek ne kadar gerçekçi? Ya da yine bir diziye barışma, uzlaştırma gibi büyük anlamlar yüklemek? Bu en iyimser tanıyla “safdillik” olarak değerlendirilebilir mi? Bence evet! Ayrıca sadece sosyal medyada dahi dizinin algılanış şekline bakıp aslında anlattığı kutuplaşmanın varlığına inanmadan edemiyor insan.

                Tabii bir de işin estetik boyutu var ki, bu boyut su götürmez bir başarıya imza atıyor. Seçilen objeler (nazar boncukları, katlanmış birikmiş gazeteler, sürekli kavrulan kıymalar) sonra çokomel ve ambalajı! Hangimiz o ambalajı Meryem gibi kalem arkasıyla düzleştirip kitabımızın arasına koymadık ki?

                Çokomel demişken (Eski bakanımız Berat Albayrak’ın da kulakları çınlasın bu vesileyle) eleştirilerden birinde Meryem’in mutlu sonunun pek de beğenmediği hatta “Tipsiz” dediği Jung’cu Hoca’yla evlenmesinin aslında pek de mutlu bir son olmadığından bahsedilmiş. Bu yoruma katılmadığımı söylemeliyim. Meryem, beğeni veya aşkın gösterilme biçiminin kalpler, çikolatalar, gül demetleri ve balonlar olmadığı bir dünyada yaşıyor. Kahverengi bir çorap, bir çokomel ve elbette yüzüksever Meryem’in çantasının içine atılan yine çokomel formundaki kutunun içinden çıkan yüzük onun gönlündeki mutlu sonu garanti ediyor.

                Yerimiz bitmiş. Toparlama ve “Bir iş kendinden bu kadar söz ettiriyorsa başarılıdır”.  diyerek bitirme zamanı.

İyi Pazarlar

  • Bir Başkadır Bemim Memleketim, Tayfun Atay, Gazete Pencere, Pencere Pazar, 15 Kasım 2020.
  • “Bir Başkadır” Ne Kadar Başka?, Nazan Özcan, Bianet, 21 Kasım 2020
  • “Bir Başkadır” Karşısında Tereddüt İmkanımız, Sevilay Çelenk, Duvar, Kasım 2020
  • Bu dizide tahammül edemediğim iki mesele var arkadaş...Perihan Mağden, T24, 17 Kasım 2020
  • Türkiye genç-yaşlı ayrımı üzerinden bir kuşak kutuplaşmasına gidiyor" Besim Dellaloğlu,