"Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır"
Dile hâkim olmayan, dolayısıyla doğru düşünme yeteneğinden yoksun insanlar kavramların anlamları konusunda kendi zihinlerini kullanamazlar. Kavramların anlamlarına hâkim olamadıkları için başka zihinlerin ortaya attığı anlamlara mahkûm olurlar. Bu mahkûmiyet anlam düzeyinde olduğunda artık o zihinler için yapılacak bir şey kalmamıştır.
Dil felsefesi, insanların dil sayesinde oluşturduğu düşünceleriyle dünyayla kurdukları ilişkiyi inceleyen bir alan. Bu yazının başlığı olarak seçtiğim Wittgenstein’ın sözü de tam bu amaçla söylenmiş. Dil, birbirimizle kurduğumuz iletişimin bir aracı olmanın çok ötesinde, dünyayla kurduğumuz ilişkiyi belirleyen bir olgu. Dilde kullandığımız kelimeler soyuttur. Üstelik dünyada somut karşılığı olsun ya da olmasın onlar soyuttur. Dil bir anlamda bizim dünyayı soyutlama aracımızdır. Soyutlama ise ancak zihnimizle yapabileceğimiz bir eylemdir. Öyleyse baştan aşağıya soyutlama olan dili kullanmak da zihinsel bir faaliyettir. Tam da bu nedenle anlam zihindedir. En azından John Locke böyle söylüyor.
Dil ve Zihin
Bugün zihin üzerine düşündüğümüzde, pek çok filozofun söylediğinin aksine evrende tek bir zihnin varlığından söz etmek pek de kolay değil. Bilim, her ne kadar zihnin sırlarını tam olarak çözememiş olsa da her insanda farklı şekilde işleyen zihinlerin varlığından söz ediyor. Çünkü her bir tikel insanın beyni bir zihin üretiyor. Beyindeki milyarlarca sinirin, belki evrende varolan yıldızların sayısından bile fazla, hesaplanamaz ölçüde bağlantısının (sinaps) oluşturduğu zihni tam anlamıyla çözmek de imkânsız gibi görünüyor. Çünkü az önce söylediklerimizden yola çıkarak, her bir insan beyninin başka bir evren olduğu sonucuna bile ulaşabiliriz. İşte anlam dediğimiz şey bu kadar farklı işleyen milyarlarca evrenin (insan zihni) içinde.
Öyleyse John Locke’un da söylediği gibi anlam öznel olmalı. Yani basitleştirecek olursak her bir kelimenin ifade ettiği anlam her insan için farklıdır. Hatta Locke’a göre aynı kelime aynı insan için bile farklı zamanlarda farklı anlamlar ifade edebilir. Öyleyse neredeyse bir zihin çokluğu kadar bir anlam çokluğu olması gerekmez mi? Bir anlamda aslında birbirimizle sözcükler yoluyla iletişim kuramıyor, anlaşamıyor olmamız gerekmez mi? Öyle ya... Ben masa dediğimde siz sıvı, içilebilen bir şey anlıyorsanız birbirimizi anlamamız pek de mümkün görünmüyor. Oysa öyle değil. Ben masa dediğimde siz de benim gibi üzerine çeşitli nesneleri yerleştirebileceğiniz, üzerinde yemek yiyip çalışabileceğiniz, en az üç ayaklı bir platformdan bahsettiğimi anlıyorsunuz. O an karşımızda olan belirli bir tikel masadan bahsetmesek bile masa derken nasıl bir varlıktan bahsettiğimi anlıyorsunuz. Yani siz ve ben masaya ortak bir anlam yüklüyoruz. Peki bu nasıl oluyor?
Ortak anlam
Locke’a göre hem sizin hem de benim zihinlerimizde masa idesi var ve bu ide olmadan aynı varlığa aynı anlamı yüklememiz imkânsız. Analitik felsefenin kurucularından Gottlob Frege’ye göre ise bu iletişimi mümkün kılan şey zihinlerimizdeki ideler değil, anlamın zihnimizden bağımsız olması. Frege’nin anlamı zihnin dışına taşıması ona göre anlamın öznel değil nesnel olduğu anlamına geliyor. Bir başka deyişle masaya yüklenen anlam Locke için benim zihnimde, yani öznedeyken; Frege’ye göre masanın anlamı masanın kendisinde, yani nesnededir. Locke ya da Frege… Hangi filozofun görüşüne katılıyor olursanız olun, şurası açık ki iletişim kurabilmek, anlaşabilmek için ortak anlamlarda buluşabilmemiz gerekiyor. Bu anlam buluşmasını ya da ortaklığını masa gibi duyularımızla algılayabildiğimiz nesnelerde kurmak kolay. Şimdi gözlerimizi kapatsak ve bir masa hayal etsek… Farklı şekillerde ya da materyallerde yapılmış (yuvarlak, dikdörtgen, ahşap, metal vs.), farklı tasarım anlayışlarıyla imal edilmiş (klasik, modern, demi-klasik vs.) hepimiz benzer işleve sahip, aynı anlam dünyası içinde bir nesnenin imgesini görürüz. Toplumsal problemleri çözmek için bir araya gelmiş insanları kasteden ‘kriz masası’, ya da bir kurumdaki birimi ifade eden mesela ‘kaçakçılık masası’ gibi ekstra soyutlanmış kavramları dışarıda bırakırsak, fizik dünyaya dair geçmiş deneyimlerimiz bizdeki masa anlamını devreye sokar ve üç aşağı beş yukarı benzer bir nesneyi hayal ederiz.
Bu her şey için geçerli mi?
Ancak, fizik dünyanın dışında, insan zihninin ürettiği kavramlara geldiğimizde işler değişmeye başlar. Örneğin adalet, demokrasi, özgürlük gibi şeyler, yani evrende fizikî (maddî) karşılığı olmayan kavramlar hakkında konuşurken ya da yazarken onlara atfettiğimiz anlamlar değişkenlik gösterebilir. Bu tür kavramların konuşulduğu zeminler oldukça kaygandır ve bu bağlamda Locke’un düşüncesi daha geçerliymiş gibi görünür. “Adalet nedir?” sorusuna vereceğimiz cevap “masa nedir?” sorusuna vereceğimiz cevap kadar net ya da Frege’nin deyimiyle nesnel olmaz, olamaz. Peki bu netlik problemi nereden kaynaklanıyor? Aynı dilde ifade ettiğimiz iki kavramdan biri anlam açısından çok daha netken, diğeri neden muğlak kalıyor?
Bana öyle geliyor ki bu problem de diğerleri gibi algılarımızla ve onlardan kaynaklı imgelemlerimizle ilgili. Masa gibi maddi kavramları duyularımızla algılayabildiğimiz ve aşağı yukarı benzer duyulara sahip olduğumuz için herhangi bir masaya baktığımızda çok büyük ihtimalle aynı şeyi görüyoruz. Oysa adalet bakabildiğimiz ve görebildiğimiz bir nesne değil. Öyleyse Frege’ye soralım… Masaya baktığımızda hepimizin zihni ortak bir anlamı algılayabiliyor ve diyelim ki bunun sebebi anlamın zihnimizde değil de masada olması. Peki adaleti ne yapacağız? Fizikî evrende bir karşılığı olmayan, göremediğim, dokunamadığım, duyamadığım bir kavram. Çünkü onu insan, zihniyle düşünerek üretti ve bu üretim sırasında doğada var olan hiçbir maddeyi kullanmadı. Bu yüzden mi farklı zihinler ona farklı anlamlar yükleyebiliyor? Pratikte biri için adil olan eylemin, diğeri için tam tersine adaletsiz olmasının nedeni onun fizik dünyada bir karşılığının olmaması mı? İlk bakışta yukarıda sorduğumuz soruların cevabı ‘evet’ olarak görünüyor. Ancak belli ki bu tür kavramlar masa kadar net algılayabildiğimiz şeyler olmadıkları için açıklanmaya, tanımlanmaya, başka bir deyişle dil aracılığıyla sınırlarının belirlenmesine muhtaç. Aksi takdirde bu tür kavramların anlamları konusunda bir ortaklığa varmamız mümkün görünmüyor.
Bazı kavramlarda ortak anlam kurmak zor!
Peki bu alanda ortak bir anlam zemini oluşturmak ne kadar mümkün? Locke’un da söylediği gibi anlam zihindeyse yani öznelse, özellikle maddi karşılığı olmayan kavramların gündelik hayatta spekülasyona hatta manipülasyona çok daha açık olduğu da su götürmez bir gerçek değil mi? Dilin kendisi olmasa bile dilin kullanılış biçimi işte bu manipülasyonları yapmak için mükemmel bir araç hâline dönüşmüyor mu? Örneğin Platon’un Devlet adlı eserinin birinci kitabında Sokrates’in Sofist filozoflarla yaptığı sohbette Thrasymakhos adalet kavramını şöyle tanımlıyor: “Doğruluk (adalet), güçlünün işine gelendir.” Bu kısa tanım da yeterince net olmadığı ve açıklanmaya muhtaç olduğu için birkaç satır sonra şöyle devam ediyor: “Her yönetim, kanunları işine geldiği gibi koyar. Demokratlık demokratlığa uygun kanunlar, zorbalık zorbalığa uygun kanunlar, ötekiler de öyle. Bu kanunları koyarken kendi işlerine gelen şeylerin, yönetilenler için de doğru olduğunu söylerler; kendi işlerine gelenlerden ayrılanları da kanuna, doğruluğa (adalete) aykırı diye cezalandırırlar.” Thrasymakhos’un bu tanımı ve ardından yaptığı açıklama adalet kavramının olması gereken tanımı değil hiç şüphesiz.
Zaten Sokrates de diyaloğun devamında bunun böyle olmadığını kanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak, Thrasymakhos’un adalet için yaptığı bu tanım bir yönüyle de oldukça gerçekçi. Çünkü olanı tasvir ediyor. Pek çok yetkiyle birlikte, adalet ve benzer kavramların ne anlama geldiğini belirleme yetkisinin de kendilerinde olduğunu düşünen neredeyse her siyasi otorite tam da Thrasymakhos’un dediği gibi davranıyor. Dile hâkim olmayan, dolayısıyla doğru düşünme yeteneğinden yoksun insanlar kavramların anlamları konusunda kendi zihinlerini kullanamazlar. Kavramların anlamlarına hâkim olamadıkları için başka zihinlerin ortaya attığı anlamlara mahkûm olurlar. Bu mahkûmiyet anlam düzeyinde olduğunda artık o zihinler için yapılacak bir şey kalmamıştır. Otorite neye adil diyorsa ona adil demeye, kime terörist diyorsa ona terörist demeye, hangi düzene demokrasi diyorsa ona demokrasi demeye başlar.
Otorite, dil ve anlam
Otorite elindeki kalemi gösterip “bu bir masadır” derse insanlar buna inanmaz (gerçi buna bile inanacak karikatürize insanlar yok değil bizim memlekette). Çünkü onun bir masa olmadığını bilmesi için üzerine düşünmesi gerekmez, fiziki algıları yeterlidir. Ancak otorite, masum insanları sırf kendi istediği gibi düşünmediği için hapse atmaya “adalet” derse, ya da halkın %51’inin tek adam yönetimine evet demesini “demokrasi” diye tanımlarsa, anlamı bükmüş hatta ters yüz etmiş, dili de fena hâlde bozmuş demektir. Dile ve anlama hâkim değilseniz, sağlıklı bir zihin işleyişine, dolayısıyla doğru bir düşünme sistemine sahip olmanız de pek mümkün olmaz. Bu durum sizi başka zihinlere ve o zihinlerin sahibi öznelerin kendi çıkarlarına mahkûm eder.
Bu kavramlarla ilgili yazılmış, çizilmiş külliyatı anlamak için diliniz yetersiz kalırsa, masaya anlam verebilirsiniz ama zihnin ürettiği kavramlara anlam veremezsiniz. Thrasymakhos’un adalet tanımına, siyasi otoritenin demokrasi anlayışına, bir başkasının özgürlük tarifine mahkûm kalırsınız. Ludwig Wittgenstein “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” derken “ne kadar çok kelime bilirsen dünyan da o kadar genişler” sığlığında bir düşünceyi ifade etmiyor. O, bu sözü söylerken aslında dil aracılığıyla dünyayla kurduğumuz ilişkiden bahsediyor. O zaman soralım kendimize… Dilimizi, bir anlamda dünyayla kurduğumuz ilişkiyi kim belirliyor? Kendimiz yani kendi zihnimiz mi yoksa başkalarınınki mi? Cahil ya da sadece kendi çıkarını düşünen siyasetçilerin dilimizi, anlam dünyamızı, dolayısıyla düşüncelerimizi belirlemesine izin verdiğimizde aslında neleri feda ettiğimizin farkında mıyız? Bu sorulara doğru bulacağımız cevaplar bizi şu sonuca kadar götürebilir: Dilim özgürlüğümdür.