OMURGANIZ YOKSA HER YÖNE BAKABİLİRSİNİZ

OMURGANIZ YOKSA HER YÖNE BAKABİLİRSİNİZ
Giderayak ev sahibine zarar vermek için muslukları söküp, duvarlara tentürdiyot döken kötücül kiracı misali, neyi bozsam, neyi ardımda yıkık bıraksam telaşındaki muktediri anlamakta zorlanmıyorum. O yüzdendir ki adrese teslim...

Giderayak ev sahibine zarar vermek için muslukları söküp, duvarlara tentürdiyot döken kötücül kiracı misali, neyi bozsam, neyi ardımda yıkık bıraksam telaşındaki muktediri anlamakta zorlanmıyorum. O yüzdendir ki adrese teslim ilanlar, araştırma görevlisi bile olabilmenin şartının tarif edilmiş bıyık modeline uymaktan geçtiği eskinin köklü üniversitelerinin kadro duyuruları resmi gazetede fink atıyor.

Geçen hafta “Foklorik Vampirler’le ilgili bir yazı yazmaya çalışmıştım. Bu yazı onun devamı olacaktı, ama olamadı. Araya bir acayip akademik konular girdi.

Şunu peşinen söyleyerek başlayayım.

“Beğenmeyen gider, kendi akademisini kurar” lafı yüzüne haykırılmış birinin yazısı bu.

Çocukken, -benim yaşımdakiler hatırlayacaklardır- Günaydın Gazetesi’nin verdiği bir ansiklopedi dizisi vardı, hatırlatayım; ince, 3. hamur kağıttan ama çocuk kafamın içinde kocaman bir dünya bulduğu. Dizinin en çok hatırladığım sayılarıysa “Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi” “Renkli Uzay Ansiklopedisi” ve “Yaşadığımız Dünya”ydı. İşte o ansiklopedilerden birinde örümceklerin avlarını nasıl yakaladıklarını ve nasıl yediklerini okumuştum. Örümcek bir böceği yakaladıktan sonra kendine özel bir teknikle onun “içini boşaltıyor” geride bozulmamış bir kabuk kalıyordu.

Dün gece “apansız” Boğaziçi Üniversite’ne Hukuk ve İletişim Fakülte’sinin kurulduğunu şaşkınlıkla okuduğumda aklıma bu “iç boşaltma” eylemi geldi.

Oysa şoka varan şaşkınlığım halen Ayşe Buğra Hoca ile ilgili yapılan saptamanın içinde debelenmekteydi. Evet evet, kendisi hakkında “Soros’un adeta temsilcisi olan kişinin karısı da aynı şekilde Boğaziçi’nde provokatörlerin içerisinde yer alan bir kadındır” denen Ayşe Buğra’dan bahsediyorum.

Hiç kimse birinin karısı ya da kocası olarak anılmayı hak etmez. Kimlik ne ürettiğiniz, dünyaya nereden baktığınız ve seçimlerinizle oluşur. Ayşe Buğra’nın bilimsel çalışmalarına yapılan toplam atıf 5.756’dır. Bu atıfların 1.459’u “Kocası”nın tutuklandığı Kasım 2017’den sonradır. Buğra’nın i10 indeksi (yazarın en az 10 atıf almış akademik yayın sayısını belirten indeks) 71, h indeksi (akademisyenin nitel ve nicel üretkenliğini birarada ölçen indeks) ise 36’dır.

Birinin karısı ya da kocası olmak bu üretimin içine dahil olmasa gerek.

Ama ne güzel zamanlama, Ayşe Buğra’nın “kocasının” tutukluluğuna devam kararının verildiği ve davasının Gezi davasıyla birleştirildiği şu günler, Boğaziçi gündemiyle örtüşüveriyor, bu cümle de bir taşla iki kuşu hedefliyor.

Prof. Dr. Ayşe Buğra

Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde, bil ki iki yeni fakülte açılmış!

Şu Boğaziçi Üniversitesi’ne “apansız” bir kararla açılı açılıveren Hukuk ve İletişim Fakültesi için “Üniversite senatosunun kararı var mı?” sorusu takılıyor aklıma. Ya da “Üniversitenin herhangi bir senatorünün haberi var mı, bu hayırlara vesile olması dilekleriyle muştulanan iki fakültenin açılma kararından?

Mesela 2547 saylılı Yüksek Öğretim Kanunu’nda da belirtildiği üzere, “Yeni bir fakülte, Yüksekokul, Enstitü, Meslek Yüksekokulu Kurulması ve Bölüm/Program/Anabilim ve Anasanat Dalı açma işlemlerinde belirtilen iş akış süreçlerinin herhangi biri gerçekleşti mi? İlgili akademik birimler tarafından önce zihinsel süreçlerde gerekçelendirilmiş ardından da YÖK kriterlerine uygun olarak hazırlanmış bir açılış dosyası var mı? Varsa bu dosya idari birimlerce maddi eksiklik/hata  yönünden incelenmiş mi? Dosya senatoya gönderilmiş ve orada görüşülmüş mü? Buraya kadar herşey yolundaysa teklif Yükseköğretim Genel Kurulu’nda incelenmiş ve uygun bulunup Bakanlar Kurulu’na gitmiş mi?

Neler saçmalıyorum ben? Biri bana dur desin...

Çocukluk hayali “rektör olmak” olanlar el kaldırsın!

Ne güzeldir çocukluk hayalleri, ne değerlidir. Hele bir de yıllar boyu uğraşılıp, didinilmiş, emekle, terle, canını dişine takarak varılmışsa. Gittiğiniz yol sizi inceltir, terbiye eder, vardığınız yerdeki siz, yola çıkan siz değilsinizdir artık.

Mesele de budur zaten, hayale ulaşmanın en güzel yanı sonuç değil yoldur. 

Akademi uzun bir yoldur ve akademisyenlik spesifik bir iştir. Bu ifadeyi “yüceltme” için kullanmıyorum, inanın. Ama her işte olduğu gibi akademisyen olmak için yola çıkmış birinin bazı özellikleri olması beklenir. En genel çerçevede yazıyla, çiziyle, okumayla yoğun bir alışveriş gerektirir. İçe dönük ve yalnızlıkla uzlaşı gerektirir. Çünkü ancak içe döndüğünüzde kompakt bir düşünsel düzleme geçersiniz ve bu da haliyle sizi “başka biri” yapar. Odanızda yalnız kalmayı öğrenirsiniz, şüphe etmeyi öğrenirsiniz, ortaya koyduğunuz bilginin çürütülmesiyle halleşir, bir odayla, bir masayla, bir kitapla, bir kalemle, bir metinle “hemhal” olursunuz. Bu bir tercihtir. Bu tercihi yapmanız sizi üstün kılmaz, yapmamanız da değersiz kılmaz. Ama tekrar ediyorum, bu bir tercihtir ve her tercihin gereklilikleri vardır.

Bilimsel uğraşın sanatsal üretimle de çok ilginç bir benzerliği olduğunu düşünmüşümdür hep. Bilimsel yaratı da tıpkı sanatsal olan gibi yaratıcılık ve ilhamla ilgilidir. Birgün, birden, aniden aklınıza bir duygu, bir fikir gelir, onu bilimsel düzlemde sınamak istersiniz ve yazarsınız. Yazdığınız reddedilir, siz bir daha yazarsınız, yazdığınız düzeltme istekleriyle geri döner, bir daha yazarsınız, belki kabul görür, belki görmez.

Bu yol içinde rektör olma hayali hele ki dünyanın birçok üniversite sıralama indeksi içerisinde 200-500. sırada yer alan bir üniversitenin rektörü olma hayalini tuhaf karşılamakla birlikte –insan neden rektör olmayı hayal eder ki? Bu noktada bir anlama çabası içine giriyorum – bu hayale doğru giden yoldan yürüdüğünün söylenmesi zor olan birinin, daha ilk günden akademide en kabul edilmeyecek “suç” olan intihalle adı anılan ve ne acıdır ki, intihali basit bir “tırnak içine almama meselesi” olarak algılayan, “Tanıdıkça beni sevecekler, bu iş altı aya çözülür” söylemiyle akademinin ruhu hakkında pek de bir fikri varmış gibi görünmeyen, “Ben de Metallica dinliyorum. Ben de sizdenim, Nothing Else Matters en sevdiğim şarkı”dırdan, “kutsalımıza hakaret edilmesine müsaade etmeyiz” söylemine bir hafta içinde geçen,  geçmişinde muktedir siyasetin içine girme çabası olan bir kişinin gerçekleşen rektör olma hayalinin yan etkilerini yaşamak da bize düşüyor.

Gerçekten de “Nothing else matters” mı?

İnsan ne hayal ettiğine dikkat etmeli.

Muktedirin akademiyle bitmek bilmeyen mücadelesi

“Eski Türkiye alışkanlığında olan üniversiteler, adım adım bu ülkenin üniversiteleri olduklarını anlayacaklar!” cümlesi sizde nasıl bir duygudurum ya da düşünce uyandırıyor? Nedir bir ülkenin üniversitesi olmak?

Üniversite evrensel bir kavram değil mi? İlk kurulduğundan bu yana “Geometri bilen herkesin girebileceği (Ageometretos medeis eisito!)” yani rasyonel ve analitik düşünceyle temellenen akademi, bu coğrafyada neden çarpık konumlandırılmaya çalışılıyor?

   Geometri bilmeyen giremez! (M.Ö. 387 Platon)

Siyasetin elinin hep üzerinde olduğu ama tuhaf başka bir çelişkiyle akademisyeni siyaset yapmakla suçlayan, işten atan, aç bırakan, damgalayan ve adeta ölüme terk eden muktedir dil, nasıl oluyor da bir üniversitenin içine girip, bir rektörün makamına oturup, o rektör başında ve ayakta el pençe divan dururken fotoğraf çektirmekte beis görmüyor? (Oraya gidiş amacının o fotoğrafı çektirmek olduğuna eminim ama ispatlayamam)

Nasıl oluyor da “Platon’un Bahçesi” ndeki bahçe metaforunda olduğu gibi, emekle, sabırla, çabayla bakım isteyen o narin bahçe olma hali bir gecede kuruluveren bir bina olarak algılanıyor? Ve nasıl oluyor da bu topraklarda kalmış en gerçek akademik yapının, emekle onun bahçesine girmiş öğrencileri bir anda “terörist, - sonraki düzeltmeyi de ekleyelim, terörle irtibatlı, iltisaklı- ve başı ezilmesi gereken zehirli yılanlar oluyor?

Nasıl oluyor da “rektörün” atanma yöntemine ve teamüle aykırılığına itiraz eden üniversite bileşenleri birdenbire LGBTİ eksenine kaydırılarak tribünlere oynanıyor? (Sapkınlık tıbbi bir terimdir, adli tıp pratiğinde de sıklıkla karşılaşılır ama benim bu konuda yazacak yerim kalmadı)

Giderayak ev sahibine zarar vermek için muslukları söküp, duvarlara tentürdiyot döken kötücül kiracı misali, neyi bozsam, neyi ardımda yıkık bıraksam telaşındaki muktediri anlamakta zorlanmıyorum. O yüzdendir ki adrese teslim ilanlar, araştırma görevlisi bile olabilmenin şartının tarif edilmiş bıyık modeline uymaktan geçtiği eskinin köklü üniversitelerinin kadro duyuruları resmi gazetede fink atıyor.

Ama ne yazık ki elimizde kalan örümceğin için boşalttığı böceğin kabuğu gibi, görünüşte var olan ama içinin çoktan emilip kurutulduğu bir akademi oluyor.

Öne Çıkanlar