Sosyal medyayı yasaklasak çocuklarımızın masumiyeti geri gelir mi?

Sosyal medyayı yasaklasak çocuklarımızın masumiyeti geri gelir mi?
Sosyal medya dedikleri, yalnızca görsel hikâyeleri değil, kimliklerimizi ve ifade biçimlerimizi de kökten değiştiriyor; çocuklar için ise bir ifade alanı olmaktan çıkıp, dikkatlerini ve benliklerini tüketen bir labirente dönüşüyor.

* TARIK TUNCAY

Avustralya, 28 Kasım 2024’te 16 yaşından küçüklerin sosyal medya kullanımını yasaklayan bir yasayı kabul etti. Kamuoyunun bir kısmı, bu hamleyi “çocukların dijital cehennemden kurtuluşu” olarak alkışladı. TikTok, Instagram, Snapchat gibi platformlara erişimi keserek çocukları zararlı içeriklerden ve algoritmaların manipülatif etkilerinden korumayı hedefleyen bu girişim, birçok ebeveyn için bir umut ışığı oldu. Bu yasa, çocukları çevrimiçi risklerden korumayı amaçlayan küresel bir domino etkisinin ilk kıpırdanması gibi görünüyor. Örneğin, Fransa benzer bir yasağı gündemine almıştı. İngiltere Avustralya’nın peşinden gitme eğiliminde. Türkiye’de ise çocukların sosyal medya kullanımını düzenlemeye yönelik çalışmalar devam ediyor. Bu tür yasaklar, çocukların çevrimiçi ortamda maruz kalabileceği akran zorbalığı, şiddet, nefret söylemi ve taciz gibi riskleri engellemeyi hedefliyor. Ancak bu önlemlerin etkinliği ve uygulanabilirliği konusunda şimdiden yoğun şüpheler var.

Yasak Neye Yarar?

Böyle bir yasa ülkemizde çıkarılsa sizce ne olurdu? Hayal edin: 16 yaşından küçüklere sosyal medya yasaklanmış. 15 yaşındaki bir çocuk, tabletini masanın üzerine bırakmış, anne-babasının yanında oturmuş, huzurla kitap okuyor. Sefiller’e dalmış. Jean Valjean’ın merhamet dolu hikâyesiyle Paris sokaklarında dolaşıyor, hayatın karmaşıklığını keşfediyor. Bir ara başını kaldırıyor, “Ah, Jean Valjean ne kadar güçlü bir karakter! Adalet ve merhamet üzerine düşündürüyor beni. İyi ki sosyal medya yasaklandı” diye mırıldanıyor. O sırada anne, Instagram’da “detoks çayı” ararken, baba WhatsApp futbol grubunda “Hakem yine bizi yedi” diye feveran ediyor.

Hayal etmek güzel ama çok zor, değil mi? Ama merak etmeyin, böyle bir şey olmayacak.

Ya da gelin, şöyle hayal edin: Anne-baba yine bıraktığımız yerde, telefonları ellerinde. Çocuk ise odasında; dinleniyor! Nasıl mı? Yasaklara aldırış etmemiş, akıllı cihazına bir VPN kurmuş ve TikTok’ta geziniyor. Ama burada TikTok dediğim, artık sizin bildiğiniz dans videolarıyla sınırlı değil. Karşısına çıkan içeriklerden bazıları vahşi, bazıları gerçeklikten kopuk, bazıları ise büsbütün zararlı. 16+ etiketli videolarda kendini zarara yönlendiren meydan okumalar, toksik ilişki normlarını idealize eden klipler, beden imajını bozan görüntüler, politik manipülasyonlar ya da tüketim çılgınlığını dayatan reklam bombardımanı arasında gezinirken, algoritma her yeni tıklamasını bir sonraki felakete daha çok yaklaştırıyor. Çünkü bu içeriklerin hepsi bir şey satıyor: Bazen bir ürün, bazen bir ideoloji, karşılığında ise çocukluğun masumiyeti.

Maruz kaldığı bu bilgi seli, onun çocukluğunu çalıyor. Çocuk, henüz anlamını bile tam kavrayamadığı kavramlarla dolup taşan bir evrende, şiddet videoları ve pornografik içeriklerden reklamlara, politik propagandadan karanlık web’in uçsuz bucaksız kaosuna kadar her şeyle burun buruna geliyor. İçerik üreticilerine sorsanız, bir sorun yok, nasıl olsa artık -yasa sayesinde- 16 yaşından küçükler yok aramızda!

Sizce hangi senaryo gerçeğe daha yakın?

Yasak Demek Yeter mi?

Yasaklar, kabul edelim ki, insanlık tarihinin mecburi çıkmazlarında sık sık başvurduğu bir çözüm olmuştur. Düzenin sigortası. Toplumu koruma çabasında kimi zaman kaçınılmaz bir hudut çizgisi, bir denge arayışı… Alkol ve tütün yasakları, bu çizgilerin en bariz örnekleridir. İnsanlar bu tür sınırlamaların ardındaki mantığı görebilir; sağlık adına, toplumsal iyilik adına ikna olurlar. “Evet,” derler, “bu, bizi korumak için atılmış doğru bir adım.” Kurallar, bu noktada, bireyin iradesine destek çıkan bir baston olur. Ama sosyal medya? Onu bu tür yasaklarla aynı terazide tartmak mümkün mü gerçekten? Aynı reçeteyle yeni bir hastalığı daha tedavi edebilir miyiz?

Burada mesele yalnızca bireysel sağlık değildir; mesele kimliklerdir, bağlardır, ifade biçimlerimizdir. Sosyal medyayı yasaklamak, yalnızca zararlı bir alışkanlığı değil, aynı zamanda dijital bir varoluş biçimini boğmak anlamına gelebilir. Bir çocuğun ‘üstün yararı’, güvenliği, elbette her şeyin önündedir; ama mesele bu çocukların dokunmatik ekranların içine doğmuş bir kuşaktan oluştuğunu unutmamakta yatar. Mesele, basitçe “Hadi sigarayı bırakıyorum” demek kadar kolay değildir onlar için. Sosyal medya, bu neslin dünyaya açılan penceresidir; onların aynasıdır, seslerini duyurdukları, varlıklarını hissettikleri o eşik…

Belki de soruyu baştan sormak gerek: Yasaklarla mı çözeceğiz bu çağın sorunlarını, yoksa anlamayı ve düzenlemeyi mi deneyeceğiz? Çünkü bu mesele, alışkanlıkları terk etmek değil, yepyeni bir kültürün içinde yolunu kaybetmeden yürümekle ilgilidir.

Yine de bazı trajediler toplumu keskin çözümlere itebiliyor. Yasaklar, bir yerden patlak veren can yakıcı bir hikâyenin ardından gelebiliyor. Tıpkı Avustralya’daki sürecin, bir ailenin 12 yaşındaki kızlarının kaybıyla sonuçlanan ağır travmatik olaya dayanması gibi. Bir çocuğun hayatının kaybı, bir yasağın başlangıcı oldu. Sosyal medyanın karanlık yüzü, bir trajediye neden olup hükümeti harekete geçirdi. Ama bu hızlı gelişme “gerçekten bir çözüm mü yoksa daha derin bir güvenlik zafiyeti mi yaratacak?” sorusu yanıt bekleyecek.

Charlotte’un Hikâyesi

Charlotte O’Brien… Küçük bir kızın isminden çok daha fazlasını ifade ediyor bugün. Annesine göre, sevgi dolu kişiliği, bulaşıcı gülümsemesi ve çevresine yaydığı neşe, onun olduğu her ortamı aydınlatıyordu. Ancak bu parlak ışığın ardında kimsenin fark edemediği gölgeler vardı. Charlotte, okulda iki yıldır uğradığı akran zorbalığının yükünü sessizce taşırken, sosyal medya bu yükü dayanılmaz bir hale getirmişti. Ailesi kızlarının bu sessiz çığlıklarını, çok sonra anlayacaklardı.

Charlotte’un teknolojiyle tanışması, masum bir ihtiyaçla başlamıştı. Küçük yaşlardayken, annesinden sürekli telefon istemişti. Annesi, bu istekleri her seferinde geri çevirmeyi başarmıştı. Ne var ki bir gün kızının okul çıkışına geciken anne, köşede gözyaşları içinde kendisini beklediğini görünce, bu talebini yerine getirdi. O gün alınan telefon, Charlotte’un dijital dünyaya ilk adımını temsil ediyordu. Başlangıçta masum bir iletişim aracıydı, ancak zamanla daha fazlası haline geldi. Charlotte, “Arkadaşlarım gibi TikTok hesabı açabilir miyim? Snapchat indirebilir miyim?” gibi taleplerle annesini ikna etmeye çabaladı. Annesi, sıkı kurallar koyarak sosyal medya kullanımını sınırlandırmaya çalıştı. Telefonuna el konulduğu zamanlar, onu kullanabildiği zamanlardan daha çoktu. Ancak çocuklar sınırları aşmanın yollarını bulurlar. Charlotte da gizlice sosyal medya platformlarına erişmeye devam etti.

obrien-ailesi.jpg
O’Brien Ailesi, 2023

Bu masum başlangıç, Charlotte’un iç dünyasındaki fırtınaları derinleştiren bir araca dönüştü. Okuldaki zorbalıklar yetmezmiş gibi, aynı kişiler sosyal medya üzerinden de Charlotte’u rahatsız etmeye devam etti. O son gece, Charlotte annesinin ona özel hazırladığı favori yemeğini keyifle yemiş, ailesine “iyi geceler” dilemiş ve odasına koşarak gitmişti. Annesi, kızının yüzündeki gülümsemeyi gördüğünde her şeyin yolunda olduğunu düşünmüştü.

Charlotte’un odasına kapanıp telefonuyla baş başa kaldığı o gece, ailesi onun içinde yükselen tehlikeli çığlıkları duyamadı. Okulda başlayan zorbalık, sosyal medyada hız kazanmış, ekranın arkasından gelen kelimeler küçük bir kalbi ağır bir yükle ezmişti. Mesajlar o kadar acımasızdı ki Charlotte’un içindeki kırılgan duygusal denge bir noktada yerle bir oldu.

Ailesi, o gece bir arkadaşına mesaj attığını anlattı. Okuduklarının onu nasıl sarstığını, nasıl çaresiz hissettirdiğini paylaşmış. Sabah, annesi odasına girdiğinde telefonu yerde gördü. Sessiz, ama her şeyi anlatan bir tanık. Charlotte ise artık yoktu. Öldüğünde 12 yaşındaydı. O an zaman dondu.

Charlotte’un ardında, büyük bir ızdırap, ağır bir vicdan azabı ve hayat boyu taşınacak bir travma izi kaldı. Annesinin zihninde, o odayı her hatırladığında şu soru yankılanacaktı: “Onu kurtarabilir miydim?

Anne, kızının odasında karşılaştığı görüntüyü hiçbir zaman unutamayacaktır. O an yaşadığı şok, çaresizlik ve derin acı, kelimelerle de tarif edilemez. Charlotte’un ölümünden sonra geride bıraktığı notlardan biri, onun son isteğini açıklıyordu: “Lütfen hikâyemi paylaşın, farkındalık yaratın.” Bu sözler, anne-babasının derin acısını, büyük bir eyleme dönüştürdü. Bütün çocukları kurtaracak bir çözüme.

36 Ay Hareketi

Charlotte O’Brien’ın hikâyesi, yalnızca bir çocuğun yaşadığı trajedi değil, aynı zamanda travmatik yas sürecindeki bir anne-babanın sosyal medya devlerine karşı vereceği mücadelenin başlangıcı oldu. 36 Ay Hareketi, çocukların dijital dünyadaki varlığını yeniden düşünmeye ve düzenlemeye yönelik bir çağrı olarak ortaya çıktı. Hareketin temel amacı, sosyal medya kullanımında yaş sınırını 13’ten 16’ya çıkarmak ve çocukları dijital ortamın yarattığı psikolojik tehlikelerden korumaktı. “Çocukları oyun alanlarına geri döndürmek” olarak ifade edilen bu misyon, yalnızca bir yasa değişikliği talebinden ibaret değildi; aynı zamanda bir kültürel değişim çağrısıydı.

36 Ay Hareketi, insan yaşamının en az ilk 36 ayı kadar, ergenlik döneminin 36 ayının da çok kritik bir önemde olduğuna vurgu yapan bir çocuk koruma ve yetiştirme perspektifini yansıtıyordu.

Hareketin öncülerinden biri, Avustralya’nın popüler radyo sunucularından bir isim oldu. Kendisi de üç çocuk babası olan Michael Whipper, Charlotte gibi hikâyelerin gücüyle harekete geçerek, ülke çapında bir kampanya başlattı. Altı aylık bir sürede, 150 binden fazla imza toplandı ve sosyal medyada yaş sınırının yükseltilmesi için hükümete başvuruda bulunuldu.

Kişisel Hikâyelerin Gücü

Charlotte’un ailesi, kızlarının trajik hikâyesini duyururken yalnız değildi. Onların mücadelesine, Liv adında 15 yaşındaki bir başka genç kızın babası da katıldı. Liv, sosyal medyada karşılaştığı zararlı içeriklerin körüklediği yeme bozukluklarıyla (anoreksiya nervosa) mücadele etmiş, ancak bu savaşı kaybederek hayatını sonlandırmıştı. Bu acı kaybın ardından Liv’in babası, 36 Ay Hareketi’nde yer alarak sosyal medya devlerine karşı güçlü bir ses oldu. Mücadelesini şu sözlerle ifade etmişti: “O zamanlar silah lobisine karşı büyük bir cesaret gerekiyordu. Şimdi sosyal medya devlerine karşı aynı cesarete ihtiyacımız var.”

Bu güçlü hikâyeler ve anne-babaların çabaları, nihayet Avustralya Başbakanı Anthony Albanese’nin dikkatini çekti. Albanese, ebeveynlerin kaygılarına kulak vererek, sosyal medya kullanımına yaş sınırı getirilmesi için harekete geçti. Şu sözleri, bu tarihi adımın arkasındaki kararlılığı özetliyordu: “Sosyal medya çocuklarımıza zarar veriyor ve buna bir dur demenin zamanı geldi.”

Mücadelenin Önemi

36 Ay Hareketi, sadece bir yasa değişikliği çağrısı değil, anne-babaları ve toplumu dijital dünyanın tehlikelerine karşı bilinçlendiren bir uyanış. Charlotte’un hikâyesi, pek çok aileye çocuklarını koruma sorumluluğunu yeniden hatırlatıyor. Charlotte’un annesinin şu sözleri, hareketin temel motivasyonunu kristalize ediyor: “Kızımızı geri getiremeyiz, ama başka ailelerin çocuklarını kurtarabiliriz.”

Avustralya, bu hareketle birlikte sosyal medya ve çocuk güvenliği üzerine küresel bir tartışmanın merkezinde artık. Hükümetin aldığı cesur ancak tartışmalı karar ise yalnızca bir başlangıç. Amaç, sosyal medyanın çocuklar üzerindeki yıkıcı etkilerine dair geniş çaplı bir farkındalık yaratmak ve teknolojiyi herkes için daha güvenli hale getirmek.

Yasağa İtirazlar

Çocukların sosyal medyada maruz kaldığı zararları önlemek amacıyla kullanıcı yaş sınırını 16’ya çıkarma önerisi, toplumsal kesimlerde geniş yankı bulmuş olsa da birçok uzman bu çözüme karşı çıkmakta. 140’tan fazla akademisyenin imzasıyla hükümete yasak karşıtı bir açık mektup dahi yazıldı. İtirazların temelinde, bu tür yasakların yalnızca yüzeysel bir çözüm sunabileceği ve daha büyük riskler barındırabileceği görüşü var. Özellikle, yasakların uygulanabilirliğinin düşüklüğü ve olası yan etkileri dikkat çekiyor.

Yaş sınırına dayalı düzenlemelerin uygulanabilirliği ve teknik yeterliliği konusunda ciddi soru işaretleri var. Yasakların, çocukları sosyal medyadan tamamen uzaklaştırmak yerine, daha kontrolsüz ve riskli dijital alanlara yönlendirme potansiyeli taşıdığı belirtiliyor. Ayrıca, bu tür politikaların yaş doğrulama gibi mekanizmaları devreye sokarak çocukların kişisel verilerinin toplanmasına yol açacağı ve mahremiyetle ilgili yeni sorunlar yaratacağı vurgulanmakta.

Bir diğer önemli itiraz ise sosyal medyanın, olumsuz yanlarının yanı sıra bazı çocuklar için önemli bir sosyal destek mekanizması olduğu gerçeği. Ruhsal, davranışsal ve aile ile ilgili sorunlar yaşayan çocukların, sosyal medya üzerinden kendilerine yardım edebilecek kaynaklara ve destek gruplarına ulaşabildiği biliniyor. Yasakların bu erişimi engelleyerek, çocukları yalnızlığa ve daha güvensiz alanlara itebileceği ifade ediliyor. Yasak yerine sosyal medya şirketlerinin içerik düzenlemeleri konusunda daha sorumlu davranmaya zorlanması gerektiği savunulmakta.

Son tahlilde, yasağa itiraz eden görüşler, yasakların kısa vadeli bir çözüm sunacağını, ancak kalıcı değişimler için sosyal medya şirketlerinin daha güçlü bir şekilde denetlenmesi, böylece içeriklerini düzenlemeleri ve çocukların dijital becerilerinin geliştirilmesi gerektiğini savunmakta. Yasakların yerini, daha kapsayıcı ve bilinçli çocuk koruma politikalarının alması gerektiği düşüncesi öne çıkıyor.

Kitle İletişim Araçları Çocukluğa Karşı!

Aslında, Batı Cephesinde yeni bir şey yok! Bugün sosyal medya üzerine süregelen hararetli tartışmaların, radyo ve televizyonun ilk yıllarında yapılanlardan pek farkı yok. Benim neslimin ekranlarla ilişkisi televizyonla başlamıştı. Tek kanallı, siyah-beyaz ekranların zamanında dahi televizyon, çocukları pasifleştirdiği ve onların hayal gücünü öldürdüğü gerekçesiyle çok eleştirilirdi. “Çocuklar kitap okumayı bırakacak, sadece ekrana bakacak” deniyordu. Tam olarak öyle olmasa da televizyon, sadece bir eğlence aracı değil, aynı zamanda toplumsal değerleri yeniden şekillendiren güçlü bir aktördü. Çocuklar için televizyonun ışığı, masumiyetin yerini yetişkin dünyasının karmaşasına bıraktığı yeni bir gerçeklikti. Ve bu yeni gerçeklik, çocukluğu hızla istila edebiliyordu. Yıllar boyunca, “Televizyon çocukları pasif yapıyor mu? Aile içi sohbetleri öldürüyor mu? Eğitim sistemiyle çelişiyor mu?” gibi sorular, ekran karşısında geçirilen sürenin merkezde olduğu bitmek bilmeyen tartışmalara yol açtı.

Mesele aslında televizyonla başlamadı. Radyo da, kendi döneminde benzer bir tartışmanın merkezindeydi. Ünlü İletişim teorisyeni Neil Postman, Çocukluğun Yok Oluşu adlı eserinde, medyanın çocuklar üzerindeki etkilerini ele alırken radyonun da bu sürece katkıda bulunduğunu belirtir. Radyo, çok daha önce benzer bir endişenin hedefi olmuştu. Radyo ortaya çıktığında, “Çocuklar hikâye dinleyerek hayal güçlerini kaybedecek. Onları fiziksel aktivitelerden uzaklaştırıyor. Sosyal becerilerini köreltiyor” gibi eleştiriler yükselmişti. O dönemde, radyo başında hikâye dinleyen çocuklar için bu ‘tehlike’ dile getirilirken, aynı radyo büyüleyici bir eğitim aracı olarak da alkışlanıyordu. Bugün sosyal medya için duyduğumuz karmaşık duyguların erken bir provası gibiydi o yıllar.

Görmenin İktidarı

Her yeni teknoloji, insanın alışkanlıklarını değil, bizzat varoluşunu dönüştürür. Zihnimizin gerçekliği algılama biçimini yeniden biçimlendirir, onu köklü bir şekilde sarsar. Radyo, hikâyelerin ruhunu dönüştürdü; sözü bir yankıya, hayali bir sese çevirdi. Televizyon ise bu yankıya gözleri ekledi, görmenin saltanatını başlattı. Beş duyumuzun ahenginde yüzyıllardır süren dengeyi bozarak, görmeyi baş köşeye oturttu. Artık görmek, işitmenin, dokunmanın, hatta düşünmenin bile önüne geçti. Artık dünya, sadece gözlere hitap eden bir sahne. Gözlerin gördüğü ama zihnin unuttuğu, ellerin dokunamadığı bir sahne.

Dokunmadan, hissetmeden, işitmeden yalnızca görmek üzerine inşa edilmiş bu yeni dünya, belleğin derinliğini hızla sığlaştırıyor. Hatırlamak, artık görüntülerin hızla silinip yenileriyle değiştiği bir işlevden ibaret. Düşünce ise, derinleşen bir kuyudan değil, yüzeyde kayıp giden ışıklardan oluşuyor. İnsanı insan yapan hafıza ve muhakeme, görsel dünyanın büyüsüne teslim olmuş, itibarını kaybetmek üzere.

Bu yeni dünyada, hatırlamak artık bir yük ve hafiflemek için geçmişi silerken, düşüncenin ağırlığından kurtulmak için de derinlikten çoktan vazgeçti.

Gelen Gideni Aratır

Sosyal medya dedikleri, yalnızca görsel hikâyeleri değil, kimliklerimizi ve ifade biçimlerimizi de kökten değiştiriyor. Ama bu değişim her zaman ileriye doğru bir adım mı? Çocuklar için bir ifade alanı olmaktan çıkıp, dikkatlerini ve benliklerini tüketen bir labirente dönüşüyor. Algoritmalar, zihinlerini beğeni ve yorum döngüleriyle sarıyor; her yeni tıklama, bitmeyen bir tatmin arayışına sürüklüyor onları. Öyle ki, orada ne için bulunduklarını bile unutuyorlar. Bu döngüde yönlerini kaybederken masumiyetlerini de yitiriyorlar.

Biz ise eski reflekslerimizle hareket ediyoruz; korkuyoruz ve hemen “yasak” diyoruz. Radyo gitti, televizyon geldi; sonra daha istilacı ekranlar ve sosyal medya. Gelen gideni aratıyor her seferinde.

Teknoloji değişiyor ama endişelerimiz hep aynı. Batı Cephesinde gerçekten yeni bir şey yok! Çocuklarımızı koruma çabamız bizi aynı tartışmalara sürüklüyor durmadan. Fakat bu kez panikle değil, daha bilinçli bir yaklaşımla hareket etmek zorundayız belki de. Yasaklarla sorunu çözeceğimizi sanıyoruz ama bu kolaylık bizi hep aynı noktaya getiriyor. Mesele teknolojiyi yasaklamak değil; onunla yaşamayı öğrenmek, onu çocuklarımız için daha güvenli ve insancıl bir hale getirmek. Sorun, onların sosyal medyada ne kadar zaman geçirdiğinden ziyade, bu zamanı nasıl geçirdikleri.

Her yeni teknoloji, toplumun alışkanlıklarını dönüştürürken yeni bir kültür yaratıyor. Ancak bu yaratım her zaman ileriye doğru bir adım değil. Belki de 21’inci yüzyıla köprü kurmaktan ziyade, 18’inci yüzyıla da köprü kurmalıyız; tekniğe, pragmatizme, hızlı tüketime, elektronik mucizelere değil de erdeme, manaya yönelmeliyiz.

Geleceği anlamak için geçmişi bilmek, ona tutunmak şart. Eğer çocuklarımızın kaybolmadığı, masumiyetin teknolojiyle yer değiştirmediği bir dünya istiyorsak, önce doğru soruları sormayı öğrenmeliyiz. Yasaklar sorunu çözmüyor, sadece çaresizliğimizi örtüyor. Gerçek çözüm, daha derin bir bilinç ve cesaret gerektiriyor.

* Bu yazı www.perspektifonline adresinden alınmıştır.

Öne Çıkanlar