“Sevilmek istiyorsanız seviniz!”

Muhteşem aşk bulunmaz. Onu emek vererek siz yaratırsınız. Ya da yarattığınız aşk değil sevgidir artık. Bu tanımı kim doğru yapabiliyor ki? Varsın bu tanımlar tartışılsın. Gerçek aşk yoktur, aşk gölgedir diyenlere, aşk değil sevgidir gerçek olan diyenler kafa tutsun. Aşk, arzu mu? Sevgi, emek mi? yazılsın her yere. Ne güzel! Yeter ki kelimelerimiz bir günlüğüne aşktan olsun. Aşk kapkaranlık gündemimiz üzerini kırmızıya boyasın bir günlüğüne. Hatta gök kuşağının her rengine boyasın. Gündeliğin sıradanlığına ihtiyacımız olduğunu kim söyleyebilirdi ki?..

Ben aşkın tek yönlü olduğuna inananlardanım. İki kişiden birinin hep daha az sevdiğini düşünen kişilerden. Aşk ve arzu, aşk ve sevgi arasındaki farkların üzerine düşünüp, farkları bilip yine de kalben onları birbirine karıştırılanlardan. Birçok konuda Proust ile aynı düşünme eğilimindeyim ya. Örneğin arzu için söyledikleri:  “Arzularımızın tatmin edilmesini pek önemsememek hatalı bir düşünce olsa gerektir; çünkü bir arzumuzun gerçekleşmeyeceğini düşündüğümüz anda onu tekrar önemseriz. Ancak gerçekleşeceğinden kesinlikle emin olduğumuz zaman, peşinden koşulmaya pek de değmediğine hükmederiz.”

Proust hayatın anlamını bulmak üzere yazdığı kitabında aslında bizi, kendi yaşam deneyimine davet etmişti. Bu asla bizim bilmediğimiz bir deneyim değil. Çoğumuzun aşkla, sevgiyle, arzuyla, kıskançlıkla, sabırla, umutla imtihanı birbirine benziyor aslında. Çoğumuz bizi mutsuz edecek kişiye aşık olmuş, terk edilmiş, nefes alamayacak kadar çok severek ve kavuşamayarak, acı çekmiş olabiliriz. Aşık olduğumuz kişiden “bu sabah sen diye diye uyandım” cümlesini duyduğumuzda hayatımızın sonuna kadar saklayacağımız bir mutluluk anına kavuşmuş, “sana aşık değilmişim” cümlesini duyduğumuzda bir daha nefes alamayacak kadar tarumar olmuşuzdur.

Cümleler değişir. Kelimelerin cümledeki yeri değişir ama duygular oradadır. Bazen bir bakışla, bazen bir dokunuşla hissederiz aşkı. Bazen binlerce kelime yan yana gelse bizi yine de ikna edemez. Munch kıpkızıl, simsiyah anlatabilir aşkı. Aşk onu yer, bitirir. Bir köşede sessizce bekler yıkımını. Renoir’da uçuşan etekler ve gülen yüzler vardır. Portekiz Mektupları’nda nefesimizi kesen aşk, kulağımıza doğudan fısıldandığında kırmızı bülbülün kanı olmuştur. Aşk her yerdedir ama onu bulmak için dağları delip, kızgın çölleri aşmak gerekecektir.

Rengarenk bir aşk

Ancak tam da bu sebepledir ki, bildiğimiz hikayelere pervane oluruz. Duygusunu tanıdığımız, anladığımız, bize kapıyı aralayan öykünün peşinden gideriz. Aynı duyguları bir zaman hissetmiş olmak bizi insan olma paydasında buluşturur. Bunlar hayatın aşk anlarıdır. Bu anı nerede ve ne zaman yakaladığınız değişebilir. Ancak hayat bu anların peşinden gittiğimizde, onları daha çok yakalandığımızda güzelleşir.

Bana kalırsa bildiğimiz hikayeleri büyülü kılan şey, bizi kendiyle beraber bazen bize uzak ama yine de mümkün olan başka bir dünyaya sürükleyebilme gücünden gelir. Bu dünya ister bir bilim kurgu romanına ait olsun, ister Antik Yunan anlatısı. Duygu oradadır ve biz onu tanırız. Çünkü yaşadığımız dünyada her gün birbirinin kopyası oldukça biz hayatın içindeki aşk anlarını kaybederiz. Charlie Chaplin’in Modern Zamanları’ında metrodan çıkan koyunlara bile imrendiğimiz günler gelmiştir. Nasıl? Sürü halinde metrodan aynı saatte çıkacağız ve yüzümüze maske takıyor olmayacak mıyız?

Aşk anları alışkanlıkların bir an için askıya alındığı andır. Hayatı yetişkinler için sıkıcı kılan şey alışkanlıkların ta kendisidir. Her gün birbirine benzediğinde, aylar ve yıllar peşi sıra gelir. Zaman uçar. Zamanın kokusu bir odaya dolmaz. Yakalayıp saklamak istediğiniz tek bir an bile olmadığında hayatınızın anlamını sorgularsınız. Sabah yataktan kalkabilmek için, her günü aynı uzunlukta, aynı sıkıcılıkta geçirmemek için sanata ve aşka ihtiyacımız vardır.

“Aşk Zamanı” filminin --ya da “Aşk Zamanı” şiirinin mi desem-- sonunu bir hatırlayın!  Hani, eskiden insanlar paylaşmak istemedikleri bir sırları olduğunda, bir dağa çıkarlarmış. Bir ağaç bulup, bir kovuk oyarlarmış. Sırlarını o kovuğa fısıldar, sonra da çamurla kaparlarmış. Böylece sırlarını hiç kimse öğrenemezmiş. Bu hikayeyi duyup çarpılan bir ben değilimdir. Ya da Beyaz Geceler’de “Saat tam dokuzda buluşma yerimize vardım. O ise çoktan gelmiş, beni bekliyordu. Ta uzaktan onu görmüştüm. Tıpkı ilk rastladığımda olduğu gibi; köprünün demir parmaklığına dayanmış, hareketsiz ayakta duruyordu. Ayak seslerimi dahi işitemeyecek kadar kendinden geçmiş, dalgındı” diye okuduktan sonra kitabı kapatıp bir süre düşünen…

Aşk anları

Kendi aşk anlarımızı kanlı canlı insanlarda bulabiliriz. Bizi aramasını umduğumuz kişi arar. O mutlu heyecanda bulabiliriz. Çekmecenin dibinden çıkan hediye paketinde. Anlarda bulabiliriz. Köprünün üzerinden karşıdan karşıya geçerken esen rüzgarda, 5 gündür masanızın üzerindeki vazoda kurumaya yüz tutmuş ama atmaya da kıyamadığınız çiçekte bulabiliriz. Ben bir sürenin ardından İstanbul Kadıköy’de yürürken Balık Pazarı’nın içine daldığımda bulmuştum. Sabah 09.00’du. O gün yılbaşıydı. Bu gördüklerimin tanıdık telaşlar olduğunu ancak bir süre uzak kaldığım için anlamıştım. Efsunlanmış gibi yürürken kulağımı yalayıp geçen sözcükler duydum. Sözcükler ben onları duymak istemesem de ta içime kadar işliyordu işte. “O müşteriyi bana sen mi yolladın?”, “Ben kırmızısını alacağım, kaldıysa”, “Çorap alırsın”, “Taze çıktı, dolmalar taze çıktı”. Ah, demiştim bir an, bu dili, her konuşulanı dinlemesem bile anladığım ana dilimi ne kadar özlemişim. İşte bir aşk ânı daha!..

Yakın zamanda okuduğum bir kitap beni büyüledi. Mektup almanın ve mektup vermenin gizemli dünyası, ressamları etkisi altına almış ve ressamlar bu anları çok resminde ölümsüzleştirmişti. Johannes Vermeer’in resimlerine, özellikle de 6 resmine dikkatli bakmamı sağlayan bu kitap, Vermeer’s Mistress and Maid kitabı.  James Ivory’nin de yazımına katkıda bulunduğu bu kitap belli ki Vermeer’in resimlerini gizemli bir kurmaca olarak inceliyordu. Yoksa “Beni Adınla Çağır” filminin metnini yazan, “Günden Kalanlar” filmini yöneten Ivory neden bu resimlere ilgi duysun?..

Bu bir 17. yüzyıl Hollanda hikayesi

Vermeer’in “Evin Hanımı ve Hizmetçi”, “Aşk Mektubu”, “Mektup Okuyan Mavili Kadın”, “Hizmetçisi ile Mektup Yazan Kadın”” gibi resimleri bu hikayenin içine girmemizi ve o yılların karanlık dehlizlerinde elimizde küçük bir meşale ile dolaşmamızı sağlıyor. Bu konuyu resmeden çokça ressam arasından, karakterlerine yüklediği anlam, resimlerin detayları, ışığın ve gölgenin bize oynadığı tatlı oyunlar ve gündelik hayatın olağan üstü bir tasvirini yansıtması veya belki de bunların hiçbiri sebebiyle Vermeer’in resimleri diğerlerinden ayrılır. Bu resimlerde evin hanımları mektup yazar, mektup alır, mektup okur. Hizmetçi mektubu bekler, mektubu okur, mektubu katlar. Ancak resimler sorularla doludur. İşte bu sorulardır hayatın küçük anları. Bu sebeple değil midir ki alışkanlıkların bizi yavaş yavaş ölüme götürebileceği fikrine sanata sarınarak tutunan Proust, en çok Vermeer’i sever.

Ressam, hayatı boyunca yaşadığı Delft şehrindeki evinin 2. katında eline fırçayı almış ve boyaları karıştırmıştı. 43 yaşında, para sıkıntıları içinde öldü. Koca bir insanın hayatı ve yazılan 3 cümle. Peki ya resimleri? Ivory’nin kitabında anlattığı bu “mektup” serisi? Kimdi bu kadınlar? Kime mektup yazıyordu? Bu resimler bir melodrama anlatısı olabilirdi pekala. Bir drama olabilirdi. Bu mektuplarda ne yazıyordu? Aşk hangi kelimelerle vücuda gelmişti? Sahi bunlar aşk mektubu muydu ki? Evin hanımının bir âşığı mı vardı? Bu aşka sadece mektuplar ve hizmetçi mi tanıklık ediyordu? Mektuplar gizliyse, her zaman bulunma riski bulunmuyor muydu? Mektupların sahibi onları saklıyor muydu? Yoksa yakıyor muydu? Benim için bu hikaye gündelik hayatın durağanlığına çomak sokan bir aşk dolu bir hikayeydi.  Aşk anı.

Böyle günlerin kutlanmasına ilişkin tüm tereddütlerim bu günlerin bir kutlama değil ama alışveriş unsuru olarak kutlanması. Birbirimizi ve hayatımızı anlamlı kılan şeyleri ne kadar çok sevdiğimizi söylemenin nasıl kötü bir yanı olabilir? Bir günlüğüne bile olsa kasvetli gündemin rengarenk olması, sıradan hayatlarımıza rengi nasıl sokabileceğimize ilişkin kendimize sorduğumuz sorular bizi mutlu edecektir.

Üstelik ben o aşk dolu günün ardından bir yaşıma daha giriyorum. Dileğim, aşkla kutlayacağımız bir yıl olsun!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aslı Kotaman Arşivi