Umudun zehirlediği bir yaşam

Umudun zehirlediği bir yaşam
Tarihin şahit olduğu en güçlü kadınlardan bu ikisi kimi zaman kendi kaderleri için mücadele etmiş kimi zaman da Katolik-Protestan mücadelesinde ancak birer piyon olabilmişlerdir. Esasında ikisi de bağlı oldukları mezheple beraber...

Tarihin şahit olduğu en güçlü kadınlardan bu ikisi kimi zaman kendi kaderleri için mücadele etmiş kimi zaman da Katolik-Protestan mücadelesinde ancak birer piyon olabilmişlerdir. Esasında ikisi de bağlı oldukları mezheple beraber bambaşka dünyaları temsil ediyorlardı. Mary doğuştan İskoç tahtını, evlilik yoluyla da Fransa tahtını hak etmişti; Elizabeth ise “piç” damgası yemesine rağmen sabrı ve dikkatle izlediği siyaseti sayesinde İngiltere tahtına çıkabilmişti.

16.yy Coğrafi Keşiflerin gölgesinde Batı Avrupa’nın -Diaomond’un tabiriyle- “Tüfek, Mikrop ve Çelik” avantajıyla bir ahtapot gibi dünyanın bakir topraklarına kollarını dolamaya başladığı bir zaman dilimini ifade eder. Aynı zamanda bu yüzyıl, Rönesans ve Reform’un şafağında, tüm hızıyla Sanayi İnkılabı’na doğru ilerleyen tarih trenin en önemli istasyonlarından biridir ki bu dönemde İskoç tahtına çıkan Mary Stuart ve İngiliz tahtında oturan I.Elizabeth yalnız kendi ülkelerinin değil insanlığın kaderini de etkilemiştir. Özellikle yazımızın öznesini oluşturan Mary Stuart, doğduğu andan ölümüne kadar mezhep savaşlarının, iktidar mücadelelerinin odağında kimi zaman bir kraliçe kimi zaman bir mahkum olarak çıkar karşımıza. Stefan Zweig’in de dediği gibi: “Dünya tarihinde belki de başka hiçbir kadın edebiyata bu kadar çok konu olmamış, dramlarda, romanlarda, biyografilerde ve tartışmalarda böylesine çok konu edilmemiştir.”
Mary Stuart’ı okumak Katolik-Protestan çatışmasıyla başlayan ve oluk oluk kan akıtan mezhep savaşlarının hikayesini; Machiavelli’nin ışıttığı iktidar mücadelesinin karanlık yönlerini; dünya siyasetine, emperyalizme yön verecek bir ülkenin doğum sancılarını ve pek tabii siyah ve beyaz kadar birbirinden farklı iki kadının, iki farklı dünyanın savaşını okumaktır.
Daha, küçük bir bebekken babası James’in ölümü ile İskoç tahtına seçilen, on altı yaşında Fransa Kraliçesi olan Mary Stuart’ın yaşamındaki en büyük talihsizlik belki de İngiltere Kraliçesi I.Elizabeth ile aynı zamanda yaşamak olmuştur. Bu iki kraliçenin uzun yıllar entrikalarla, cinayetlerle dolu savaşını sadece birbirlerine üstünlük kurma mücadelesi olarak okumak tek bir ayağına dokunup bir fili tanımlamaya benzeyecektir. Ancak yaşadıkları dönemde dünyanın en güçlü iki kadını olan Mary ve Elizabeth’in çoğunlukla dostluk ipeğine sarılmış gibi görünen çekişmesine girmeden bir nesil önceye gitmekte fayda var. Zira pek çok filme ve kitaba ilham kaynağı olan Mary Stuart, I. Elizabeth ve Elizabeth’in babası VIII. Henry arasındaki ilişkiyi bilmek konuya hakim olmak için şarttır.
Boleyn Kızları
Öncelikle I.Elizabeth’in babası VIII.Henry üzerinde durulması gerekir. Tudor hanedanın bu güçlü üyesi, ölen abisinin dul eşi Aragonlu Catherine ile olan evliliğini bitirebilmek adına İngiltere’yi Roma Katolik Kilisesi’nden ayırmış; tüm ülkeyi Anglikan Kilisesi’ne bağlamıştır. Ardından beş evlilik daha yapan Henry, eşlerinden kimilerinin kafalarını kestirerek idam ettirmiştir. İlk karısı Aragonlu Catherine’den erkek evlat sahibi olamayan VIII.Henry, uzun uğraşlar sonucu bitirdiği bu evliliğin ardından Anne Boleyn ile evlenmiştir.
İşte bu evliliğin meyvesi olarak dünyaya gelen Elizabeth uzun yıllar süren mücadelenin ardından İngiltere tahtına oturabilmiş ve kırk beş yıllık iktidarı sonrası bugünkü modern İngiltere’nin tabiri caizse temelini atmıştır. Hiç evlenmeyen ve bu nedenle “Bakire Kraliçe” olarak anılan I.Elizabeth adına keşfedilen topraklar bugün ABD’de Virginia olarak anılmaktadır. Doğduğunda aşırı beyaz ten rengi nedeniyle hayalet damgası yediği rivayet edilen, henüz üç yaşındayken annesi kafası kesilerek idam edilen, iktidarı boyunca çevresindeki erkek egemenliği ile de mücadele eden bu güçlü kadın iktidarını, koruyucusu Walsingham’ın yardımlarıyla, Mary Stuart’a karşı kazandığı zaferle kuvvetlendirmiştir.
İskoçya’dan Fransa’ya-Fransa’dan İskoçya’ya
Elizabeth’e daha sonra geri dönmek için burada bir es verelim ve yazımızın ana kahramanı olan Mary Stuart’a gelelim. Babaannesi, VIII.Henry ile kardeş olan Mary, bu nedenle İngiltere tahtı üzerinde hakkı olduğunu ölene kadar iddia etmiştir. Daha kundaktayken iktidar mücadelesine sürüklenen, ölene kadar politikanın kirli havasıyla zehirlenen Mary Stuart yaşamı boyunca farklı ülkelerin krallıklarından evlilik teklifleri alacak, veliahtlar, arşidükler hem güzelliğine hem de tahtına talip olacaktır. Elizabeth’in babası VIII.Henry bile oğlu Edward için daha küçük bir kız çocuğuyken Mary’e talip olur ve Stuart’lardan bu kızı kendisine vermelerini talep eder. Tabii bu talebin pis kokular yayan arka bahçesi “Çocuk vaktinden önce olursa krallığının yönetiminin ve tüm mal varlığının VIII.Henry’nin emrine geçmesi” taahhüdünü gizliyordu.
Protestan bir İngiltere’ye karşı Katolik İskoçya’yı destekleyen Fransa küçük Mary’nin Fransız annesi aracılığıyla oyuna dahil oluyor; altı yaşında Fransa veliahdının nişanlısı, on yedisinde ise Avrupa’nın en güçlü devletlerinden birinde kraliçe olan Mary Stuart böylece yaşam basamaklarını büyük bir hızla tırmanıyordu. Taa ki onu bu basamaklara taşıyan genç ve hastalıklı kocası II.François evlendikten kısa süre sonra ölene kadar. O zamana kadar sahip olduğu tüm zenginlik ve makamlar Tanrının bir lütfu olarak kendisine sunulan bu genç dul, Fransa’dan ayrılıp ülkesi İskoçya’ya döndüğünde elde ettikleri ve elde etmek istedikleri için mücadele vermesi gerektiğini anlamıştır.
Uzun yıllar yaşadığı Fransa’nın zengin, ışıltılı ve sıcak ortamından İskoçya’nın acımasız, soğuk ve yoksul coğrafyasına düşen Mary Stuart için sürekli kavga eden klanların, birbirini ezmeye çalışan Katolik ve Protestan rahiplerin, başta hemen yanı başındaki olmak üzere ülkeyi işgal etmek için diş bileyen yabancı ülkelerin karşısında durmak bir hayli zor olmuştur. Bu süreçte Mary Stuart bir yandan kendi iktidarını sağlamlaştırmaya çalışmış, diğer yandan da İngiltere tahtındaki veraset hakkını koruyabilmek için I.Elizabeth ile mücadeleye girişmiştir.
Realizm & Romantizm
Tarihin şahit olduğu en güçlü kadınlardan bu ikisi kimi zaman kendi kaderleri için mücadele etmiş kimi zaman da Katolik-Protestan mücadelesinde ancak birer piyon olabilmişlerdir. Esasında ikisi de bağlı oldukları mezheple beraber bambaşka dünyaları temsil ediyorlardı. Mary doğuştan İskoç tahtını, evlilik yoluyla da Fransa tahtını hak etmişti; Elizabeth ise “piç” damgası yemesine rağmen sabrı ve dikkatle izlediği siyaseti sayesinde İngiltere tahtına çıkabilmişti. Zweig’e göre her şeye zahmetsizce ulaşan Mary’nin elde ettikleri onda aşırı bir özgüven ve sorumsuzluk duygusu yaratmış, kraliçe olmayı kendine bahşedilen bir lütuf olarak görmüştür. Bu onu daha çok duygularıyla hareket eden iflah olmaz bir romantik haline getiriyordu. Mary katolik olmanın da etkisiyle Ortaçağın şövalyelik döneminin bir aynasıydı adeta. Bir hükümdar olarak o halkına değil halkı ona tabi olmalıydı. Tüm bunların aksine uzun süren iktidarı boyunca halkına tabi olmaya çalışan ve iktidar mücadelesini bir satranç oyunu gibi realist fikirlerle yöneten Elizabeth yalnız geçirdiği yaşamını tümüyle ülkesine adamış ve yaşamındaki ilk ve tek evliliğini ülkesi İngiltere ile yapmıştır. Yine Zweig’in ifadesiyle “Realist düşünen Elizabeth tarihte, romantik duygular taşıyan Mary Stuart ise şiirde ve destanda galip gelmiştir.”
Sonum, başlangıcım olacaktır
Üvey kardeşi tarafından ihanete uğrayan, yakın dostu gözlerinin önünde hunharca öldürülen, sevgilisi Bothwell’le olan tüm mahrem yazışmaları yabancı ülke saraylarında bile ifşa edilen, kocasını öldürtmekle yargılanıp sığındığı İngiltere Kraliçesi I.Elizabeth’e suikast düzenlediği iddiasıyla idam edilen, Mary Stuart’ın yaşamı buraya sığmayacak kadar ilginçliklerle dolu. Gençliğinde bir kumaş üzerine işlediği “En ma fin est mon commencement” (Sonum, başlangıcım olacaktır.) sözü acı veren idamının ardından -ki idamı gerçekleştiren celladın beceriksizliğiyle boynuna inen ancak üçüncü balta darbesiyle kafası bedeninden ayrılabilmiştir- gerçek hale gelen ve bu idamla ismi artık bir efsaneye dönüşen Mary Stuart’ın yaşamını zehirleyen yegane şey umuttu. Nietzsche’nin “Umut en büyük kötülüktür. Çünkü işkenceyi uzatır.” sözünü gerçeğe çevirircesine daha kundağındayken İskoçya Kraliçesi olan bu kadın ömrünün sonuna kadar İngiltere tahtına oturma umuduyla yaşamış ve bu zehir yaşamına mal olmuştur. Kaderin bir cilvesi midir bilinmez, tüm ömrünü ele geçirmek için adadığı İngiltere tahtına rakibi I.Elizabeth’in ardından oğlu James geçmiştir ki o oğul Elizabethle yapılan gizli görüşmede tahta geçme karşılığında Mary Stuart’ın idamına ses çıkarmamayı kabul etmiştir.
Yazımızın çıkış noktasını da oluşturan ve Can Yayınları’ndan çıkan Stefan Zweig biyografisi bu konuda dilimize kazandırılan en yetkin eser. Olur ya konu sizin için daha da ilgi çekici olmuştur -kimi zaman tarihsel gerçeklerden uzaklaşsalar da- izlemeyenler için (izleyenler de Zweig’in kitabından sonra tekrar izlediklerinde filmleri daha anlamlı bulacaklardır) o dönem atmosferini yaşatacak şu filmleri sırasıyla öneririm:

  • A Man For All Sesons, 1966
  • The Other Boleyn Girl, 2008
  • Elizabeth, 1998
  • Elizabeth: The Golden Age, 2007
  • Mary Queen of Scots, 2018