Çiler Dursun
Serengeti düzlüklerinde bu hafta: Şiddet döngüsünün faili olarak gazeteciler
Gazeteci Muharrem Sarıkaya’nın İHA kameramanı Ahmet Demir’e attığı tokat, eğer sadece emekçi bir gazeteciye “seçkinci” bir gazetecinin şiddet uygulamasındaki ahlaki düşüklük olarak görecek ve buradan Sarıkaya’nın kişiliği ile ilgili bir eleştiri çerçevesiyle yetineceksek, Türkiye’deki gazeteciliğin son yirmi yıllık acınası tarihselliğini bir kez de bu olay içerisinden okuma fırsatını kaçırmış oluruz. Kaçırmayalım ve bu fırsatı değerlendirelim.
Önce makro tarihselliğe bakalım.
Dünyanın her yerinde anaakım/popüler medyanın ezelden beri sermaye sınıfının örtük müttefiki olarak toplumsal gerçeklik alanının inşasını üstlendiği, bilinen bir şeydir. Bu ittifak zemininde gazetecilik, neredeyse iki yüz yıla yakın bir süre toplumsal sorumluluk anlayışına dayalı olarak yapıldı. Toplumsal sorumluluk anlayışına sahip çıktıkça, gazeteciler, verili burjuva temsili siyasal alanındaki bütün aktörlerin çıkarını ve onların sınıf eşitsizliğini sürdüren rollerini güçlendirici bir habercilik yapmayı da üstlenegeldiler. Burjuva demokratik değer alanının gönüllü savunuculuğu, gazetecileri dünyanın her ülkesinde siyasal seçkinlerin bir parçası kıldı. Onlar, birbirlerine kolaylıkla erişebilen, birbirlerinin görüşlerini dinleyen, gündelik haberleri ve köşe yazılarıyla aslında birbirlerine konuşan, aynı mekanlarda zaman paylaşan, sınıf çelişkisi karşısında kayıtsız bir dünyanın güç sahibi aktörleridirler.
Güç, profesyonel siyasetçiler için topluma yön verecek siyasal kararları alabilmeyle, gazeteciler için ise gerçekliği inşa etmeyle ilgilidir. Kendi aralarında mübadele ettikleri güç döngüsü, zaten 19.yy’ın sonundan itibaren emekçi sınıfa kapalı bir döngüdür. Bu döngü, özellikle neo liberalizmin ve dizginsiz kapitalizmin küresel olarak topluma nüfuz ettiği 1980’ler ile birlikte, gazetecilik mesleğinde de adeta bir kast sisteminin ortaya çıkması ile başka bir boyut almıştır. Köşe yazarları ve haber yöneticileri (temsilciler, editörler, genel yayın yönetmenleri vb.) ile saha muhabirleri ve haberin teknik personeli arasında ücret, yaşam koşulları, medya kuruluşundaki “yeri ve önemi” gibi birçok bakımdan kesin bir ayrım belirmiştir. Köşe yazarları ve haber yöneticilerinin, burjuva siyasal alanındaki bütün aktörlerle yakın ve güçlü biçimde bağlantılı olmaları, onları medya kuruluşları için vazgeçilmesi zor gazeteciler haline getirirken; sahadaki muhabir gazeteciler ve teknik haber personeli, medyada kolayca gözden çıkarılabilen ve yeri çabucak doldurulabilecekmiş gibi düşünülen “personel” olarak muamele görmüşlerdir.
Gazetecilik alanındaki bu kast sistemini hatırlatmak, Sarıkaya ile Demir arasında “seçkin” gazetecinin bir haber emekçisine attığı tokatta cisimleşen karşılıklı durumlarının asıl mesleki dinamiğini görmemiz açısından önemlidir. O tokat, ne kendini kontrol edememekle sınırlı bireysel bir gaflet anını gösterir, ne de arızi veya münferit bir hadisedir. Tokat, belki Sarıkaya’dandır; ancak benzeri gazeteci seçkinlerinin -bence- tamamı, farklı biçimler alabilen bir şiddete, kurumsal yapıları altında çalışan saha muhabirlerini ve haberin teknik emekçilerini uzun yıllardır maruz bırakmaktadırlar. İlaveten, bütün bir toplumu da “gerçekliği yansıtma” iddiası ile, yaklaşık iki yüz yıldır burjuva siyasal seçkinlerinin hakikat rejimine maruz bırakmaktadırlar. Bu hakikat rejiminin temel özellikleri bellidir: yönetici sınıfın çıkarının toplumun genel çıkarı gibi sunulması adına her türlü söylem operasyonunu üstlenmiş; bunu, yine toplumdaki koltuk makam sahibi haber kaynaklarının açıklamaları merkezinde yaparken, emekçileri olabildiğince temsil alanından dışlamış bir oyun alanı kurmak…
Burada Sarıkaya, 1980 sonrası ANAP-Özal döneminde başlayan medyaya yönelik neo liberal kuşatmanın devam ederek AKP iktidarı ile geldiği nihai noktada, plazalara nüfuz etmiş seçkinci gazeteciliğin hiç de şaşırtıcı olmayan figürü olarak öne çıkmaktadır. Bu figürlerin adı Birand, Özkök, Barlas, Muhtar, Kırca, Civaoğlu, Altaylı, Donat vb. olabilir, konu kim oldukları değildir. Konu, aklın almayacağı kadar büyük paralar kazanarak, siyasal seçkinlerle el ele yapılan bir “gazeteciliğin”, nihayetinde bir güç sarhoşluğu ya da güç zehirlenmesi yaratmasıdır. Bugün bir haber emekçisinin yüzünde tokat görünümünde kaba ve dolaysız şiddetle beliren bu zehirli hal, önceki dönemlerde örneğin bir başka haber emekçisinin fazla kilolarına müdahale edebilecek pervasızlıkta, daha incelikli ve dolaylı bir biçimde yaşanıyordu. Bizlerin içini pek bilmediği medya kurumsal ortamlarında, daima düşük ücretlerle ve güvencesiz çalışma koşullarıyla Serengeti düzlüklerindeki vahşiliği aratmayan bir ayakta kalma ikliminde, basın emekçileri, bu figürlerin kibirli, dizginsiz, dolaysız veya dolaylı, kaba veya incelikli şiddetleri karşısında onurlarıyla ve geçimleriyle sınanıp durdular, sınanmaya devam etmektedirler.
Emekçi gazetecinin karşılaştığı şiddete belki de en fazla katkı veren dinamik olarak ise, AKP iktidarının toplumsal ilişkiler alanına karşıtlıklar ve kutuplaşma siyaseti ile yirmi yıldır format atmasını da eklemek zorundayız. Meclisten sokaklara, sokaklardan hane içlerine ve esasen insanların iç dünyasına doğru devinip duran bir şiddet iklimi bu toplumda o kadar kanıksanır hale gelmiştir ve o kadar yapanların yanına kâr kalmayı sürdürmüştür ki, burnumuzun dibinde bir itiş kakış olduğunda çoğumuz tıpkı Fatma Şahin’in kayıtsızlığı ile öylece bakakalmaktayız. Bir zamanlar kadına yönelik şiddetin önlenmesi için politikalar üreten bir siyasal figürün içinde yer alabileceği en ironik manzara, bu olsa gerekir. Elbette ki kendisi de o şiddetten hazzetmemiştir; ancak Sarıkaya’ya yönelik herhangi bir çıkış yapmayarak, basın emekçisini o anda savunmayarak da çok sonra kamuoyu tepkisi karşısında sosyal medya hesabından orta halli bir iki kelam ederek de toplum vicdanını sağaltacak bir tutum sergileyememiştir. Demek ki, şiddetin önlenmesi için makro politikalar üretmek ile gündelik hayatın içinde yanı başında beliren şiddete karşı durmak arasında dağlar kadar fark varmış…
Bilmem farkında mısınız, önceki gün içimizi acıtan o tokat sonrasında gökten üç biber düştü. Biri, seçkinci gazetecilerin payına, diğeri muktedir siyasi seçkinlerin payına ve üçüncüsü de bu toplumun payınadır:
Gazeteciler dayanaksız iddialarla mahkemelerde yargılanıp, yıllarca tutsak edildiğinde onlara sahip çıkmadığımız için; medya patronları emekçi gazetecileri tazminatlarını bile vermeden kitlesel olarak işten atarken, oturduğumuz yerden seyrettiğimiz için; alternatif ve yeni dijital haber mecralarına, gazetecilik yapabilmek adına ihtiyaç duydukları kitlesel fonlama desteğinden kaçındığımız için ve daha sayabileceğimiz birçok başka şey için, üçüncü biber bizim payımıza düştü…
Vicdanları sızlatan o tokat, biraz da bu toplumun güncel dokusunun ve tercihlerinin bir sonucudur.