YERYÜZÜNDE VE UZAYDA; ASLA YALNIZ YÜRÜMEYECEĞİZ

Türkiye uzay programı açıklanıyor, biz kadınların “bile” uzaya gidebileceğimiz konuşuluyor.

Ama aynı saatlerde biz kadınların hala cansız bedenlerini saymak zorunda kalıyoruz. Üstelik son dönemde yıllardır kaydını tutmak zorunda kaldığımız kadın cinayetleri raporlarına, artan biçimde “şüpheli ölümler” ekleniyor. Daha doğru bir ifade ile “şüpheli bırakılan kadın ölümlerine” dikkat kesilmek zorunda kalıyoruz. Bize “müjdeler” veriliyor, iyi güzel ama hele bir hayatta kalalım, zaten ilki 58 yıl önce olmak üzere( Valentina Tereşkova, dünya yörüngesinde turlar atmıştı) yıllardır gitmekte olduğumuz uzaya daha çok gideceğiz elbette.
Ancak şu anda yine kendi seçtiğimiz hayatı, eşit ve özgür yaşama mücadelemizde, yine başka bir evredeyiz. Bir ufka vardık ki, artık gerçekten yalnız değiliz. “Asla yalnız yürümeyeceksin” sözümüz, ete kemiğe büründü; toplum bu mücadeleyi bağrına bastı, il il, ilçe ilçe örgütleniyoruz.
Toplumsallaşan, her siyasi görüşe ve ana akıma yayılan kararlı ve örgütlü mücadele, olumlu ve olumsuz manada kendi sonuçlarını da yaratıyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformunun ilk kurulduğu yıllarda, Bilgi Edinme Kanunu temel hakkımıza dayanarak veri talebinde bulunduğumuz ve bize “kadın cinayeti diye özel bir kavram yok” diyen kurumlar, şimdi “kadın cinayeti” terimini resmi olarak tanıyarak raporlar açıklıyorlar.

Resmi raporların kadın cinayeti oranlarında düşme olduğunu iddia etmesi bir yana – bu konuyu ayrıca ele alacağım- bu gelişme kuru bir rapor olarak orada kalmıyor. Onu yaratan, onu çevreleyen, etrafındaki mücadele gücü, toplumda organik ve doğrudan etkiler yaratıyor. Şiddet karşısındaki mücadelenin kazandığı toplumsal güç ve basınç, toplumu olumlu yönde değiştirir, iktidarı adım atmak zorunda bırakır iken, her böyle durumda olduğu gibi, yanı sıra “yan etkileri” sayabileceğimiz eğilimler de yaratıyor.
Şöyle ki; kadın hareketinin başlıca gündemi olan şiddete ve kadın cinayetlerine karşı mücadelenin şu andaki sıcak gündemini de “şüpheli ölümler” oluşturuyor. Son yıllarda Şule Çet davası ile karakterize olan, intihar, cinayet ya da kaza olup olmadığı aydınlanmamış olan kadın ölümlerinde artış var mı? Var ise bunu nasıl yorumlamalıyız? Soruları önemli çünkü resmi raporlar ile Platformumuz raporları arasındaki farkın bir bölümü de buradan kaynaklanıyor. Ancak İçişleri Bakanlığı’nın 2020 raporunda kaydedilmemiş olan 34 kadının nasıl öldürüldüğünü tam böyle de açıklayamıyoruz. Bakanlığın, muhtemelen “kadına yönelik şiddet sonucunda öldürülmemiştir” diye kapsam dışı tuttuğu kadınların ne kadarının ölümünün şüpheli ve aydınlatılmaya muhtaç olduğunu, ne kadarının örtülen bir cinayet olup olmadığını bilemiyoruz. Çünkü resmi makamlar şüpheli ölümlerin verisini hiç yayınlamıyorlar.
Ayrıca hemen belirtmek gerekir ki, tıpkı kadın cinayeti oranlarında olduğu gibi; bu farklar kuru rakamlar değil, kadınların cansız bedenleridir.Bir zamanlar yaşam dolu olan bu bedenlerin, yaşamını nasıl yitirdiği elbette aydınlatılmak zorundadır.

İşte sorun da burada düğümleniyor; şüpheli ölümleri hesaba katmadığınızda, kadın cinayetlerinde azalma olduğunu söyleyebiliyoruz. Kadın cinayetlerinde azalma olması elbette çok olumludur ve mücadelemizin hedefine doğru yaklaştığını gösterir. Fakat öte yandan şüpheli ölümler artıyor mu? Hepsini kapsayarak düşündüğümüzde gerçek oranlar nedir? ne yapmamız gerekir? Son durumu yorumlamak, mücadelenin görevlerini bulmak durumundayız.
Şüpheli Ölümler Artıyor mu? Neden?
Oransal olarak baktığımızda, Platform raporlarında şüpheli ölümlerde dalgalı bir seyir görüyoruz; raporla 2020 yılı içinde yaz aylarında anlamlı oranda arttığını, son aylarda ise yaz dönemine göre düştüğünü gösteriyor. Ancak yıl bazında baktığımızda, 2020 yılında, önceki yıllara göre anlamlı oranda artış, son on yılın en yüksek oranını görüyoruz.
Bu durum akla 2005 yılı Ceza Kanunu değişikliğinden sonra, “namus bahanesi ile işlenen cinayetlerde” ceza artışından sonraki dönemde “kadın intiharlarında” artış olduğu dönemi getiriyor. Yeni kanunda “töre saiki” cezada ağırlaştırma sebebi sayılınca, cinayetlere intihar süsü verilmeye başlanmış ya da kadınlar intihara sürüklenmişti. “Mutluluk” filmi, yüzlerce kadının yaşadığı bu somut gerçeği çok iyi anlatır mesela…
Resmi raporlar şüpheli ölümleri açıklamadığı için veri kaynağı olarak elimizde sadece bizim raporlarımız var. Bir de somut haberler; ana akım haber kanallarında bile sunucuların “şüpheli ölüm” demeye başladığı, giderek sayısı artan kadın ölümü haberleri…

Sonuç olarak artık kadın cinayeti olduğu netleşmiş ölümlerde rastlanan sahip çıkma refleksi burada da canlanıyor. Şu anda kadın cinayeti davalarında, halen indirimlere rastlıyor olsak da, en nihayetinde “cinayet” olduğu saptanan, davası açılanlar sahipleniliyor. İl il, adliye adliye dava takipleri yapılıyor, katiller ceza alıyorlar, indirimlere rastlansa da tam bir cezasızlık söz konusu olamıyor. Toplum kadınların arkasında duruyor, kadın katili olmak bir zamanlar olduğu gibi “muteber” olmaktan çıkıp, kınanan, hatta cezaevinde öldürülmeye sebep olan bir rezillik haline geliyor.

Bu durum, sosyolojik olarak her böyle durumda olduğu gibi, şiddet suçlusu erkeklerin, tabiri caizse “yeraltına çekilme”, suçlarını örtme eğilimini artırıyor. Bir de bunun için farklı kaynak ve güçleri olduğunu da düşünüyorlarsa - Aleyna Çakır’a işkence ederek yayın yapma cüreti gösterebilen Ümitcan Uygun’da olduğu gibi- o yer altına daha kolay çekiliyor, gizlenebileceklerini düşünüyor, cesaret kazanıyorlar.
Yine daha önce kadın cinayetlerinde olduğu gibi, suçlular ne kadar ceza alacağını araştırıyor, birbirlerinden de öğreniyorlar. Tıpkı Ayşe Paşalı’nın failinin evinde, cinayet sonrası delil taramada Google ile ceza indirimlerini araştırdığı ortaya çıktığı gibi; erkekler suç işlemeden önce araştırıyor; kadın cinayetlerinde alınan cezaları görüyor, öte yandan “şüpheli ölümlerde” de açılmayan davaları, yakalanmayan şüphelileri yani cezasızlığı gördükçe, bu yola yöneliyorlar. Onlara en büyük kuvveti, etkin soruşturma ve kovuşturma görevini yerine getirmeyenler veriyor. Örtülen cinayetlerin ancak ve ancak kadınların amansız mücadelesi ile açığa çıkarılabilmesi, kamunun bu konuda görevini neredeyse hiç yapmıyor oluşu büyük cesaret kazandırıyor. Elbette kadın hareketi, Şule Çet davasında olduğu gibi, cinayetlerin şüpheli bırakılmasına izin vermeyecek. Tek dava örneği Şule de değil, Platform kurulduğu yıllardan bu yana intihar diye kapatılan başka bir çok dosyanın yeniden açılıp cinayeti kanıtlayıp faillerin yargılanmasını sağladı. Ama bu görev, kadın hareketinin ve ailelerin değildir, devletindir. Şüpheli ölümlerde gerçeği bulma ve adaleti sağlama görevi kamunun; yargının, kolluğun, adli tıbbın, adli makamların ve kadınları korumakla yükümlü olan tüm yetkililerindir.

Koruma Kanununun uygulanmasından, kadın cinayeti davalarında cezasızlığı önlemekten nasıl sorumluysa, kadınlara karşı anayasanın zorunlu kıldığı görevleri yerine getirmekten kamu sorumludur. Ve bugünlerde şüpheli bırakılan ölüm sayısının artması; Nadira’dan Aleyna’ya, yeni haberini aldığımız Betül’den, küçük bedeni hala adalet bekleyen Rabia Naz’a uzanan zincirin kırılması, tüm şüpheli durumların aydınlanması devletin çok temel görevidir. Ayrıca Gülistan Doku’da olduğu gibi, hayatta olmasını umut ettiğimiz ama akıbeti hala aydınlatılmamış kayıp olguları da var.

Kadınların başına gelen bütün bu şiddet biçimlerini, yeni cinayetleri ve şüpheli ölümleri önleyecek olan tek şey ise; kamu gücünün, o gizleneceklerini sanan katillerin ayağının altından çekilmesi, kadınların önüne serilmesidir. Nasıl ki, Ayşe Paşalı cinayetinden sonra, kadınları korumayan mevcut koruma kanunu yerine

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gülsüm Kav Arşivi