YOKSULLUĞUN KISA TARİHİ ve BİZİM HALİ PÜRMELALİMİZ

Ülkemiz bugün, açlık sınırındaki asgari ücretiyle, çocuklar ve göçmenler üzerinden kayıt dışına zincirlenmiş emek sömürüsüyle, her yıl inanılmaz sayılara varan iş cinayetleriyle ve sistemli sendikasızlaştırmayla 19. yüzyılın vahşi kapitalizmini Ortaçağ’ın zihinsel dünyasıyla buluşturan distopik bir paralel evrende sürüklenip gidiyor. Bu evrende yoksulluğun alabildiğinde kötüye kullanımı, aşağılanması ve teşhiri var!

Tarih boyunca insanlar en temelde yoksullar ve zenginler olarak ikiye ayrıldı. İnsanoğlu birlikte yaşamı bir toplumsal örgütlenme şeklinde kurgulamaya başladığından beri üç aşağı beş yukarı hep aynı şey olmuştu: Bir yanda emekçiler vardı, diğer yanda ise emek yoluyla üretilen artı değere el koyup bunu yeniden dağıtan efendiler... Bu nedenle yoksulluk ve zenginlik, emekleri sömürülenlerin yeniden dağıtımdan paylarına ne düştüğünden, emekleri karşılığında kendilerine ne bahşedildiğinden bağımsız olarak eşitsizliğin hangi tarafında yer aldığımızla alakalı bir şeydir. Bu durum aynı zamanda bize çağlar boyunca, bu düalizmin mahiyetinde değişimler yaşandığını da hatırlatır. Tarih, zenginlerin zenginlik tarzlarıyla; yani zenginliği yaşama ve gösterme usulleriyle, yoksulların yoksulluk biçimleri ve gündelik yoksulluğun göstergeleri arasında birbirine bağlı değişimler, dönüşümler yaratmıştır.

Mesela, kent uygarlıklarının zengin efendileri şehirlerine ve yarattıkları toplum düzenine büyük bir aşkla bağlanmışlardı. Bunlar, kentlerinin siyasal gücünü güzellikle, mekânın ihtişamlı organizasyonuyla, kent coğrafyasına kattıkları görkemli anıtsallıkla pekiştirdiler ve neredeyse müsrifliğe varan, gösterişçi eli açıklıklarıyla armağan ve yardımları sürdürmekte yarıştılar. Antik kentler olsun, onu takip eden imparatorluk şehirleri olsun baskıyla, kölelikle ve emek sömürüsüyle gelişip biçimlenmişlerdi, doğru, ama artı değerin yeniden dağıtımında kent toplumsallığının payına büyük büyük porsiyonlar düştü. Meydanları, çeşmeleri, odeonları, tiyatrolarıyla; stoaları, hamamları, kolezyumları ve parklarıyla kent dinamik, yaşayan, devinimi hiç bitmeyen bir şenlik yerine dönüşmekteydi. Bu cömertlik sayesindedir ki, yoksulların, muhtaçların ve macera peşindeki sahipsiz kalabalıkların kentlere yönelimi hiç durmadı. Zenginler ve efendiler yoksulluğu, hazzı fakir halktan esirgemeden, yani ihtişamı kamusallaştırarak ve kent mekânlarını herkese açık neşeli salonlara çevirerek yönettiler. Bu bir bakıma, zenginlerin bahtlarına, iyi kadere borçlarını ödemeleri gibi bir şeydi. Yeniden dağıtımın bu bonkörce tarzı kurdukları düzeni sürdürebilmenin bir yolu olduğu kadar, onu sevilmeye, korunmaya ve gerekirse uğrunda ölünmeye değer kılmak istemelerinden de kaynaklanıyordu.

AYİNLERİN SAĞALTTIĞI YOKSULLUK

Kavimler, zengin ve güçlü kent uygarlıklarının üzerinde yükselen Roma İmparatorluğu’nu orasından burasından çekiştirip zayıf düşürdüğünde, kırsalda doğan birikimin oluk oluk kentlere akışı sekteye uğradı. Kentler yavaş yavaş zayıfladılar, eski şaşalı, gösterişli kimliklerini yitirip içlerine kapandılar, surların ardına sakladılar. Bu içe kapanmayla beraber, düzen, akıl, güç, medeniyet ve haz gibi kente dair simgeler birer birer sarsılmaya başladı. İmparatorların, valilerin, kent efendilerinin yerini kabile şeflerinden türeme feodal beyler aldı ve şatoların, burgusların kırsal, sofu ortaçağı başladı. Ticaret hacmi daraldı, pazar yerleri ve işlikler canlılığını yitirdi. Köyler, manastırlar ve şehirler en derin yoksullukların çöküntü yerlerine dönüştü. Kırsal emeğin sömürüsünü şatolarından yöneten beyler, yeniden dağıtımı sadaka ölçeğine kadar indirmeyi başarmışılardı. Bununla beraber, ortaçağ ağaları böylesine derin bir yoksulluğu, sefalet düzeyine düşürülen yaşam standartlarını ve kitlesel serfleşmeyi yönetebilmek için kilisenin desteğine ihtiyaç duymaktaydılar. Bu dünyanın sefaletini katlanılır kılan bir öte dünya ideolojisi yoksul halkları ciğerinden yakaladı. Böylece dünyamız karanlık çağların yoksulları için geçici bir ikametgah olarak etiketlendi ve çekilen çilelerin, yoksulluğun ödülü cennetteki fevkalade hayatlara ertelendi. Yoksulluğu öte dünya düşlerine iliştiren eşitsizliğin bu amansız vidası şatoları saraylara; ağaları beyleri, krallara, lortlara, zengin aristokratlara; şapelleri, kiliseleri katedrallere, domlara dönüştürene ve nihayetinde girdiği bünye Protestan Devrimi’yle çatırdayıp yarılana kadar acımasızca sıkıldı.

SEKÜLER YOKSULLUKLAR UFUKTA BELİRİYOR

Protestan Devrimi en geniş anlamıyla dünyevi hayatın geri dönüşünü müjdeliyordu ve önceki çağların öte dünya ideolojisinin karşısına bir yeryüzü ideolojisi ile çıkıyordu. Buna göre Tanrı, yeryüzünü ve tüm dünya nimetlerini insan için yaratmıştı. O halde dünya nimetlerini elinin tersiyle itmek Tanrı’nın armağanına, yani Tanrı’ya sırt çevirmek demekti. Protestan yaşam etiği yayıldığı topraklarda ve bünyesine girdiği toplumlarda gözünü dünyaya dikmiş, maddi hayatın çıkarlarına duyarlı seküler bir yoksulluğun habercisiydi. O nedenle, sanayi devrimiyle birlikte dünya nimetlerinden kendi paylarına düşeni söküp alabilmek için manastırlardan, tarlalardan, aristokrat efendilerin maiyetinden kopup dalga dalga yeni coğrafyalara, işliklere, atölyelere, fabrikalara akan asri zaman yoksullarını sadakayla kandırmak o kadar kolay olmadı. Sanayi toplumunun yeni yoksulları, zamanın yeni efendilerine, yani burjuvazinin karşısına bir sınıf bilinci ile dikilebilmeyi başardılar. En sefil çalışma koşullarına, dünya nimetlerini doğru paylaşmayı imkansız kılan vahşi kapitalizmin yarattığı eşitsizliklere maruz kaldıkça büyüyen bir sefaletin içinden modern efendilerin korkulu rüyası olan proletarya kültürü doğdu. Burjuvazi yoksulluğu yönetebilmek için önce devletin sopasına bel bağlamıştı, devrimleri kanla bastırıp, işçi sınıfını ezerek zayıflatmayı istedi, ama 20. yüzyıl dönemecinde savaşların ve krizlerin içinden yara bere içinde çıktıktan sonra strateji değiştirmek zorunda kaldı. 19. Yüzyılın vahşi kapitalizmini arkasında bırakıp refah toplumuna geçmeyi denedi. Bunun için kamunun devasa yatırım gücünü ve ideolojik aygıtlarını devreye sokmaları gerekiyordu. Amaç, yoksulların dikkatini sınıf mücadelesinden paylaşım sorunlarına çevirmekti. Emekçiler işyerindeki hiyerarşinin dertlerin yerine mülklerin hiyerarşine dahil olup, tüketme mutluluğunu tattıkça refah yanılsaması büyüdü, sınıf bilinci yaralandı, yoksulluk ve sömürü gündemi ise zayıfladı. Zenginler zenginliklerinden elbette ödün vermediler ama emeğiyle kazananlarla aralarında kültürel bir fark olmadığı duygusunu kuvvetlendirmeyi başardılar. Statü değiştirme ve sınıf atlama hayaliyle güdülenmiş denetlenebilir yeni yoksulluk kapitalist toplum düzenin orta direği olarak sistemi yüklendi ve neo-liberalizmle birlikte gevşeyen refah bağlarının tetiklediği güvencesizlikle, statü kaybı, işsizlik ve yerinden edilme korkusuyla yeniden yüzleşmek zorunda kalınan bugünlere değin onu sırtında taşıdı.

Yoksulluğun, zenginlikten çok ama çok yaygın olduğu bir toplumda, zengini bu ayrıcalığı adabınca yaşamaya davet eden bir kültür vardı. Maalesef eşitsizlikleri yok edemediğimiz gibi, bu adabı, tevazuu da kaybettik, yoksulluğumuz için tutunacağımız hiçbir dal bırakmayana dek değerler sarmaşığımızı budadık, kuşa çevirdik.

ZENGİNLİĞİNİ VE İMANINI KENDİNE SAKLA!

Doğunun rahminden çıkmış olsa da Batı’nın beşiğinde sallana gelmiş bir toplum olarak, ulusumuzun, özellikle asri zamanlar yolculuğu bu hızlandırılmış tarihin bir yerlerine ilişmiş veya iliştirilmiş olarak başladı ve en azından 1980’lere kadar da bu şekilde devam etti. Modern Türkiye neredeyse doğumundan itibaren Avrupa’nın refah ülkelerindeki sosyo-ekonomik ve kültürel yapıları örnek alan bir devletçi kapitalist kalkınma modeliyle yoksulluğu yönetmeyi denedi. Bu ne kadar başarıldı, ne dereceye kadar ilerleme kaydedildi sorusunun cevabı yazının sınırlarını fersah fersah aşar, ama şunu söylemek mümkün ki, benim bildiğim, içinde yaşadığım toplum hep yoksuldu, yoksulluklarla boğuştu ve daima yoksul kaldı. Bununla birlikte zenginliğin, mülk sahipliğinin veya efendiliğin görgüsüzlükle bu kadar içli dışlı olduğu bir dönem hiç yaşanmadı. Belli bir yaşın üzerinde olanlar bilirler; bizler zenginliğin, -hadi o büyük, burjuva zenginlerinden memlekette pek yoktu, hali vakti yerindeliğin diyelim, gözümüze gözümüze sokulduğu bir toplumda yetişmedik. Dedemin kasabasında karşı komşumuz en yakın aile dostlarımızdı; çocuklarıyla birlikte büyümüştük. Evlerinde yediğim yemek bizim evdekinden farklı değildi, kıyafetlerimiz aynıydı, babamın arabası arkadaşımın babasınınkinden belki en fazla birkaç model eskiydi. Komşularımızın kasabanın en zengin ailesi olduğunu ben ancak 18 yaşımda tesadüfen ve şaşkınlıkla öğrendim. Anadolu’da bir laf vardır, derler ki, parayla imanın kimde olduğu bilinmez. Bu söz, insanları zengin veya yoksul, imanlı ya da imansız diye etiketlemeden önce bir daha düşün, bu yaftalar ayağına dolanmasın demektir. Aynı zamanda, bu öğüdü tamamlar şekilde, eşitsizliklerin yakıcılığını dayanılır kılmak için toplumun asırlar içinde biçimlendirdiği bir kültürel emniyet supabının dışavurumudur. Zengine ve iman sahibine ne olduğunu kendine saklamasını emreder. Yoksulluğun, zenginlikten çok ama çok yaygın olduğu bir toplumda, zengini bu ayrıcalığı adabınca yaşamaya davet eder. Maalesef eşitsizlikleri yok edemediğimiz gibi, bu adabı, tevazuu da kaybettik, yoksulluğumuz için tutunacağımız hiçbir dal bırakmayana dek değerler sarmaşığımızı budadık, kuşa çevirdik.   

Ülkemiz bugün, açlık sınırındaki asgari ücretiyle, çocuklar ve göçmenler üzerinden kayıt dışına zincirlenmiş emek sömürüsüyle, her yıl inanılmaz sayılara varan iş cinayetleriyle ve sistemli sendikasızlaştırmayla 19. yüzyılın vahşi kapitalizmini Ortaçağ’ın zihinsel dünyasıyla buluşturan distopik bir paralel evrende sürüklenip gidiyor. Bu evrende yoksulluğun alabildiğinde kötüye kullanımı, aşağılanması ve teşhiri var. Sefaletin ve sömürünün davul zurna eşliğinde, halaylarla kutlanması var, gerekirse simit yenecek diye ahkâm kesen hak edilmemiş meşhurluklar var, hamasetine meze yaptığı Avrupa ülkesinde üretilmiş, dirsekliğinde pudra şekeri zıkkımlandığı son model otomobiliyle hava atan görmemişlik var, göçmene, çıkar kimliğini diye tembih yağdıran üstencilik var, İnstangramda paylaştığı viskili sofrasına otosansür uygularken, sahte içkiye kadar düşmüş garibana alkolik diyen aymazlık var! İşte bizim hali pürmelalimiz budur. Hayır, yoksullukla imtihan edilmiyoruz bugün, imtihanımız asıl bu çürümüş, her yerinden dökülen zenginlikledir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serhat Güney Arşivi