Asabi Dünyada Öfkenin Ta Kendisi Türkiye

Asabi Dünyada Öfkenin Ta Kendisi Türkiye
Hayatın her alanında aile içi şiddetten başlamak üzere evden dışarı adımınızı atar atmaz komşularla başlayan sürtüşmelerin, hatta çocuklar arasındaki itiş kalkışın bir anda aileler arası meydan savaşlarına dönüşmesine...

Hayatın her alanında aile içi şiddetten başlamak üzere evden dışarı adımınızı atar atmaz komşularla başlayan sürtüşmelerin, hatta çocuklar arasındaki itiş kalkışın bir anda aileler arası meydan savaşlarına dönüşmesine şahit olduğumuz distopik bir gerçeklik, ya ekranlarda ya da bizzat şahit olarak hepimizin gözleri önünde.

Pazartesi sabahı sosyal medya hesabımı açtığımda ekrana düşen ilk haber, Ankara’da bir müzisyenin istek parçayı bilemediği için üç kişi tarafından öldürülmesiydi. Konvansiyonel medyada haberin detaylarında, müzisyenin istek parçasını bilemediğinden değil de farklı tarzda söylediğinden hemen oracıkta değil de daha sonra pusuda ağır yaralanıp akabinde hastanede tüm müdahalelere rağmen hayata gözlerini yumduğundan tutun, ölümünün yüzü parçalanarak veya şah damarı kesilerek gerçekleşmesine ve geride bir kız çocuğu bıraktığına hatta faillerin kamu görevlisi olduğuna dair bilgiler cirit atıyordu. Eğer dava sürecine yayın yasağı gelmezse kuvvetle muhtemel çıkan arbedede katledilen müzisyenin küfrettiği ve bundan dolayı ağır tahrik altında kalan sanıkların yine de müzisyeni öldürmek kastıyla değil de korkutmak cihetiyle, hatta kendi canlarını korumak için ellerine geçirdikleri şişeleri kırmak marifetiyle olayın geliştiğini okuyabiliriz. Hatta müzisyenin olay yerinde değil de hastanede öldüğünden hareketle sağlık sistemini toptan topa tutanlar olacağı gibi doktorların yurtdışına hicretinin bilançosundan da dem vurulacağı ve ambulanslara yol vermeyenler yüzünden kentlileşemediğimize dair tezler eşliğinde böyle üzücü hadiselerin yaşanmaya devam edeceğini belirtenler de olabilir. Elbette bu bir kehanet değil, fakat -bu projeksiyonuma dair yanılma payımı saklı tutmak kaydıyla- çocukluğumdan beri okuduğum üçüncü sayfa haberlerinde mevzubahis süreçlerin bu şekilde gelişmesinden hareketle bu olayın akıbetinin de üç aşağı beş yukarı bu şekilde tecelli etmesini bekliyorum. Umarım yanılırım. Zaten şu ana kadar medyaya yansıyan haberlerdeki tarafların birbiriyle çelişen açıklamalarından hareketle usta yönetmen Akira Kurosawa’yı ve kült filmi Raşomon’u anmadan edemeyeceğim.
Bir sosyal bilimci olarak Terentius’un çok sevdiğim ifadesiyle “Ben bir insanım; insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” (Homo sum; humani nihil a me alienum puto) ilkesinin gereği ve 85+ milyonluk bir ülkenin 6+ milyon insanının yaşadığı başkentinde elbette hoşumuza giden gitmeyen her şeyin yaşanabileceğinin farkındayım. Havsalamın almadığı ise eğlenmek üzere herhangi bir yere giden birilerinin istek şarkı gibi incir çekirdeğini bile doldurmayacak süfli bir mevzuda nasıl gözünün dönüp de bir kişiyi yaralamaya hatta öldürmeye kadar işi vardırabildiği. Bir de sanıkların ikisinin bir bakanlıkta müfettiş ve üçüncüsünün de mühendis olarak kamu görevlisi olması toplumsal vicdanı daha da zorluyor. Zira kamu görevlisi olmak amme hizmeti sunmanın gereği olarak daha fazla toleransı bir yaşam biçimine dönüştürmeyi doğası gereği elzem kılıyor. Dahası, müfettiş gibi önemli bir kamu görevlisi olduğunuzda hoşunuza gitse de gitmese de temsil ettiğiniz kuruma halel gelmemesi için daha da hassasiyet göstermek durumundasınız. Bütün bunları geçtiğimde bile sanıkların üniversite mezunu olduğundan hareketle işin sonucunun bir cinayete varabileceğini hesaplamadan kavgaya girişerek nasıl bu kadar analitik bir akıl yürütmeden yoksun kalabildikleridir. Tabii ki aklıma “alınan alkolün etkisiyle” demek geliyor ve bu meretin şişede durduğu gibi şişe dışında da durmadığını hatta bütün kötülüklerin anası olduğunu da biliyorum ama birini öldürecek kadar alkol tüketiminde bulunmak “şunu ağzınızla için” tepkisini de haklı kılıyor.
Aslında toplum olarak her an patlamaya hazır bir bomba gibi öfkeli oluşumuzu sadece alkollü içeceklerin tüketimine çıpalamanın oldukça indirgemeci bir yaklaşım olduğu ortada. Özellikle trafikte ister toplu ulaşım araçlarındaki vakıalar ister araç sürücülerinin kendi aralarındaki kavgalar isterse de sürücülerle yayalar arasındaki olanlar olsun sanki kıvılcımını bekleyen büyük yangınlar gibi arzı endam ediyor her gün. Sadece trafikte mi yaşanıyor bu menfur hadiseler? Hayır, hayatın her alanında aile içi şiddetten başlamak üzere evden dışarı adımınızı atar atmaz komşularla başlayan sürtüşmelerin, hatta çocuklar arasındaki itiş kalkışın bir anda aileler arası meydan savaşlarına dönüşmesine şahit olduğumuz distopik bir gerçeklik, ya ekranlarda ya da bizzat şahit olarak hepimizin gözleri önünde.

Dünyanın En Sinirli İkinci Ülkesi
Küresel araştırma şirketi Gallup tarafından hazırlanan dünyanın en sinirli ülkeleri sıralamasında birinciliği geçen yılın üçüncüsü Lübnan’a kaptıran Türkiye’nin bu ikinciliğe de öfkelenmesi eşyanın tabiatı gereğidir aslında. Bundan hareketle psikolojik danışmanların dilinden düşürmediği kavram ile açıklarsak Türkiye’nin bir “öfke problemi” yok, Breaking Bad dizisindeki meşhur repliğe göndermeyle Türkiye öfkenin ta kendisi. Raporu hazırlayanların da belirttiği üzere bu gazapizmin -rapçi olan değil- arkasında her iki ülkede ekonomik darboğazın tetiklediği sosyal çalkantıların bir yansıması duruyor. Araştırmaya katılanların Lübnan’da yüzde 49’unun Türkiye’de ise yüzde 48’inin kendisini “öfkeli” olarak tanımlaması bile hiddetin vardığı noktayı fazlasıyla gözler önüne seriyor.
Enflasyonun körüklediği hayat pahalılığının sonucunda önce ülke sonra dünya olarak kan şekerimizin yerlerde olduğu aşikâr ve o yüzden sadece bireylerin değil bazı ülkelerin de ergenler gibi sağa sola sataşıp hır çıkararak kendilerini belli etmeye çalıştığı bir dünyada yaşamaktayız. Önce Kırım’ı işgal ve akabinde ilhak ile Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü yerle bir eden Rusya’nın, nasıl olsa kimse ses etmiyor diye daha fazlasına cüret edip tüm Ukrayna’yı birkaç haftada yutma teşebbüsü bu sefer inkıtaa uğradı. Batı’dan “istemezük” sesleri yükselince başta Avrupa’ya yaptığı doğalgaz tedariki olmak üzere dünyayı hem enerji krizine hem de gıda krizine sürükleyerek artık dünya için bir güvenlik sorunu haline gelen bir Rusya ile karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın diplomatik hamlesiyle bir tahıl koridoru açılsa da Rusya’nın bunun daha çok kendisine yaptırım uygulayan ülkelere gidiyor diye anlaşmadan çekileceğine dair haberlerin küresel medyada yer bulmasıyla dünyada yeni krizlerin tetiklenme ihtimali kapıda duruyor. Bütün barışlar ve anlaşmalar gibi tahıl koridoru diplomatik hamlesinin ne kadar kırılgan olduğu ve bir otokratın iki dudağı arasında ne kadar yaşayabilirse o kadar ömrünün olduğu da ortada. Dahası, Rusya nükleer silah kullanma ihtimalinin hiç de uzak olmadığını temcit pilavı gibi kendisine yakın yetkili ama yaşadığımız yegâne gezegenin burası olduğunun farkında olmayan ağızlarda yineletiyor. Tabii bu gelişmeler karşısında ABD başta olmak üzere Batı, Rusya’nın Ukrayna’da böyle bir nükleer silah kullanımının kırmızı çizgiyi aşmak değil üzerinde tepinmek anlamına geleceğini vurgularken, üçüncü dünya savaşının artık uzak bir ihtimal değil gayet olası olduğu zihin ufkumuzda yer ediniyor.
Tüketim Vergisi Kendinden Pahalı Olan Özgürlük
Bütün bunlar yaşanırken dünyada yükselen otoriteryanizm hatta totalitarizm de fakirlikle bütünleşen sarmal eşliğinde bir bataklık gibi günbegün küresel toplumu içine çekiyor. Özgürlük giderek özel tüketim vergisi kendinden fazla pahalı bir metaya dönüşürken kitleler ise “Ne özgürlüğü canım, bu kışı donmadan geçirelim yeter” şeklinde ölümü görüp zatürreye razı olmak tevekkülleriyle dalga dalga faşizme kucak açar hale getiriliyor. Bu noktada “Neo-klasik ekonomi düşüncesinden, epistemolojik bir kopuşu temsil eden heteredoks yaklaşım, günümüzde giderek ön plana çıkan; davranışsal ekonomi ve nöro ekonomiyle daha fazla önem kazanmaktadır” ama bu dönüşüm de kitlelerin problemlerini çözmek için sadra şifa olmuyor işte.
Aşırı sağ, göçmenlerin yerli halkın ekmeğini elinden aldığı argümanıyla yabancı düşmanlığını propaganda malzemesi yaparken, bırakın pastayı ekmek bile azaldıkça yabancı düşmanlığı hortlarken, toplumda fay hatları taze depremler üretmek için tektonize ediliyor. Elbette her organik canlının ontik endişesi varlığını sürdürebilmektir, çünkü öldükten sonra geriye endişelenecek bir şey de kalmaz dünyevi anlamda. Otoriteryen rejimler de insanı insan kılan özgürlükleri önce ucundan kıyısından törpüleyerek sonra da hamuduyla yutarak insanları başta gıda olmak üzere her şeyin ama her şeyin güvenlikleştirildiği bir dünyada kendi canlarından daha fazlasını düşünemez hale getirip olası bütün muhalefet kapılarını kapatırlar.
Sonuç olarak, çok afaki olduğu düşünülebilir fakat, dünyada yoksulluk ve yoksunluk giderek tırmandıkça, ülkeler kısıtlanan özgürlüklerle bir açık cezaevine dönüşmeye başladıkça ve ekonomik zorluklar asayiş problemlerini tetikledikçe devletler ve onları yönetenlerden önce halklar bir üçüncü dünya savaşına teşne hale geleceklerdir. İşte tüm dünyada artan öfkenin arkasında paranın pul olması ve örneğin simit gibi eskiden sıradan olan şeylerin bile giderek lükse dönüşmesinin getirdiği, insanların hayatlarının çalındığı hissinin galip gelmeye başlamasıdır.