Aytuna Tosunoglu

Aytuna Tosunoglu

EVDE

Toplam kırk iki metre kare bir ev.
İçinde bir açık mutfak, bir tuvalet, iki
oda (odalardan biri iki metre genişliğinde
ve beş metre uzunluğunda) ve oturma
odası vardı.
Sekiz kişi, bu evde iki yıl yani yedi yüz
altmış bir gün yaşadı. Hem de hiç dışarıya
çıkmadan. İstisnanız, hiç çıkmadan.
İki aile birlikte saklandılar. Akıl almaz
gibi görünmekle birlikte tarihin içinde
bir gerçek olarak yerini aldı, asıl binanın
içinden gizli bir geçişle girilen bu kırk iki
metre karelik ev. İki yıl, dile kolay.
Aile bireylerinin hepsi ayrı ayrı kendi
depresyonlarını yaşadı. Normal olarak
adlandırdıkları yaşamlarından birdenbire
kopup bu küçük mekânda hayatı devam
ettirmek zordu, elbette. İçlerinden
biri yaşı çok genç olmasına rağmen bu
çözümsüzmüş gibi, sonu gelmeyecekmiş
gibi görünen iki yıl içinde kendi depresyonunu
olabildiğince gizleyip, evdekilerin
mutlu olması, konforlu hissetmesi için
elinden geleni yaptı. İçinde beslediği
umut sayesinde bu günlerin biteceğine
olan inancını sürdürdü. Henüz on beş
yaşındaydı. Hiç dışarı çıkmadan geçen
iki yılın her Pazar gününü, kendi söylemiyle,
“Kanatlarını yaralamak bahasına
kafesin demir çubuklarına çarparak
oradan oraya kendini savuran bir kuş
misali…” içinden, sessiz çığlıklar atarak
geçirdi. Divanda zamansız gelen uykularına
teslim oldu. Zamanı öldürmenin
bilinen en eski yolu.
Evde herkesin sorumlulukları vardı.
En büyük ve herkes tarafından yerine
getirilmesi gereken sorumluluk evde ses
çıkartmadan hareket etmekti. Özellikle
belli zaman aralıklarında hiç ses duyulmasın
diye çorapla yürümek zorundaydılar.
Tahta döşemelerin hangi noktası
diğer noktalara göre daha fazla gıcırdamaktaydı,
hepsi biliyordu. Borulardan
yayılacak su sesi duyulmasın diye
tuvalet kullanımı belli saat aralıklarında
ve isim listesi sıralamasına göre olmak
zorundaydı. Özellikle sessiz kalınması
gereken bu zaman aralığında minimal
hareketlerle hazırlanan yemek yapımı ve
kitap okumayla geçti.
Akşam yemeğinden sonra dinlenen
radyo, üzerine konuşmalar, evde saklanma
dönemi öncesinde yaşanan anılar,
bellekte geri dönüşler… Anne, kız çekişmeleri…
Karı, koca atışmaları… Gece
saat dokuzdan sonra yatma hazırlıkları
başlardı. Bazı mobilyalar kenara çekilir,
yataklara yer açılırdı. Uyuma zorluğu
herkes için geçerliydi.
Dün yazımda virüs salgınını ve bizi
sınırlamasını kastederek şu anda bir
dünya savaşındayız, demiştim. Yukarıda
anlattığım gerçek öykü İkinci Dünya Savaşı
sırasında ailesiyle birlikte Nazi’den
saklanmak zorunda bırakılan on beş
yaşındaki Anne Frank’in öyküsünün küçük
bir bölümüdür. Günlük tuttuğu için
öğrendik, ne yaşadığını. Merak edenler
okuyabilir. Dilimize uzun zaman önce
çevrildi, birkaç defa da basıldı. Sinema
filmi de yapıldı.
Tüm sıkıntılara rağmen, on beş
yaşında bir genç dışarı çıkmadan, iki
yıl, kırk iki metre kare evde yaşamını
sürdürdüyse, şimdi evde durmakta
zorlanan her yaşta insanımıza örnek
olarak Franklerin yukarıdaki öyküsünü
anlatın. İki yıl sonra Gestapo virüsünün
evi basıp hepsini çil yavrusu gibi dağıttığını,
toplama kamplarına gönderdiğini
de ekleyin, anlatırken.
İnsanın bilinç fenomeninin dezavantajlarından
biri gelecek hakkında
endişelenme yeteneği. Geleceğin var
olduğunu biliyoruz ancak, içinde ne
olacağını bilmiyoruz. Evinde evcil
hayvan besleyenler bilir, onlarda öngörülemezlik
ya da belirsizlik, sürekli bir
ihtiyatlı olma, uyanıklık halidir. Süreklidir.
Bizim yeteneğimiz, birazdan ya da
gelecekte olacak olan olayların bilinmez
veya öngörülemez olduğu gerçeği
üzerinde düşünmemizdir. Belirsizliğin
kendisi, izin verirsek eğer bizde sıkıntıya
yol açıyor. Belirsizliğin her zaman
var olduğunu kavrayıp yaşamı ona göre
şekillendirmekte fayda var. Üstelik bu
belirsizliktir, bizim çözümümüz. Belirsizliğimizi sevmek gerekir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytuna Tosunoglu Arşivi