Aytuna Tosunoglu

Aytuna Tosunoglu

BİR İMKANSIZ ZAMAN

Programa biz iki kız dahil değiliz. Babamın bir değerlendirme sistem vardı, “Evlenin de kocalarınız gezdirsin” derdi. Ne gam! İkimiz de yirmilerimizdeyiz ve tabi ki evde yalnız kalabiliyoruz. Kardeşimle içimizdeki sevinç topunu çok sektirmeden gülüşüyoruz. Kollarını açmış bizi bekleyen bayram haftasının özgürlük parıltısı yüzümüze yansırsa gitmekten vazgeçerler, sanıyoruz.

Kendi halinde bir apartmanın giriş katında yaşıyoruz. Bizimkiler gidince ev kocaman oluverecek. Koca ev bize kalacak! İstediğimiz gibi davranabileceğiz! Arkadaşlarımızı çağırabileceğiz! Sabaha kadar oturabileceğiz. İstersek. İstediğimiz müzikleri hem de bağırta bağırta Philips marka pikapta ya da kaset teypte çalabileceğiz.

Mevsim şimdiki gibi bahara çalıyor olmalı…

En son, kapıdan çıkarken “Aç kalmayın!” diyerek el salladı, annem.

Buzdolabı doluydu. Aklımıza gelen en son şeydi, aç kalmamak.

Güzel Günler Çabuk Geçer

Şimdiki gibi bir Ramazan Bayramı’ydı. Biz ona şeker bayramı derdik. Yaşıtlarım bilir.

İlk günler evde ve telefonu kullanma sırası konusunda ufak gerginliklerle geçti. Bir de coşkunluktan organize olamamanın getirdiği sabırsızlıkla. Çok uyursak zaman biz farkında olamadan geçecek. Sırayla küveti doldurup keyif çatamadan, televizyonun karşısında ve kucakta tabakla VHS video oynatıcıda film izlemeden geçip gidiverecek günler diye bir telaş hali. Aramızdaki yaş farkını (iki yıl, beş ay ben büyüğüm) telefonu daha uzun kullanma hakkı olarak belirledim. Kullanmak deyince ortalama bir, bir buçuk saat telefonu kesintisiz meşgul etmekten bahsediyorum. Her evde tek telefonun olduğu yıllar. Böyle böyle günleri sağdık. Kardeşimin arkadaşları geldi, gümbür kıyamet eğlendiler, yediler, hep beraber dışarı çıktılar. Kardeşimin dönüşünü uyumadan bekledim. Sonra benim arkadaşlarım geldi. Buzdolabında kalanları da biz tükettik. Her şeye güldük. Kardeşime arkadaşımın evinde kalacağımı, ertesi sabah döneceğimi söyleyerek ayrıldık evden. Bizimkilerin dönmesine bir buçuk gün kalmıştı.

Bir Telaş ve Korku

Sabah apartmanın ağır demir kapısını anahtarla ve itekleyerek açtığımda yanık kokusu sardı. Ne bu dememe kalmadan bizim evin kapısını ardına kadar açık buldum. Endişeyle kapının eşiğinde durup tam kardeşime seslenecektim ki önümde bitiverdi. “Hah, geldin mi?” Gözlerinde telaş, korku, her şey var. Sordum, “Ne oldu?” Koku içeri girince iyice ağırlaştı. “Anlatacağım ama kızmak yok, tamam mı…” dedi. Sesinde yardım çağrısı. Akşam dolapta yiyecek bir şey kalmadığını görünce patates kızartmaya karar vermiş. Tavaya yağı koymuş ve ısınmasını beklerken telefon çalmış. Telefon evimizin girişinde ona ayrılmış özel yerinde olduğu için tavayı ocakta bırakıp telefona gitmiş. Hatırladığı kadarıyla yarım saatten fazla konuşmuş. Sonra bir koku duymuş. Telefonu kapatıp kokuyu takip edince mutfaktaki cehennemi görmüş. Panikle içeri dalmış, ocakta unuttuğu tavanın alevler içinde yandığını, alevlerin mutfak tavanını yaladığını görünce elini sağlama almadan kızartma tavasının kulpuna yapışıp hemen ocağın yanındaki mutfak lavabosuna atmış. Eline sardığı çaputu o zaman fark ettim. Alevler bu defa annemin mutfak perdesini yakmaya başlamış. Perde naylon tabii, şıp diye yanmış. Mutfak eşiğinde durup içeri baktığımda tavanın isten karardığını, perdenin parçalanarak yanmış olduğunu, mutfak dolap kapaklarının da isten nasibini aldığını gördüm. Mutfak halısı sünger gibiydi, üstüne bastıkça minik su göletleri oluşuyordu. Birden kardeşimi evde bırakıp gitmiş olmaktan ağır bir suçluluk duydum. Yanmış avuç içine diş macunu sürerken hem ona hem kendime söylendim. Bizimkilerin gelmesine otuz saatten az bir zaman kalmıştı ve annem mutfağını asla böyle görmemeliydi. Önümüzde bir imkânsız görev!

Aydınlık Mutfak, Bilinmeyen Gelecek

Apartmanın emekçisi Şakir amcaya yalvar yakar, kalmış beyaz badana buldurduk. Boya fırçasını da ödünç ondan aldık. Birimiz beyaz fayansları silmeye, öbürümüz mutfağı boyamaya girişti. Mutfak dolap kapaklarını da güzelce sildik. Kararmış tavayı defalarca ovduk. Camları sildik. Ocağı telle parlattık. Halıyı apartman bahçesinde yıkadık, kurumaya güneşe serdik. Yanan perde yerine annemin bohça içinde sakladığı kumaş kalabalığına başvurmaya karar verdik. Ara ki bohçayı bulasın. Ev küçük ama annemin zulaları büyük. Arada hedeften sapıp, başka bir bohçada beliren eski giysileri üstümüze geçirdik, aynada kişiliklere büründük. Kız kardeşim ne güzeldi… Mutfak perdesinin benzerini bohçada bulamayınca aklımıza şeytanca bir fikir geldi. Benim yattığım odanın perdesi yere kadardı. Ama cam yere kadar değildi. Üstelik camın önünde sırtı dayalı eski ikili koltuk duruyordu. Elimizde makasla ve kararlı adımlarla odama girdik, koltuğu itekledik ve kalın perdenin altında kalan tülü eteklerinden kestik. Kesme biçme işini canım kardeşim yaptı. Dikme işi bendeydi. Evdeki kokuyu geçirmek için bütün camları açtık. Önümüzdeki tek gece nöbetçi ben oldum. Her taraf açıkken uyumak tehlikeliydi. Ne de olsa giriş katındayız. Perdeyi elimde diktim, o gece. Sabah kardeşimle beraber yerine astık.

Uzatmayayım. Bizimkiler geldi. Belli ki güzel geçen bir tatil olmuş. Yüzleri gülüyor, ikisinin de. Kardeşimle bende bir ağırlık, bir olgunluk - aslında yorgunuz ve aynı zamanda endişeli, bakalım mutfakta yangın çıktığını fark edecek mi? Annem neşeyle mutfağına girdi. “Ahh!” dedi, “Aydınlık mutfağımı nasıl da özlemişim! Kızlar, sağolun çok iyi bakmışsınız!” Kardeşimle göz göze geldik. Alnında, saç dibinde kalan minik boya damlasını elimle çaktırmadan silmeye çalışırken, “Sen olmasan ne yapardım” diye fısıldadı.

Peki, kardeşim olmayınca ne yapacağımı ben biliyor muydum ki…

Yukarıda andığım yaşanmışlığımızı ilk ve tek defa hasta yatağındayken hatırladık, beraber. Henüz kırk yaşındaydı, kardeşim. Gülmekten gözlerimizden yaş geldi. Annemin “aydınlık mutfağı”nın nedeninin yeni boyanmış olduğu gerçeğini anneme hiç söylemedik. Sonra birden Şakir Amcayı düşünerek kederlenmiştik. Oğlu trafik kazasında…

Kardeşlerin birbiriyle derin bağı var. Hayatın tüm iniş çıkışlarında beraber olmak için verilmiş bir söz gibi. Kardeşi ölünce insanın, pek çok anıyı paylaştığı bir sırdaşı, bir koruyucusu, bir arkadaşı, bir parçası gitmiş oluyor.

Yara kapanmıyor. Alışıyorsun. Nereye gidersem gideyim, ne yaparsam yapayım hep şunu düşünüyorum, “Ne çok bayram ne çok anı var, sevgili Ayperi’m. Yaşanmamış.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytuna Tosunoglu Arşivi