Güneydoğu'nun kadim rotaları: Tarihin sıfır noktasında medeniyetlerin izinde
İZZET DOĞAN - GAZETE PENCERE
Anadolu’nun her karışı binlerce yıllık tarihinden izler barındıran nadide köşelerinden biri de Güneydoğu Anadolu… Fırat ve Dicle’nin, yüksek tepelerin şekillendirdiği bölgede kadim uygarlıklarına ev sahipliği yapmış Diyarbakır, Mardin, Batman, Şanlıurfa, Adıyaman ile Gaziantep, tarihi ve kültürel zenginlikleri ile lezzet duraklarını bir araya getiren unutulmaz bir doğal rota oluşturuyor. Turistik turların da gözdeleri oluyor.
Diyarbakır: Surların gölgesindeki kültür başkenti
İstanbul çıkışlı ilk durağımız Diyarbakır oldu. Diyarbakır çarşısı, binlerce yıllık tarihiyle karşılıyor misafirlerini. Erken yola çıkıp da kahvaltı fırsatı bulamayanlar mesela ‘ciğer kebap’ ile başlayabiliyor güne.
Diyarbakır Surları, Dağkapı, Ulucami, Anadolu’da bir başka örneği olmayan Dört Ayaklı Minare, tarihte İpek Yolu’nun uğrak yerleri olmuş tarihi hanlar ilk dikkat çeken yapılar. Pek çok bina sönmüş volkanik dağ Karacadağ’ın lavlarından bölgeye dağılan bazalt taşlarıyla inşa edilmiş.

‘‘Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder./ Dante gibi ortasındayız ömrün…’’ diyen Türk edebiyatının ünlü şairlerinden Cahit Sıtkı Tarancı’nın müze evi de Ozan Ahmet Arif’in evi de çarşının yakınında… Ev, Diyarbakır’ın geleneksel mimarisinin güzel örneklerinden… (Kimliksiz, kişiliksiz büyüyen zamane kentlerine baktığımızda o evlerin değeri çok daha iyi anlaşılıyor.)
Fırat’ın kardeşi, Diyarbakır’ın yoldaşı Dicle Nehri üzerindeki tarihi On Gözlü Köprü ile UNESCO Dünya Mirası Listesi'ndeki Diyarbakır Surları’nın heybeti ve Hevsel Bahçeleri seyre doyum olmuyor.
Diyarbakır mutfağı, Güneydoğu standardında; et ağırlıklı… Tabii ki sebzeciler de aç kalmaz. Ciğer kebabı, cartlak kebap, kaburga dolması, mumbar dolması, içli köfte ile burma kadayıf popüler.

Batman: Petrol kuyuları ve Hasankeyf
Batman’a yaklaşınca ‘atbaşı’ dedikleri petrol sondaj kuyuları sağlı sollu kendini göstermeye başlıyor. Bir ara kent yönetimi, ismiyle ilgili ‘‘Yarasa Adam – Batman’a’’ meydan okumaya kalksa da geri adım hızlı olmuş neyse ki…
Ve Hasankeyf… ‘Taşımalı kent’ denilebilir Hasankeyf’e. Dicle Nehri kıyısında. 2020’de Ilısu Barajı’nın suları altında kalacağı için ikinci kez taşınmış şimdiki yerine…
Sıfırdan planlanmış ama belli ki sormamışlar evleri inşa ederken neye ihtiyaçları olduğunu; tarımla, hayvancılıkla uğraşan bölge insanlarına. Kimilerine ev modelleri uymamış, kimileri yerlerinden oldukları halde kendilerine çıkan faturayı karşılayamamış, kimileri de anılarının sular altında kalmasını hazmedemeyip göçmüş başka kentlere…
Her şeye rağmen büyüleyici bir atmosfer…

‘Taşımalı’ Hasankeyf’in tarihi antik çağlara uzanıyor. Binlerce yıllık tarihi eserlerinden taşınabilenler yeni yerleşim yerine taşınmış. Taşınamayanlar sular altında…
Taşınan Zeynel Bey Türbesi, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey anısına 15. yüzyılın sonlarında inşa edilmiş. Türbe, Orta Asya Türk mimarisinin özelliklerini yansıtıyor. Silindir biçimli tuğla gövdesi, işlemeleri ve mavi-turkuaz çinileri ile benzersiz. Türbe, 2017 yılında Hollanda’dan gelen mühendislerin rehberliğinde Hasankeyf'teki Kültürel Park Alanı'na taşındı. Bu yapı, eski Hasankeyf'in hem yok oluşunun hem de kurtarılmaya çalışılan mirasının sembolü gibi.
Mardin: Taşın şiirleşmiş hali…
Mardin’in eski merkezindeki sarı taş evler, birbirinin manzarasını kesmeyecek şekilde inşa edilmiş, dar sokaklara ve kemerli geçitlere (abbara) sahip. ‘Eski merkez’ diyorum çünkü yeni Mardin’in şiirsellikle alakası yok ne yazık ki!
Eski Mardin’in daracık sokaklarında yürürken ufka doğru baktığınızda, uçsuz bucaksız Mezopotamya Ovası uzanıyor.
Bir ara Mardinliler UNESCO’ya başvurup Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmek istediklerini yazmışlar. UNESCO yetkilileri; Mardin’i çok iyi bildiklerini belirterek ‘‘Çok isteriz ama taş evlerin hakim olduğu eski kent merkezinde görünümü bozan bazı yeni apartmanlar var. Kentin onlardan temizlenmesi gerekir’’ yanıtı verince Mardinliler Dünya Mirası olmayı unutuvermiş…

Taş işçiliğinin doruğa ulaştığı, Süryani kültürünün kalbi sayılan Midyat da rotada. Tarihi rotanın önemli mistik durağı, 4. yüzyılda kurulan Süryani Mor Gabriel Manastırı. Cami ve kiliselerin yan yana görüntülenebildiği ender kentlerden Mardin ve Midyat.
Mardin mutfağı, Süryani, Arap ve Kürt lezzetlerini harmanlar. Öne çıkanlar: Sembusek (kapalı lahmacun), ikbebet (haşlanmış içli köfte), alluciye (erikli et yemeği). Ve tabii kadim tariflerle üretilen Süryani şarabı.
Şanlıurfa: Tarihin sıfır noktası ve peygamberler şehri
Kadim rotanın önemli duraklarından biri, insanlık tarihini yeniden yazan 12.000 yıllık Göbeklitepe. Yeni keşiflere uzanan, kazıların sürdüğü, yeni tepelerde yeni buluntuların ortaya çıktığı Göbeklitepe, insanlık tarihi açısından da heyecan verici güzellikte…
Şehir merkezinde ise mistik atmosferiyle ünlü Balıklıgöl (Halil-ür Rahman Gölü) ve hemen yanındaki Hz. İbrahim Mağarası var. Konik kubbeli evleriyle ve bilinen ilk üniversitesiyle Harran da rotanın önemli uğrak yerlerinden.

Şanlıurfa mutfağı, acının ve etin en iyi adreslerinden birisi. Urfa kebabı, lahmacun, etli çiğ köfte, içli köfte, bostana (yaz salatası) öne çıkan lezzetler. Acı hassasiyeti olanlar, bir mekanda ‘‘Çok acı değil’’ diyenlere itibar etmesin lütfen… ‘‘Acı biber ve ekmek’’ siparişleri duymak da hayli olası.
Adıyaman: Tanrıların taht kurduğu Nemrut
Adıyaman'da gezinin hayli zorlu parkuru olan ama bir o kadar da ödüllendirici kısmı kuşkusuz UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki Nemrut Dağı. Kommagene Krallığı'na ait heykellerin ve tümülüsün bulunduğu bu dağ, özellikle gün doğumu ve gün batımında sunduğu manzarayla unutulmazlar arasında.
Kommagene kralı Antiohos Theos, MÖ 62 yılında dağın tepesine, pek çok Yunan ve Pers tanrısının heykelinin yanı sıra kendi mezar-tapınağını da yaptırmış. Kommagene Krallığı, Yunan ve Pers işgaline karşı korunmak için iki taraftan evlilikler yapıldığı için ‘genlerin birleşimi’ni temsil ediyor. Hem Yunan hem Pers akrabalar olunca Kommagene saldırılara karşı korunuyor. Nemrut’taki heykeller ise krallığa o bölgeden gelmesi muhtemel ordulara ‘Biz Yunan ve Pers tanrılarının koruması altındayız’ mesajı vermek için inşa edilmiş…

Nemrut için bir spoiler olacak ama heykelleri ilk kez görecek olanlardan dev heykeller bekleyenler biraz şaşkınlık yaşayabilir…

Adıyaman’ın dövmeç kebabını, içli köftesini tatmak için kent merkezine ilerlerken acı anıların merkezine gittiğimizi anlıyoruz. 6 Şubat depremlerinin üzerinden iki yıldan fazla zaman geçti ama içimiz sızlıyor, depremden sonra devletin günlerce gitmediği, geç müdahale için sonradan ‘helallik’ istenen Adıyaman’da.
Apartmanlar arasında caddelerde ilerlerken, yıkılan evlerin hayaletleriyle dolu sayısız boşluklar, inşa halinde sayısız binalar görüyoruz. Merkeze uzak tepelerde de ‘Ben buraya ait değilim’ diye haykıran dip dibe yapılmış toplu konutlar…
Halfeti’nin büyüsü
Birecik Barajı suları altında kalan Halfeti’de tekne gezisi de turların klasikleri arasında… Halfeti’nin bir kıyısı Şanlıurfa, diğer kıyısı Gaziantep… Baraj gölüne hakim tepede antik Rumkale var. Baraj suları altında kalan eski yerleşim yerindeki caminin su üstünde görünen minaresi ve Rumkale, sosyal medyada fotoğraf paylaşanların gözdesi.

Halfeti’ye özgü karagülün hikayesi de ilginç. Karagül bölgede bir geçim kaynağı da olmuş. Ama fidan alıp evlerine götürenler hayal kırıklığı yaşıyormuş çünkü karagül fidanı, Halfeti’nin bol demirli toprakları dışında bir yere dikildiğinde kırmızı güle dönüşüveriyor. Sihir gibi değil mi?
Gaziantep: Lezzetin başkenti ve Çingene Kızı
Kadim rotanın son durağı, gastronomi başkenti Gaziantep oldu. UNESCO ‘yaratıcı şehirler ağı’ndaki Gaziantep.
Fırat’ın kıyısında Birecik Barajı suları altında kalan Romalıların kurduğu ve Gaziantep’in bir markası haline gelen antik kent Zeugma ve Çingene Kızı da Gaziantep’te.

Prof. Dr. Kutalmış Görkay başkanlığında Zeugma kazıları ve restorasyon çalışmaları uzun yıllardır devam ediyor. Roma dönemine ait benzersiz güzellikteki Fırat Nehri’ne özgü Zeugma mozaikleri, Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi’nde sergileniyor. Müzenin gözbebeği ve sembolü haline gelen "Çingene Kızı" mozaiği dünyaca ünlü. Fırat’ın kıyısında, İş Bankası’nın uzun yıllar süren desteğiyle kazısı tamamlanmak üzere olan ve üzerine çatı yapılıp korumaya alınarak antik kent alanında yakında ziyarete açılacak Muzalar Evi de Zeugma’nın yeni gözdesi olmaya aday.

Gaziantep mutfağını anlatmaya gerek var mı bilmiyorum! Türlü çeşitli kebapları, fıstıklı kebapları, fıstıklı baklavası, katmeri, ünlü Tahmis Kahvesi… Yöresel yemek meraklıları için kuyrukta beklemeye değecek bir adres de ünlü Bakırcılar Çarşısı’nın hemen ilerisindeki restoran, Yesemek…
Kadim kentlere bir ağıt…
GAP turunun kadim rotalarına sahip kentlerinde zaman geçirmek, binlerce yıl öncesinden günümüze uzanan mekanlarına adım atmak, havasını solumak, lezzetleri tatmak, bugünlere uzanan kültürlerin izlerine ilk elden tanıklık edebiliyor olmak gerçekten muhteşem.
Bölgenin inanılmaz bir potansiyeli var. Tarih boyunca doğasıyla, kültürüyle insanlığı besleyegelmiş. Bugün o potansiyel tam olarak değerlendirilemiyor belli ki… Tarım ve hayvancılık, ormancılık gerçek anlamda desteklense, planlı üretim yapılsa, ürünler için ar-ge merkezleri, ürünleri işleyip katma değer yaratacak tesisler kurulsa, turizmle birlikte bölgeyi ekonomik olarak uçuracak bir potansiyel.
Uçsuz bucaksız Mezopotamya, Harran Ovası… Verimli topraklar, zengin tarihi doku ve kültürel mozaik.
Nefes kesici, heyecan verici…
Bir o kadar da can yakıcı…
Can yakıcı, çünkü; o eşsiz yörelerin plansız, çirkin, hoyratça dörtnala yayılan yapılar tarafından nasıl kuşatıldığına da tanık oluyorsunuz.
Kuşkusuz oralara özgü bir durum değil.
Diyarbakır gibi, Şanlıurfa gibi, Gaziantep gibi kadim şehirler İstanbul, İzmir öyle değil mi? Antalya, Bursa, Ankara, Denizli öyle değil mi? Dünya Mirası Safranbolu öyle değil mi? Doğa harikası Kapadokya öyle değil mi?
Antik kentler cenneti Anadolu’da; tarihi geçmişine öykünerek planlanmış, kadim tarihine gölgesiyle kabus olmamış, çirkin yapılaşmayla kuşatılmamış kaç tane kent sayabiliriz?
Yaşadığımız şehirleri temiz tutmayı da öğrenemiyoruz maalesef. Söndürdükleri sigaraları, içtikleri suların şişelerini, paketli ürünlerin ambalajlarını yollara atmamayı, sokaklara tükürmemeyi, çöpleri çöpe atmayı beceremiyoruz. Geri dönüşüm çöplerini ayrıştırmayı söylemiyorum bile.
Peki; pet şişesini, yediği çikolatanın kağıdını Nemrut’un zirvesine, muhteşem Halfeti’nin sularına, antik kentlerin yollarına atanlara ne demeli?
Kaynak:İzzet Doğan