Gökkuşağının altında “güvende” olmak

Geçtiğimiz hafta tehlikeli, farklılığa tahammülsüz, ayrıştırıcı, öfke ve hınç dolu bir söylem düşüverdi önümüze. Resmi dilin söylemiydi bu, zinayı en büyük günahlardan biri kabul eden, Lûtîliği, eşcinselliği, lanetleyen, lanetin hikmetinin de hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesi olduğuyla temellendiren bir dil. Aklı başında herhangi bir hukuk sisteminde nefret suçu olarak değerlendirilmesi gereken bu söylemin zamanlamasının bir salgının orta yeri olması da dilin taşıdığı tehlike potansiyelini arttırması açısından ayrıca manidardı.

Hangi yaşta olduğumuzun bir önemi yoktur, gökkuşağı görünce şaşırırız.
O ne muzip bir sürprizdir, aniden ortaya çıkar, hiç beklemedimiz bir anda, yağmurdan hemen sonra. Beyaz ışık sudan bir prizmadan geçerek katmanlarına ayrılır, kendini var eden renklere dönüşür. Yedi rengin kırılgan sağlamlığını, rengin “esas” ını gösteriverir bize, geldiği gibi aniden yok oluverir sonra.
Tıpkı gerçek aşk gibi.
Aşkın neresinden bakarsanız kendinizi farklı göreceğiniz prizmasına, aniden geliveren, muzip, sürprizli, çocuksu, şaşırtıcı, hem kırılgan hem sağlam yansımasına ve sizi siz yapan katmanlarınızı ustaca ayrıştırıvermesine, bilmediğiniz esasınıza şaşırarak bakmanızı sağlayan saydam yüzeyine ve yine geldiği gibi gidivermesine ne kadar da yakındır gökkuşakları.
San Fransisco’lu sanatçı Gilbert Baker, 1978’de “Irkların Bayrağı” olarak bilinen 5 renkli bayraktan esinlenerek sekiz renkli bir bayrak tasarladı, tasarımı LGBT aktivistlerinin sembol çağrısına verilen bir cevaptı. Baker’in bayrağında sekiz renk vardı: Pembe, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, çivit ve menekşe. Bir diğer deyişle; cinsiyet, hayat, sağlık, güneş, doğa, sanat, uyum ve ruh.
Bayrak baskı için fabrikaya gittiğinde pembe renk bulunamadı ve renk sayısı yediye düştü. Aynı yılın Kasım ayında yaşanan Harvey Milk cinayetinin ardından –ki kendisi eşcinsel kimliğini açıklayarak belediye meclis üyeliğine seçilen ilk politikacıydı- düzenlenen protesto gösterisinde bayrağın ilk kez kullanılmasına karar verildi, ancak yürüyüşün yapılacağı caddenin iki yanına eşit sayıda renk yerleştirebilmek amacıyla bu kez de çivit rengi bayraktan çıkarıldı ve LGBT bayrağı altı renkle son halini aldı.
Bugünse bu capcanlı, sıcak ve gökkuşağını üzerinde taşıyan bayrak onurun, umudun ve farklılığın temsili. Ne güzel değil mi?
Geçtiğimiz haftaysa tehlikeli, farklılığın var oluşuna tahammülsüz, ayrıştırıcı, öfke ve hınç dolu bir söylem düşüverdi önümüze. Resmi dilin söylemiydi bu, zinayı en büyük günahlardan biri kabul eden, Lûtîliği, eşcinselliği, lanetleyen, lanetin hikmetinin de hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesi olduğuyla temellendiren bir dil. Aklı başında herhangi bir hukuk sisteminde nefret suçu olarak değerlendirilmesi gereken bu söylemin zamanlamasının bir salgının orta yeri olması da dilin taşıdığı tehlike potansiyelini arttırması açısından ayrıca manidardı.
Tüm bunların yanında –eşcinsellikle ilgili çoğu hınç ve nefret dolu hemen tüm söylemlerde olduğu gibi- bu dil başka bir tuhaflığı da taşıyordu içinde. Eşcinsellik köksüz ve tarihsizdi, sanki biraz önce ülke topraklarından giriş yapmıştı ve beraberinde bir salgını getirmişti. Yaratılmak istenen etkinin planlı olduğu belliydi ama ya arkasındaki motivasyon? O neydi?


Samuraylar Arası Aşkın Şiir-Düzyazı Arası Uçuşan Öyküleri
İhara Saikaku (1642-1693) 17. yüzyıl Japon edebiyatını yeniden canlandıran en önemli isimlerindendir, bir şair ve aynı zamanda roman ve öykü yazarıdır. Geniş bir okur kitlesine sahiptir, çünkü tüccarların, kibar fahişelerin ve samurayların sıradışı aşk hayatını canlı bir dille anlatır.
Saikaku’nun içinde 13 kısa aşk öyküsü bulunan “Samuraylar Arasında Aşk” kitabı 1687’de yayınlanır, kitabın orjinal adı “Danshoku Ookagami” tam çevirisiyle “Erkekler Arasındaki Aşkın Büyük Aynası” dır. Öykülerin neredeyse tamamı aşkı ile onuru ya da sadakati arasında bir seçim yapmak zorunda kalan samuraylara aittir ve sonun ibresi ölüme dönüktür.
Kitabın günümüzdeki eşcinsellik teması üzerinden ilerleyen yazınının aksine basit, sakin, trajedi içermeyen, olağan anlatımı, eşcinselliğin toplumun ve gündelik yaşamın sorgulanmaya yer bırakmayan normal bir parçası olduğuna işaret eder, dilin kullanımı da aynı basitlikte, aynı sakinliktedir. Uzakdoğu edebiyatının her seferinde daha da sadeleşerek çoğalan haiku geleneği gibi, öyküler içinde dolaşabileceğiniz boşluklara yer verir.
Az önce sorduğumuz sorunun, eşcinsellikle ilgili yaratılmak istenen, ona atfedilen köksüzlük ve tarihsizlik algısının arkasındaki motivasyonun ne olduğu sorusunun cevabıysa kitabın Murathan Mungan tarafından yazılmış enfes önsözünün içinde saklı. Mungan, resmi tarihlerin yok etmeye ya da varlıklarını görmezden gelmeye çalıştıkları ulusların ve kavimlerin geçmişini inkar etme ve tarihsel köklerini gizleme pratiğine sahip olduklarını hatırlatırken, eril iktidarların da aynı pratik içinde konumlandıklarını söyler. Erkek egemen iktidarlar eşcinselliğe sürekliliği olan geleneksel bir tarih kazandırmak istemezler, onu köksüzleştirir, tarihin arızi dönemlerinde –dikkat, tıpkı içinde yaşadığımız dönem gibi- yozlaşma belirtisi olarak ortaya çıkan bir soysuzluk gibi algılanmasını sağlarlar. Mungan devam eder: “Eşcinselliğin eskiden beri var olmayan, ancak çöküş dönemlerinde ortaya çıkan bir yozlaşma gibi sunulması, onun aynı zamanda yok edilebilir, giderilebilir –bu dönemin yaygın söylemiyle iyileştirilebilir- düşüncesini de toplumun bilinçdışına kazır. İdeolojik aygıtlar bir kez kurulduktan sonra kendi kendine de çalışır.
Aşk ve Kaybetme Üzerine Bir Güzelleme
Ang Lee’nin 2005 yapımı Brokeback Mountain filmi ilk bakışta eşcinsel kovboylarla ilgili gibi görünse de aslında en geniş anlamıyla sevgi, aşk ve kaybetme üzerine bir yanıyla şiirsel bir metin diğer yanıyla ise bir incelemedir. Ennis ve Jack, Brokeback Dağı’nda bir çiflikte bir yaz boyunca beraber çalışırlar ve birbirlerinden etkilenirler. Hızla aşka dönüşen bu etkilenme, her ikisinin de evliliklerinin getirdiği engeller ve uzun aralıklara karşın 20 yıl devam eder.
Öykünün belki de en can alıcı noktası beraber geçirdikleri ve aşklarının ete kemiğe büründüğü ilk yazın sonunda gelen ayrılık anıdır. Vedalaşmadan önce bir yamaçta güreşirler, bu eylem şefkat içerdiği kadar öfke de içermektedir. Bu dövüşün sonunda ikisinin de kanı akar. (Erkek egemen iktidarın gündelik hayat yapılanmasında şiddet ve şehvetin birbirlerinin iki yüzü olduğunu ve bu durumda sevişme ile dövüşmenin aynı kapıya çıktığını yazar Mungan)
Yirmi yılın sonunda Jack bir kaza sonucu ölür, Ennis acılı aileyi ziyarete gider ve sevgilisinin çocukluğunun geçtiği odaya girer. Her ikisinin de kanlı gömleğinin iç içe askıda durduğunu gördüğü an filmin diğer tepe noktasıdır. Darian Leader Depresyon, Yas ve Melankoli isimli çalışmasında bu sahneyi “Beraber (iç içe) asılı gömlekler mükemmel birliğin yaşayan insanlar arasında değil sadece onların temsilleri (gömlekleri) arasında tesis edilebileceği” şeklinde analiz ederek son noktayı koyar.
Ne kadar insana dair değil mi?
Ötekileştirmeden, hınç dolu bir dilden, narsistik önyargı ve onun kendine benzemeyen herşeye duyduğu öfkeden, kendi cinsine olan aşka karşı ölesiye korkudan ve bu korkunun başkalarında bu aşkı gördüğünde dönüştüğü nefretten arınmanın yolu insana dair olan herşeyi önce kabul etmekten sonra sevmekten geçiyor olabilir mi?
Biz gökkuşağına geri dönelim.
Onun sürprizlerine ve çeşitliliğine saygı duyulan güvenli bir dünyada yaşamayı ummaktan başka ne gelir elimizden?
Samuraylar Arasında Aşk, Ihara Saikaku, Çev: Fatih Özgüven, Okuyan Us Yayınları, 2004

Yazan: Anıl Özgünç

Önceki ve Sonraki Yazılar
Anıl Özgüç Arşivi