İşte bunlar da Alevi!

İşte bunlar da Alevi!
Bırakın dünü, yalnızca son 40-50 yılda onca katliamın yaşandığı ülkemizde, neden dün bir Başbakan, bugün bir Cumhurbaşkanı veya muhalefet parti liderleri gidip Maraş’a bir karanfil bırakıp, özür dilemez?Gerçeklerle...

Bırakın dünü, yalnızca son 40-50 yılda onca katliamın yaşandığı ülkemizde, neden dün bir Başbakan, bugün bir Cumhurbaşkanı veya muhalefet parti liderleri gidip Maraş’a bir karanfil bırakıp, özür dilemez?

Gerçeklerle yüzleşmek istemeyenler hep “kardeşlik edebiyatı” yaparlar. Yüzleşmekten kaçmak için inanmasalar da döne dolaşa “Biz de ayrımcılık yoktur, biz etle tırnak gibiyiz” masalı anlatırlar, sonra da uzun uzun “yaraları kaşımayalım” vurgusu yaparlar. Konuşmanın finalinde ise ya kapı komşusunun ya askerlik veya okul arkadaşının “Alevi” olduğunu ballandırarak anlatırlar…
Kurgu böyle olunca da siyasi cinayetlerde ve katliamlarda sorumluluğu ya “dış güçlere” ya da “birkaç meczuba” yıkarlar ve sorumluluktan kurtulurlar!
Katliamlara “katliam” yerine “olay” denmesinin arka planında hep bu gerçeklerden kaçma hali vardır. Fatura hep bir başkasına kesilir ve rahatlanır!
Bu yüzden neredeyse bir devlet geleneğine dönüşecek şekilde hiçbir siyasi cinayetin ya da katliamın siyasi sorumlusu yargı önüne çıkmaz, çıkarılamaz!

Çünkü yüzleşmek, yıllarca aynı şehirde, aynı mahallede, aynı sokakta belki de aynı binada altlı üstlü oturduktan, zaman zaman da selamlaşıp sohbet ettikten, aynı bakkaldan alışveriş yaptıktan, çocuklarının birlikte oynamasına izin verdikten sonra, bir gece ansızın o komşunun kapsını “x” ile işaretleyip “işte bunlar da Alevi” diye hedef göstermeyle, güpegündüz öldürülmelerine seyirci kalmakla, dolaylı dolaysız destek vermekle, bu vicdansızlıkla, kinle, nefretle yüzleşmek anlamına gelir!

Çünkü herkes biliyor ki, bu katliamlar “üç-beş kişinin eseri” değildir!
Maraş katliamı başta olmak üzere, Madımak örneğinde de görüldüğü gibi bütün katliamlara on binlerce kişi fiili olarak katılmış…
Ama öldürerek, ama tekbir getirerek, ama katledilmesi gerekenleri işaret ederek!
Maraş’ta Alevinin evini işaretleyerek, Madımak önünde çocuğunu omzuna alıp “yakın ula yakın” diye bağırarak…
Çünkü her şey bir yana, yüzleşme demek, katliamlara “olay” demeyi bitirir. Haksızlığa, adaletsizliğe, kine ve nefrete, cinayete ve katliama, etnik ya da dini kimliğe göre cevap vermeyi ortadan kaldırır.
Çünkü katliamla yüzleşmek demek, dosyaların yeniden açılması, dönemin siyasi sorumlularının yargı önüne çıkması ve o katilleri savunanları da yeniden deşifre edilmesi anlamına gelir!
Zor olan budur. Yüzleşmekten kaçışın nedeni de budur!
Yüzleşme olmayınca, hukuk bütün vatandaşlara eşit işlemeyince ve siyasi sorumlular ortaya çıkartılmayınca Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Musa Anter, Hrant Dink ya da Tahir Elçi gibi onlarca siyasi cinayetin faili “tetikçiler” dışında hep “faili meçhul” kalır!
Maraş gibi, Madımak gibi, Gazi gibi katliamlarda ise yalnızca “tetikçi sayısı” artar ama asıl failler yani siyasi karar vericiler asla yargı önüne çıkmaz. Aradan 45 yıl geçmiş olsa da Maraş katliamının üzerindeki “gizlilik örtüsü” kalmaya devam eder!
Dava süreçlerinde ise katliam sanıkları katliam gerçeğini gizlemek isteyen avukatlar tarafından savunulur, örneğin Sivas Madımak katliam davasında olduğu gibi bu avukatlar daha sonra Genel Müdür, Milletvekili hatta Bakan olarak ödüllendirilirler. Üstelik ödüllendirme yalnızca avukatlarla sınırlı kalmaz, sanıklar da ödüllendirilir! Örneğin Maraş katliamının bir numaralı sanığı Ökkeş Kenger önce beraat eder, sonra milletvekili, sonra da “çözüm sürecinin kanaat önderi” olur!

Durum böyle olunca, halen linç kültürünün yaşandığı, insanların etnik ve dini kimliklerine göre kutuplaştırıldığı, dinin hayatın her alanına nüfuz ettiği bir ortamda kardeşlikten, eşitlikten, yüzleşmeden bahsetmek koca bir yalandan öteye geçmiyor…

Türkiye’nin de bir Brandt’ı olmalı!

Almanya’nın Başbakanı ve sosyal demokrasinin efsane lideri Willy Brandt Almanların 5 milyonu aşkın Polonyalıyı katletmesinden dolayı Nazilere Başkaldırının sembolü anıtın önünde diz çöküp, "Alman tarihinin en karanlık noktasında ve öldürülen milyonlarca insanın sırtımıza yüklediği o ağır yük ile eğildim. Sözün bittiği yerde insanlar ne yaparsa, onu yaptım” dediğinde yıl 1970’tir. 
Bu özürden dolayı Alman sağcıları Brandt’ı “vatan haini” ilan ederken, Almanların yarısı bu özrü “yanlış” bulur! Polonya basını bu “özrü” görmez bile! Ama o özür, daha sonra Almanya’nın “resmi politikasına” dönüşür.
Bir Türk ailenin Naziler tarafından yakılarak öldürüldüğü Solingen’deki katliam anıtının her yıl Almanya’da en üst düzeyde ziyaret edilmesinin ya da yine Naziler tarafından öldürülen 8’i Türk 10 kişi anısına yapılan anıt parkın dönemin Almanya Başbakanı Merkel tarafından ziyaret edilerek, “Biz hükümet olarak daha önce mağdur ailelere verdiğimiz sözü tutacağız ve bir daha Almanya’da bu tür olayların yaşanmaması için çalışacağız. Ancak bunun için sadece güvenlik güçlerine değil cesur kişilere de ihtiyaç var” demesi ve Ombudsman Barbara John’un “Her kim bu 10 kişiyi unutursa olası bir siyasi cinayete kayıtsız kalmış olur” demesi tesadüf değil, yüzleşme isteğinin bir sonucudur!

Biz de neden böyle olmaz?
Bırakın dünü, yalnızca son 40-50 yılda onca katliamın yaşandığı ülkemizde, neden dün bir Başbakan, bugün bir Cumhurbaşkanı veya muhalefet parti liderleri gidip Maraş’a bir karanfil bırakıp, özür dilemez?
Yüzleşmek için birinci soru budur!