Kedinin kalbinden sonra sırada 'Masal İstanbul' var
ANQI’nin 2024’te kurduğu uluslararası sanat platformu Hiromita Project’in bir parçası olan bu enstalasyon, Şubat 2025’te ArtAnkara’da büyük ilgi görmesinin ardından İstanbul’a özgü dokunuşlarla yeniden tasarlandı. Çin’de kötülükleri yiyip şans getirdiğine inanılan “wamao” kedilerinden ve Tayvanlı çizgi romanlardan ilhamla yaratılan Hiromita, izleyiciyi kendi içsel çağrısına kulak vermeye davet ediyor. Gazete Pencere olarak bizler de bu çağrıya kulak verip ANQI ile konuştuk.
- Ziyaretçiler eserinizin sadece izleyicisi değil, aynı zamanda yaratıcı bir parçası hâline geliyor. Bu ortak üretim fikri sizin sanat anlayışınızda nasıl bir yer tutuyor?
Sanatın en güçlü yönlerinden biri, hayata dair görünmeyeni görünür kılmak ve sanat alımlayıcısının kendi içsel alanıyla karşılaşabileceği bir atmosfer yaratmaktır. Hiromita Project’in interaktif sanat yerleştirmelerinde, eser tek taraflı bir anlatı değil; katılımcıların yarattığımız çağrışımlara gebe alanla, arzularını ve iç dünyalarını yansıtabilecekleri ve yeniden yorumlayabilecekleri bir yüzey olur. 2021’den beri yerleştirmelerimde yansıtmalı pleksiglaslarla izleyicinin esere dahil olduğu anlar yakalıyordum. İlişkisel estetik öğesinin güçlü olduğu ortak üretime ise 2024’te Çin’de BFM Art Center ile düzenlediğim bir haftalık açık hava yerleştirmesinde çocuklarla ilk kez geçtim. Ana karakterim Hiromita, çocuklar tarafından defalarca yeniden yorumlandı ve geceleyin parkta rengarenk parlayan heykellere dönüştüğünde, ortak üretim sanat anlayışımda vazgeçilmez bir yere ulaştı.
Hiromita: Kalbin Çağrısına Yolculuk enstalasyonunda, fuar ziyaretçileri çadırın etrafındaki kumaştan nehre ya da İstanbul edisyonundaki balıkçı ağlarına bir kumaş parçası bağlayarak, içsel arzularını dışa vururlar. Bu fiziksel eylem, katılımcıya bir içsel farkındalık alanı sunar. Aynı zamanda bir diğerinin bağladığı dileğe göre dileğini görsel ve sezgisel olarak konumlandırır. Ondan önce gelenleri anar, hisseder. Sadece yerleştirme zamanında değil, kadim şamanik ritüeldir dileklerin somutlaşması. Ayrıca, kendinden sonra oraya gelecekleri sezinler. Sanatçının daha sonra bu katılımcı öğeyi nasıl sergileyeceğine dair de hayal kurar. Sonra kendine dair o düşü hatırlamış bir şekilde, sanatçının onda bıraktığı değil, tamamen kendi yarattığı ve kendine bıraktığı bir anıyla ayrılr. Sanatçı olarak bu alanı açmaya ve tutmaya çalışıyorum. Esas anlatıcı değilim—içe dönüşü simgeleyen mekanı onlara sunan, kendi yazacakları anlatı için alan açan kişiyim.
Boşluk, Budist düşüncede verimli ve potansiyel taşıyan bir alandır. Ben de eserlerimde bu tür verimli boşluklar yaratmaya çalışıyorum. Katılımcı, bu boşlukla karşılaştığında kendi hayal gücünü, niyetini ve sezgisini devreye sokar. Onu doldurur. Benim görevim, onu süreçte tutmaktır. Deneyimini kesintiye uğratmamaktadır. Ancak bu şekilde eser yalnızca bana ait olmaktan çıkar, herkesin katkısıyla yaşayan bir organizmaya dönüşür. Bu karşılaşma ve birlikte oluşturma alanı, benim sanat anlayışımda çok merkezî bir yere sahip; çünkü sanatın içsel dönüşümü gerçekten tetikleyip tetiklemeyeceğini keşfediyorum. “Sanat iyileştirir, dönüştürür” gibi beylik lafların ötesindeki potansiyeli araştırıyorum.
- İstanbul’a özgü renkleri, sembolleri ve masalları bu enstalasyona taşıyarak şehrin ruhunu nasıl yorumladınız? Bu bağlamda İstanbul sizin için neyi temsil ediyor?
Hiromita: Kalbin Çağrısına Yolculuk yerleştirmesinin ArtContact İstanbul Fuarı’nda gerçekleşen edisyonunu İstanbul ruhuna uyarlamakta, küratörüm Dr. Çağatay Olgun’un katkıları çok değerli oldu. Dr. Olgun’un kurucu direktörü olduğu Tilki Sanat’la olan iş birliğimiz, bu yerleştirmeyi mekâna ve kentin kültürüne özgü hâle getirmemi sağladı. İstanbul tarihsel kent dokusunu, renk belleğini ve Boğazı işledik.
İstanbul’un renk hafızasını ve kültürel dokusunu temsil eden Bizans’ın altın ve mor tonları, Osmanlı’dan gelen İznik Çinisi mavileri, Lale Devri pembeleri, Boğaz’ın turkuazı ve surların bejleri gibi Dr. Olgun’un sunduğu renk paleti üzerinden kumaşlarımı ve eser renklerini belirledim. Yerleştirmenin merkezindeki içsel evi temsil eden çadır formuyla ilgili, Dr. Olgun, İstanbul’un en önemli simgesi Boğaz’a odaklanmamı önerdiğinde, çadırın arkasını açarak Boğaz gibi bir geçit haline getirdim. Bu küratör Dr. Olgun ve bana, fuardaki çadırın yerleşim planında yeni olasılıklar sağladı. ArtAnkara edisyonundaki çadır kapalı bir çadırdı. Haliyle çadır bir geçit haline geldiğinde ve arka kapısı açıldığında, yayıldığı arka plan geniş bir denizi simgeleyebildi. ArtAnkara’da dilek nehrini temsil eden kumaşların içinden akan bir altın renkte zincire kumaşlar bağlanırken, Dr. Olgun, İstanbul edisyonu için daha organik dokusu olduğu için iplerle bir katılımcı bağlama mekanizması önerdi. Hayal gücümde o ipler balıkçı ağı oldu. Katılımcıların Düş Denizi’ndeki ağlara dileklerini bağladıklarını, sanatçı olarak balıkçı ağlarıyla düşleri yakalayıp gerçeğe çeken bir balıkçı olduğumu hayal etmeye başladım. Küratöryel süreç İstanbul’un kültürel, tarihsel ve coğrafi ruhunu yakalamakta bana bu anlamda hem ilham verdi hem de mekana özgü hale getirmemi sağladı.
Yerleştirmedeki heykellerden biri, çadırın orta yerinde, dengesizce duran, içindeki inşaat zeminine benzer dokusu gözüken, epoksiden kalın bir tabanın üstünden yükselen beyaz biyoplastik bir Hiromita kedi kafasından oluşan heykeldi. İstanbul’da yaşayanların deprem kaygısını yediğini hayal ettim o heykelde. Asırlar boyunca yıkıldıkça yeniden kurulan, kültürel ve tarihsel zemini sağlam olsa da fiziki zemini korkutan İstanbul’un o tekrar tekrar kurulan yapısını anlatmaya çalıştım. Eser, katılımcıları çok etkiledi.
Bu yerleştirmeyi üretirken bir de kişisel geçmişimde İstanbul Boğazıyla ilk karşılaşmamı hatırladım. İstanbul’u ben ilk kez bir Anadolu Türk masalında okudum. 1800’li yıllarda derlenen ilk Türk Masallarından olan özellikle “Billur Köşk ile Elmas Gemi” masalındaki başlangıç sahnelerinden birinde, prensesin İstanbul boğazını ilk gördüğü sahne bana ilham verdi. Çocukken okuduğum bu masalda, yerin yedi kat altında bir odada tutulan prenses, bir gün tepe pencereyi kırar ve ilk defa İstanbul’u, boğazı görür, hayran olur. Bu sahne beni çok etkilemişti—çünkü bir içsel uyanışı İstanbul Boğazı’na bağlıyordu.
Bu bağlamda, İstanbul bu yerleştirmede hem çok katmanlı bir hayal, hem korunmuş bir tarih, hem de dönüşmekte olan bir dünya olarak tekrar yaratıldı. İstanbul’un ruhu, Hiromita’nın içsel çağrısıyla buluşunca ortaya hem evrensel hem de çok yerel bir deneyim çıktı. Bu bağlamda ArtContact İstanbul’da yer almak, projenin çokültürlü ve çok-katmanlı yapısını görünür kılmak açısından benim için anlamlı oldu.
Bir sonraki İstanbul edisyonunda ise bu sefer sadece bir sahnesini paylaştığım Billur Köşk ile Elmas Gemi masalındaki Billur Köşk’ü, elmas gemiyi ve masalın diğer öğelerini bir araya getirerek Masal İstanbul’u işlemeyi düşlüyorum. Gerçeğin içerisinde çok fazla barınmak yerine hayal düzlemine geri gitmek ve sizleri de oraya çekmek istiyorum. Eserlerimde verdiğim kültürel, tarihsel, mitolojik referanslar, daha evrensel bir anlatıya kolay girebilmeniz içindi. Bundan sonra düşlerin, potansiyelin, henüz var olmamış olanın olduğu büyülü alana girmeye hazır İstanbul.
- Eserinizde yer alan Dilek Nehri ve İçsel Ev gibi öğeler aracılığıyla insanlar kendi arzularını görünür kılabiliyor. Bu fiziksel katılımın, izleyicinin deneyimini nasıl dönüştürdüğünü düşünüyorsunuz?
Bu katılımcı öğeler, ziyaretçinin içsel bir keşif yolculuğuna aktif olarak katılmasını sağlıyor. Yaşamda gerçekleştirmek istedikleri dilekleri ellerimle tek tek kesip hazırladığım bir kumaş parçasına bağlayıp Dilek Nehri’ne veya Denizi’ne ekleyen her kişi, sadece kendi iç sesini değil, başkalarının da dileklerini görerek kolektif bir bağ kuruyor. Bu, çok insani ve samimi bir karşılaşma yaratıyor.
Ayrıca şunu da eklemek isterim: Ben oradayken, ziyaretçilere fiziksel olarak da eşlik ediyorum. Onlara “Ben balıkçıyım,” diyorum. “Siz dileğinizi söylediniz; ben onu düşler denizinden yakaladım. Artık sizinle.” Bu sözlerle bir güven ilişkisi kuruluyor ve insanlar kendi arzularına, dönüşüm potansiyellerine farklı bir inançla bağlanıyor.
İnsanlar sadece dileklerini bırakmıyor, birbirlerinin niyetlerini de görüyorlar. Bu görünürlük, görünmez, derin bir bağ yaratıyor. Aynı kumaş zincirine bağlanan dilekler arasında bir tür sessiz empati oluşuyor.
Dilek Nehri aslında hayatın akan ritmini temsil ediyor. Her kumaş parçası, katılımcının kendine verdiği bir söz—bazen bırakmak, bazen başlamak üzerine. Ve bu fiziksel katılım bir izleme değil, bir adım atma hali.
İzleyici, çadırın içine girdiğinde sadece bir mekâna değil, kendi kalbinin içine adım atıyor. Sakinleşiyor. Orada yazılarla, aynalarla, ışıkla, sorduğum sorularla karşılaşıyor. “İçindeki hangi düşler hayata geçmek istiyor?” Ve ben oradaysam (ki çoğunlukla oradayım), onlarla birebir konuşup bu ritüelin bir parçası oluyorum.
Benim için sanat sadece izlemekle sınırlı bir deneyim değil—bedensel, duygusal ve sezgisel bir katılım alanı. Hiromita Project, klasik anlamda bir sanatçının kişisel ifade alanı olmaktan çok, sanatçının bireysel egosunun ortak yaratılan mite karışıp yok olduğu ve sanatın kolektif bir ritüele evrildiği bir platform. İzleyiciyi sadece gözlemleyen bir konumda bırakmak yerine, onu aktif bir katılımcı olmaya davet ediyorum. Bu bir ortak rüya görme alanı. Onlara kendi iç masallarını yeniden yazabilecekleri bir alan, tefekkür çadırı / mekanı sunuyorum.
Sanatçı olarak ben de, katılımcı olarak onlar da, bu karşılaşmadan derinden hissederek ve belki bir parça dönüşerek ayrılıyoruz.
- Sanat kariyerinizde birçok farklı kültürel coğrafyada bulundunuz. Bu çeşitlilik, Hiromita projesi gibi çok katmanlı anlatılar üretmenizde nasıl bir etki yaratıyor?
Bu özel soru için teşekkür ederim. İki kültürlü bir çocuk olarak büyüdüm—bir yanım Tayvan’da, diğer yanım Türkiye’de şekillendi. Ardında ABD’de eğitim hayatım devam etti, bir süre İstanbul’da çalıştım. Hiçbir kültürde tam anlamıyla aidiyet hissedemediğim bir çocukluk geçirdim. Bu eksiklik hissi, zamanla bir arayışa, özleme, sonra da bir üretim biçimine dönüştü. Belki de bu yüzden, içsel aidiyet duygusunu merkezine alan Hiromita karakterini yarattım.
Hiromita, bir çatı kedisinden (wamao) çadırını alıp yola çıkan bir yol arkadaşı hâline gelirken, benim de içsel dönüşümümü temsil etti. O, bir yere ait olmaktan çok, kendine ait olmayı anlatıyor. Bu mesaj, özellikle çok kültürlü, çok katmanlı anlatılar oluşturmamı mümkün kılıyor. Antik Yunan Felsefesi, Asya mitolojisi, Türk şamanik kültürü, Mevlana öğretileri, popüler Asya görsel kültürü, Çin kaligrafisi gibi farklı kültürel ve görsel öğeleri özümseyerek, içlerini boşaltmadan sentezleyebiliyorum.
Bugüne dek Çin’den Türkiye’ye, Güney Kore’den ABD’ye uzanan projelerde, her kültürden izleyicinin Hiromita’yla kendi bağını kurduğunu gözlemledim. Bu da bana şunu gösterdi: Kültürel farklılıklar bir engel değil, tam tersine daha derin bir ortak deneyim yaratma potansiyeli taşıyor. Kültürel öğeler, katılımcının eserle kişisel bağ kurarak evrensel bir deneyime giriş yapmasını sağlıyor.
Hiromita Project’in çok-katmanlı anlatılara alan açan interaktif yerleştirmeleri hem kişisel hem kolektif hafızalara dokunabildiği için yerelin kutsandığı evrensel bir sanat diline dönüşebiliyor. İşte bu yüzden, bu platformu farklı kültürel zeminlerde yeniden kurmak ve dönüştürmek, benim için yalnızca sanatsal değil, varoluşsal bir yolculuk.
Kaynak:Nilay Can