42. İstanbul Film Festivali dolu dizgin!

Dünya sineması ve ülkemiz sinemasında yaşanmakta olan yaratıcılık krizi giderek büyüyor. Sinema ve sanat yaşamı anlatır. Ama bu betimleme şüphesiz kuru bir gözlemcilikle bu işlevin yerine getirilmesi anlamını taşımaz. Sanatın sacayaklarından biri yaratıcılık diğeri ise estetiktir. Günümüz dünyasında yaşanmakta olan küresel iklim krizi, bölgesel savaşlar, kaynakların eşitsiz paylaşılması ve başka pek çok olumsuz olgu; yaşamın dinamiklerini ve örüntülerini de değiştirdi. Şüphesiz her dönem kendi içinde ve sanatın yaşamı yansıtmasıyla oluşan “yeni estetik” de bu bağlamda yaratıcı eylemler açısından değerlendirilmeli.

42. İFF bu yılda zengin bir program ve güçlü bir içerikle festival tutkunlarıyla buluştu ve geçen hafta içeriği hakkında bilgi verdiğimiz çerçevede artık festival sona yaklaşıyor. Sinema 20. Yüzyılın sanatı olarak, diğer büyük ve derinlikli sanatlar resim, müzik, edebiyat gibi yaşamı anlatmadaki etkisini sürdürüyor. Bu etkinin en yoğun hissedildiği örnekleri ise, dünyanın çeşitli coğrafyalarında insanların yaşadıkları ve hissettiklerini film festivalleri sinema tutkunlarının karşısına getiriyor. Bağımsız nitelikli ve sanat sineması örneği filmler, daha geniş seyirci kitlesiyle buluşsa sinemanın dünyanın değiştirilmesine yapabileceği katkı daha güçlü olabilir miydi? Bu soruya kolaylıkla evet ya da hayır diyebilmek mümkün olmasa da, ülkemizde ve dünyanın diğer ülkelerinde film festivallerinin gücü önem taşıyor.

FESTİVALDEN İZLENİMLER

42. Festivalin uluslararası ve ulusal yarışma programında olan kimi filmler hakkındaki izlenimlerimizi okuyucularımızla paylaşalım. Uluslararası yarışma filmlerinden “Su” (El Agua), farklı kuşaklardan üç kadını, anneanne, anne ve kızının yaşamından yola çıkarak ve Avrupa taşrasındaki tekdüzelik ve günümüz gençliği arasında bir virüs gibi yayılan umutsuzluk ve benzeri olgulara yoğunlaşarak anlatan bir film. Elena Lopez Riera’nın yönettiği film, insanların yaşama tutunma çabasına durağan anlatımına karşın etkili bir karşılık oluşturup, yaşamın özünü temsil eden suyu bir metafor olarak kullanarak öyküsünü kuruyor. Bu bağlamda ebeveynleriyle çocukları arasındaki ilişkiler, yer yer iletişimsizlik de Riera’nın filminden perdeye yansıyor. Özellikle genç oyuncu performanslarının öne çıktığını da vurgulayalım.

YAŞAMAK KÖTÜ

“Yaşamak Kötü” (Viver Mal), çok kısa süre önce gördüğüm Portekiz’den bir film. Bu bağlamda filmi izlerken hem öğrendiğim bir kaç Portekizce sözcüğü sınama fırsatı bulup hem de  Avrupa’nın en batısının dibindeki bu güzel ülkeyi ne kadar anlayabildiğimi de test ettim. Saygın Portekizli auteur yönetmen João Canijo’nun ikili filmleri “Yaşamak Kötü” ile “Kötü Yaşamak” aynı otelde geçen filmler ve her iki film de 2023 Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyerlerini yaptı. Festivalin Karşılaşmalar bölümünde gösterilen “Yaşamak Kötü”, aynı otelde konaklayan otelin bazı konuklarının yaşamına bizi adeta röntgencilik ile gözlemcilik arasındaki bir tavır almaya davet eden bir yapım.

Bir hafta sonu boyunca Portekiz’in kuzey sahillerindeki aynı otelde bazı konukların  salt yaşamını değil aynı zamanda günümüz Portekizinin özellikle küçük burjuva yaşam tarzlarına ve filme konu olan insanların yaşadıkları ya da yaşayamadıklarına da gözlemde bulunuyoruz. Bu gözlemlerin içine neler sızmıyor ki: Bir adam, eşiyle müdahaleci annesi arasında kalıyor. Bir anne, müstakbel damadına göz koyduğu için kızını evlenmeye teşvik ediyor. Başka bir anne kendi yaşayamadıklarını kızına yansıtıp onun hayatını kısıtlıyor. Otelin konuklarının hikâyelerini anlatırken August Strindberg’den esinlenen yönetmen João Canijo, bu yıl İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma’nın jüri başkanlığını da yürütüyor.

Dünya sineması ve ülkemiz sinemasında yaşanmakta olan yaratıcılık krizi giderek büyüyor. Sinema ve sanat yaşamı anlatır. Ama bu betimleme şüphesiz kuru bir gözlemcilikle bu işlevin yerine getirilmesi anlamını taşımaz. Sanatın sacayaklarından biri yaratıcılık diğeri ise estetiktir. Günümüz dünyasında yaşanmakta olan küresel iklim krizi, bölgesel savaşlar, kaynakların eşitsiz paylaşılması ve başka pek çok olumsuz olgu; yaşamın dinamiklerini ve örüntülerini de değiştirdi. Şüphesiz her dönem kendi içinde değerlendirilmeli ve sanatın yaşamı yansıtması ve oluşan “yeni estetik” de bu bağlamda yaratıcı eylemler açısından da belirleyici oluyor.

DÜNYANIN EN MUTLU ADAMI

Bosna Savaşı üzerinden yaklaşık 30 yıl geçmesine karşın tüm yıkıcılığıyla etkisini sürdürmeye devam ediyor. Festivalde yer alan ve yakın geçmişte yaşanan bu büyük trajediyi, “Dünyanın En Mutlu Adamı” (Najsrekniot Covek Na Svetot) filmiyle  yönetmen Teona Strugar Mitevska, ismiyle tezat bir şekilde yaşanan bu trajediyi yaratıcı bir yaklaşımla yalnız insanların eş bulmak için biraraya geldiği  ve birileriyle tanışmak ve içlerini döktüğü bir ortam içinde yansıtırken; bu yıkıcı travmanın etkileriyle yüzleşmeye seyircisini davet eden, ayna tutan bir film.

“Onun Adı Petrunia” filmiyle tanınan Kuzey Makedonya doğumlu yönetmen Teona Strugar Mitevska’nın bu yeni filmi dünya prömiyerini de Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünde yaptı. Kırklı yaşlarındaki Asja Saraybosna’da yaşamaktadır. Bekar olan Asja birisiyle tanışma amacıyla bir cumartesi akşamı seri buluşma etkinliğine katılır. 43 yaşındaki bankacı Zoran ile eşleşir. Bu eşleşme çok manidar olduğu kadar özellikle Asja için şok edici olur. Zoran’ın derdi ise aşkı bulmak değil geçmiş günahlarına nedamet getirmektir. Gerçek bir olaydan esinlenen filmin ortak senaristi Elma Tataragic gibi Yugoslavya’nın dağılmasından çok etkilenen yönetmen Mitevska, filmiyle ilgili “Saraybosna’ya yazılmış bir aşk şiiri” diyor. Filmin özellikle tek bir mekanda ve etkili bir koreografi ve mizansen ile yıkıcı bir savaşın travmalarını sinema diliyle anlatmakta etki yarattığını belirtirken; ülkemizde de olduğu gibi genç kuşakların yakın geçmişin travmalarından habersiz şekilde gününü yaşama iştahlarına da vurguda bulunduğunu anımsatalım. Filmin başrol oyuncusu Asja karakterini canlandıran Jelena Kordic Kure’nin ise filmi sürüklemekte temel bir motivasyon kaynağı olduğunu da vurgulayalım.

KOPENHAG DİYE BİR YER YOK

Yönetmen Martin Skovbjerg’in sözleriyle “Kopenhag Diye Bir Yer Yok”, radikal ve trajik bir aşk öyküsü. Aşkın özgürleştirici potansiyeli ve yıkıcı gücü hakkında şiirsel, canlı, çağdaş bir hikâye. Bir genç kadın hiç iz bırakmadan ortadan kaybolur. Erkek arkadaşı, üç ay sonra kadının babasının alışılmadık teklifini kabul eder: Bir eve kapatılacak ve kadının babası tarafından olayların gelişimi kamerayla kaydedilerek sorgulanacaktır. Bu süreç iki âşığın tuhaf ve alışılmadık görünen  hayatının ip uçlarını barındırsa da, gerçeğe sadece seyirci tanıklık edecektir.  İki aşığın alışılmadık ilişkileri şehrin göbeğinde, herkesten ve her şeyden uzakta devam etmiştir...

Dünya prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nin ana yarışmasında yapan “Kopenhag Diye Bir Yer Yok”un senaryosu, “Dünyanın En Kötü İnsanı” filminin de senaristi, Altın Lale ödüllü Eskil Vogt tarafından yazılmış. Avrupa toplumları uygarlık düzeylerine tezat şekilde büyük bir bunalım içinde debeleniyor. Bir karabasan atmosferinin egemen olduğu “Kopenhag Diye Bir Yer Yok”, bir çıkışsızlık, umutsuzluk hikayesi. Bu kültürleri içten duyumsamayan kişilerde çıkışsızlık hissiyatını güçlü şekilde destekleyecek bir film. Diğer yandan da festivaller bunun için var. Ticari sinemanın dünyada genel anlamda film dağıtım ve gösterim düzenine egemen olduğu bir ortamda, ortalama seyirci için ilgi çekmeyebilecek filmlerle insanlığın hallerine tanıklık etmek açısından da film festivalleri önemli işlev üstleniyor.

SIRADAKİ KIZ

“Sıradaki Kız” (Da-Eum So-Hee) ise Güney Kore mucizesinin altında yatan kan ve göz yaşı ve insan emeği sömürüsü üzerine, uzun süresinin handikapına karşın derdini seyirciye geçirebilen etkili ve minimal bir yapım. Bir internet hizmet sağlayıcısı firmanın çağrı merkezinde stajyer olarak çalışan Sohee, karşılaştığı emek istismarı, stajyer olarak kendisini gönderen lise müdürünün vurdum duymaz tavırlarını ve üstelik kendisini suçlamasını kaldıramaz. Genç kız ağır yaşam koşullarının baskısına daha fazla dayanamayarak intihar eder.

“Sıradaki Kız” vahşi kapitalizmin cellatları olan şirketlerin ve eğitimi unutup kendi düzenin dönmesine odaklanan eğitim sistemi hakkında yaman bir eleştiride bulunan ve sistemin çarpıklıklarını gerçekçi ve etkili bir öyküyle yansıtan, sessizlerin sesi olan sarsıcı ve araştırmacı bir gerilim-dram filmi. Cannes’da Eleştirmenler Haftası kapsamında prömiyerini yapan film, liseli bir kızın ölümünü araştırırken karşılaştığı sarsıcı durumlar ve acı gerçeklerle yüzleşen kadın dedektif Oh Yoo-jin’in öyküsü aynı zamanda... Yönetmen Jung July filmi hakkında şöyle diyor: “Bir gün bir genç kızın ölümünden haberdar oldum. Tanımıyordum onu, bir yabancıydı sonuçta, peki haberi duyduğumda kalbim neden bu kadar acımıştı? Böylece Sohee hakkında bilgi edindim. Sohee ile tanışmış olan Dedektif Oh Yoo-jini buldum. Zaman içinde farklı noktalarda da olsa bu ikisinin yolları kesişti. Çocuk öldü, artık yok, ama bu filmin içinde hayatta kalmasını, adının birçok kişi tarafından uzun süre hatırlanmasını tüm kalbimle diliyorum.”

SÜPER SEKİZ YILLARI

Festivalin bu yıl önemli bir konuğu vardı: Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Annie Ernaux, Fransız edebiyatının mütemmim cüzü olan bir sanatçı. Diğer yandan sinemaya olan ilgisini de edebiyat sanatının yamacında sürdürüyor. Ernaux, bu yıl festivalin uluslararası yarışma bölümüne biyografik kimlikli ve belge görüntülerden oluşan “Süper Sekiz Yılları” (Les Annees Super-8) isimli belgesel filmiyle katıldı. Bu film festivalin Belgesel Kuşağı bölümünde yer alıyordu.

Çoğumuzun geçmişini, çocukluk yıllarını, gençlik ve yetişkinlik dönemlerini içine alan belgelenmiş görüntüleri vardır. Benim gibi sinemacı olan başka kimseler de muhtemelen bunlardan bir film üretmek girişiminde bulunmamıştır. Ernaux’nun yaratıcı yaklaşımı ve politik bilinci üst ses eşliğinde tümüyle belge görüntülerden oluşan bu filmin ilgiyle izlenmesini sağlıyor. Yazar ve yönetmen Ernaux, katıldığı basın toplantısında işçi sınıfının koşullarının değiştirilmesi gerektiği hakkında gözlemlerinin yaşamında yer tuttuğundan bahsederken, kadın erkek eşitliği bağlamında edebiyat dünyasında da müthiş bir ayrımcılık olduğunu; erkekler edebiyatçı kabul edilirken kadın yazarların ise kitap yazarı olarak nitelendirildiğini vurguladı ve Nobel Edebiyat Ödülünü kazandığında, erkek yazarların düşmanlığını da kazandığını belirtti.

ARAMIZDALAR

“Aramızdalar” (Parmi Nous), öyküsünün merkezine Fas’ı alan ve Sundance Film Festivali programında yer alan, bilim kurgu nitelikleriyle de seyircinin kafasını karıştıran bir yapım. Zengin bir ailenin oğluyla evli olan ve alt sınıftan gelen Itto, kocasının ailesiyle uyum sorunları yaşarken aynı zamanda yaşadığı ülkenin toplumsal yapısının çifte standartlarıyla da yüzleşir.

Fas asıllı yönetmen Sofia Alaoui’nin ilk uzun metrajlı filmi olan “Aramızdalar”, bir ilk filme göre  merak uyandıran özelliklerle bir Afrika toplumun Ortadoğu kıvamındaki dogmalarını, toplumsal yapısındaki çelişkilerini ve bu baskıları bizim ülkemizde de olduğu gibi öncelikle hisseden kadınların gözünden anlatırken; günümüzde Fas’ta kadının sosyal durumu hakkında düşündürücü bir bilimkurgu fanteziler içeren bir ilk filme imza atmış. Doğaüstü olayların ülkeyi sarsması sonrasında olağanüstü hâl ilan edilir ve Itto kocası ve yeni ailesiyle gitmediği için bu cangılın ortasında yapayalnız kalır. Karnı burnunda bir şekilde kocasının olduğu şehre gitmeye çalışırken, üçüncü dünya ülkelerine özgü her türlü sahtekarlık ve kadına karşı ötekileştirmelere de maruz kalır. Yönetmen Alaoui filminin amacını şöyle açıklamış: “Arap sinemasını birtakım kalıplara tıktık. Mücadelem bu klişelere karşı”. 

ÖLÜLER İÇİN YAŞAM KILAVUZU

Ulusal Yarışma filmlerinden “Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu”, kısa metraj filmleriyle tanınan Barış Fert’in ilk uzun metrajı. Yazımızın başında da vurguladığımız gibi ülke sinemamız da yaratıcılık sorunlarıyla boğuşuyor. Fert, ilk uzun metrajında mekan kullanma ve atmosfer yaratma açısından bir düzey tutturmuş. Ayrıca filmin önemli taşıyıcı omurgası müzikleri… Film boyunca kasap dükkanındaki sakatat görüntülerini aratmayan ve baş karakter Deniz’in empati kurma yeteneğini ve hislerini uzun yıllar önce kaybetmiş olmasıyla açıklanamayacak manasız şiddet dalgası, filmi ele geçiriyor.

Film bir sanat yapıtı olarak ve yönetmen de bir sanatçı olarak şüphesiz ahlakçı davranmak zorunda değil. Diğer yandan Elia Kazan’a atfedildiği gibi filmin başında görünen bir silahın filmin sonunda patlaması gerekir. Film boyunca silah sürekli patlayıp, bıçak ise deşme görevi üstlendiğinde, dramaturjik açıdan sorun olduğunu akla getiriyor. Diğer yandan yönetmen Fert’in, Tarantino sinemasından etkilendiği kadar, ana karakterin içine düştüğü anlamsızlık ise efsane yönetmen Jean-Luc Godard’ın “Serseri Aşıklar” filmini akla getiriyor.

AYNA AYNA

Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması filmlerinden “Ayna Ayna”, sinematografik ifade yollarıyla derdini anlatma açısından dağınık yapısıyla odak oluşturmada tutuk bir etki yaratsa da; ulusal yarışmanın dikkate değer yapımlarından. Belgeselci geçmişiyle bilinen yönetmen Belmin Söylemez,  ilk uzun metrajlı filmi “Şimdiki Zaman” ile, 56. San Francisco Film Festivali’nde “Yeni Yönetmen Ödülü”nü kazanmıştı. Söylemez’in ikinci uzun metrajlı filmi olan “Ayna Ayna, ayakta kalma mücadelesi verirken, oda tiyatrosunda oyunculuk kursu da veren deneyimli oyuncu Lale (Şenay Aydın) ve oyunculuk hayalleri kuran kursiyerlerin ilişkileri üzerine bina edilmiş.

Sanata duyarlığın zayıf olduğu ülkemizde, sanatın ve sanatçının yaşadığı zorluklar filmin odak noktasına yerleşirken, otoriter toplumlarda sanat aracılığıyla varoluş mücadelesi vermenin zorlukları ve memleketimden insan manzaraları Söylemez’in filminden perdeye yansıyor.

Filmde son yıllarda geçmiş kültürümüz olan Osmanlı İmparatorluğu’nu anlatan dönem dizilerinin bolluğu ve oyunculuk kursuna katılan ve aslında işletme okuyup ailesinin sınırlayıcı ortamından çıkma çabası içindeki ana karakter Aylin (Manolya Maya) yerleşiyor. Onun kendisine çıkış olarak gördüğü bu dizilerden birinde cariye rolü kapma çabası ve öne çıkan sosyolojik olguların medya aracılığıyla kitlesel ilgiye dönüşmesi filmde kendisine yer bulurken; onu oluşturan etmenler ise flu olarak geçiliyor. Diğer yandan yeni bir yüz olan genç oyuncu Manolya Maya’nın sinemada önünün açık olduğunu eklerken, Fatih karakterini canlandıran Cengiz Orhonlu’nun ve Frida Kahlo’yu yaşamının odak noktası yapan ve Laçin Ceylan’ın canlandırdığı karakterin de oyunculuk performanslarıyla filmi sürüklemede yarattıkları etkiye vurguda bulunalım.

Belmin Söylemez, bir sanatçı ve aydın olarak gözlemlediği ve eleştiri süzgecinden geçirdiği toplumsal paradokslara ve değişimlere filmi “Ayna Ayna” ile ayna tutarken, belgeselci geçmişinin kurmaca bir dünyayı kurmasında yarattığı izlerin de hissedildiğini belirtirken, filmin ulusal yarışmanın favorileri arasında olduğunu da ekleyelim.

IGUANA-TOKYO

Yönetmen Kaan Müjdeci, sinemamız içinde farklı, özgün ve yaratıcı bir sanatçı olduğunu ilk uzun metrajlı filmi “Sivas” ile hissettirmişti. Ülkemiz gibi aktüalitenin yaşam gerçekliğine dönüştüğü ve kutuplaşmanın had safhaya çıkıp, baskının keskin bir kılıç gibi sanat ve sanatçılar, LGBTI gibi ötekileştirilen toplum katmanları üzerinde estiği günümüzde, özgür iradeyle sanat üretme çabası giderek zorlaşıyor.

Kaan Müjdeci gibi sanatçıların yapıtlarına “entel” mahalle baskısı yapmadan ve sinema gibi büyük ve güçlü bir sanat dalını, salt aktüalitenin gerçekliği boyutunda algılayarak mahkum etmemek lazım. Müjdeci’nin, Türkiye Sineması kapsamında yer alan filmi IGUANA-TOKYO’, tam da İFF seyircisiyle iletişim kurabilecek bir film.   Sanatçı bu bağlamda filmin katmanlarının seyirci ve sinema yazarları tarafından okunmasını bekliyor. Yaşadığımız Post Truth dünyada, sanalın gerçek olduğu, gerçeklik kavramının anlamını yitirdiği, rüyaların Freud’dan beri bilinen ve deşifre edilen etkileri, günümüzün acıtan “gerçekliğine” panzehir olma arayışının bir parçası mı oldu? Bu ve benzeri sorular Müjdeci’nin filmi bağlamda akla çengelleniyor. Müjdeci filmi hakkında şunları söylemişti: “Filmlerimi yapmamda mimari mekanlar beni etkiliyor. Tokyo’yu seçmemin nedeni kutu kutu evlerin yarattığı katmanlar ve filmde kullandığım oyun olgusunun çok yaygın olması. Bu filmde konvansiyonel sinemanın bağlantılarını aşmak istedim. Her gün onlarca film çekiliyor. Bu filmin yapısını üst üste diziyoruz, bunları tekrardan bilinç altımızda izliyoruz ve ben bunları tekrardan anlatmayı kişisel olarak bu filmin yapısında önemsiz buldum. Ben filmin çekirdeğine yoğunlaşmak istedim; ondan dolayı ana karakterin mesleği beni ilgilendirmiyor. Konuşmaların neden farklı dillerde olduğuna bağlanmak istemedim. Bunlara bağlandığınızdan sizi filmin öz duygusundan uzaklaştırıyor. Filmin içindeki kanallarda, oyunlara dolaşarak hep sonsuzluğa ulaşmak istedim”.

Saadet Işıl Aksoy, zarafeti ve vücut diliyle filme uygun düşse de, Müjdeci’nin, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” filminden etkilenip serbest bir biçimde alıntıladığı sahnedeki konu mankenine benzeyen bir duruma düştüğü algısını da hissettiriyor. Diğer yandan filmdeki karakterini de kendi ismiyle oynayan Ertan Saban’ın, filmin dokusuna çok uygun olduğunu ve özellikle Tokyo karakterini canlandıran genç oyuncu Deniz Ülkü’nün oyunculuk performansının göz doldurduğunu ekleyelim.

YÜZLEŞME

42. İFF’nin Ulusal Yarışma bağlamında göz dolduran filmlerinden birisi ise “Yüzleşme”. Hızır’ın uzun süredir karısı Halime yoğun bakımdadır. Büyük kızı Hatice, annesinin hastalığı boyunca özverili bir şekilde yardımcı olan hasta bakıcı Evren’in itirafıyla, annesinin acısına son vermek için ona yanlış ilaç zerk ederek ölümüne sebep olduğunu öğrenir. Hatice annesinin ölümü sonrasında bir süredir kendisiyle yaşayan babasına öğrendiği gerçeği hissettirmemeye çalışsa da; bu yakıcı ve yıkıcı  sırrı içinde tutamaz ve bir süre sonra  kız kardeşi Kader ile paylaşır. Hatice ve kız kardeşleri, Evren ile yüzleşmeye gittiklerinde babaları hakkında onun ifşaatına inanmak istemezler ve abileri ile birlikte üç kız kardeş babasının evinde yedikleri akşam yemeğinde yüzleşmeye karar verirler.

“Yüzleşme” yaşamın içinde barındırdığı trajediyi sıradan insanların yaşamını odak noktasına alarak anlatan bir film. Yönetmen Filiz Kuka, bir kadın filmi olan yapımında gündelik yaşamda pek çok kişinin başına gelebilecek bir olguyu, sıradan insanların gündelik yaşamının içine yediren bir kurguyla seyircinin karşısına çıkarırken; benzeri durumla karşılaşsak nasıl tepki verirdik sorusunun da aklımıza çakılmasına neden oluyor. Güçlü bir oyuncu kadrosuyla öyküsünü durağan bir sinema dilinin sarmalına dolayarak anlatan yönetmen Kuka,  bağımsız sinemanın öne çıkardığı “durumları anlatma” olanağını da başarıyla kullanıyor.

SUNA

29. Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alan “Suna”, Adana’dan “Seyirci Ödülü” ile dönmüştü. Çiğdem Sezgin, filmografisindeki ikinci filmi “Suna” ile, 33. Ankara  Film Festivali’nin Ulusal Uzun Film Yarışması’nda da yer aldıktan sonra, 42. İFF’nin Ulusal Yarışma Bölümüne katılma başarısını da elde etti.

Yönetmen Çiğdem Sezgin, ilk uzun metrajlı filmi “Kasap Havası” ile sinemaya güçlü bir başlangıç yapmıştı. Sezgin ikinci uzun metraj filmi “Suna” da, sinematografik anlatımının olgunluğu ile dikkati çekiyor. Sezgin Çiğdem, yönetmen olarak kendini ifade ederken feminist bakış açısını da filmine egemen kılan bir yönetmen. Ülkemizin kadınlarının yaşam tarzı, giyim kuşamları erkek egemen kolektif bilinçaltının otoriter baskısına muhatap kaldıkça feminist bakış açısının kadın sanatçıların yapıtlarını yönlendirmesi, öne çıkması doğal bir ideolojik tercih aynı zamanda...

Çiğdem filminde, hayatın sillesini yemiş ve temizlik yaparak değişik kişilerin yanında sığıntı olarak yaşamını sürdürmek zorunda kalan Suna’nın (Nurcan Eren) varoluş mücadelesine yoğunlaşıyor. Suna, uzun süredir tanıdığı Erol’un (Erol Babaoğlu) aracılığıyla, eşinin ölümü sonrasında yalnız kalan Erol’un kayınpederi Veysel (Tarık Pabuççuoğlu) ile imam nikahıyla evlenir. Çevresinde iyi bir insan olarak tanınan Veysel’in, giderek nobran yüzü ortaya çıkar ve Suna’ya hükmeden kötücül birine dönüşür. Özgür bir kadın olan Suna, içmeye sığınır. Ayık değilken sevgiden uzak bu gizli şiddet barındıran dünyanın ilişkilerine tahammül etmek onun için daha kolay olur. Suna için, yaşadığı sahil kasabasında tanıştığı sinema yazarı (Fırat Tanış) bir çıkış hayal etmesine neden olur. Yönetmen Sezgin’in, bu karakteri oluştururken geçtiğimiz yıllarda ölen sinema yazarı Cüneyt Cebenoyan’dan esinlendiğini ve filmini ona ithaf ettiğini de belirtelim.

Yönetmen Sezgin, kötü olan hayata kurmaca olay ve karakterleriyle amacı doğrultusunda müdahale ettiğini belirtmiş. Şüphesiz bir sanatçı olarak buna hakkı var. Sezgin’in ikinci uzun metrajında olgun bir sinema dili kurarak, minimal öyküsü anlatmakta yarattığı başarıya atıfta bulunurken, bu bağlamda bu başarıda Suna karakterine hayat veren Nurcan Eren ile nobran kocası Veysel rolünde Tarık Pabuççuoğlu’nun önemli katkılarına vurgu yapalım. Yönetmen Sezgin’in ayrıca filminin melankolik karakteri Suan’nın dünyasını anlatma açısından mekan kullanımında oluşturduğu başarıyı ve bu bağlamda sanat yönetiminin filme yaptığı katkıyı da belirtelim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bülent Vardar Arşivi