Memetcan Demiray

Memetcan Demiray

Hepimiz aynı AVM’deyiz!

İstanbul’un yeni mekânı Galataport’un çok katmanlı yapısında herkese yer var! Arka sokaklarda tavuk burger gayet ucuz; sahilde gezip bol bol ‘selfie’ çekmek bedava... Yeni sezon çanta ve takı satın alıp lokumcuda oturmak da mümkün, “craft bira” tatmak da... Tabii parası olana!.. Ve kıyı boyunca uzanan paravan... Lüks ile ultra lüksü ayırıyor itinayla... Peki Heidegger?.. O ne diyor bu tabloya?

Geçenlerde kız arkadaşım “Bugün Galataport’a gittim. Iyyy, çok kalabalıktı! Yine de mesleğin icabı görmelisin” dediğinde hayli şaşırdım. Nasıl yani, böyle kibar bir hanımefendi kuru yük gemileri ve tankerlere karşı kahve mi içmişti? Derken mevzubahis mekânın İstanbul’daki en yeni alışveriş merkezi olduğunu öğreniyordum! İkinci bir şok tabii... Her yer bitmiş, AVM yapma sırası şimdi de Boğaz kıyısına mi gelmişti? En iyisi gidip bu kalkınma hamlesini yerinde görmekti!

Ertesi gün yoluydu, çayıydı simidiydi; tam 40 liralık bir bütçe yapıp 2023 hedeflerine koşar gibi sokağa fırladım. Yağmur sonrası serin bir hava, tablo gibi bulutlar... Kadıköy meydanda “çığırtkanlar” Sabiha Gökçen yolcularına sesleniyordu. Gözümün önünde Paris’e, Londra’ya uçmak için İncirli E-5’te ellerinde bavullarla Havaist otobüsü kovalayanlar belirdi. İki havalimanı da metrosuz bir kentte yaşamak... Eşsizdi!

BİR NORVEÇ KLASİĞİ: BALIK DÜRÜM!..

Az sonra Karaköy motorunda lodosu içime çekiyordum. Sağımızda Haydarpaşa, “şanlı tarihimizin simgesi” pankartıyla kaplanmış, şantiye halindeydi. Biraz ileride Kız Kulesi de öyle... Restorasyondaydı! Sahi, simge yapılarına bu kadar değer veren başka bir millet var mıydı?!

Karşı yakaya vardığımızda ilk dikkati çeken “balık dürüm” dükkânıydı. O da neydi ki? Vitrindeki fotoğrafa bakılırsa ızgara uskumru soslanıyor, lavaşa sarılıp 40 liraya satılıyordu. İki adım ötede bir tane daha, derken bir başkası... Tüm Karaköy’ü bu yeni moda sarmıştı! Kader işte... Sen kalk Norveç’ten gel, Urfa usulü dürüm ol. Uskumru için “gurbet” hayli sumaklıydı!

Ve meydandaki tarihî Ziraat Bankası binası... Nasıl görsek beğenirsiniz? Evet... O da onarımdaydı!

Börekçileri ve “meşhur Adana sıkmacısı”nı geçince “kuşkuyruğu” çıkıyordu karşımıza... Bir tür bonfile sanki... Kapıdaki garson, “Pek bilinmez ama Anadolu’nun eski bir lezzetidir” diyordu. Porsiyonu 186 liraya, Dersaadet’te bizlerleydi!

CAMİ YANI ‘BREW COFFEE’ DÜKKÂNI

Karaköy’ün içleri ise apayrı bir dünyaydı! Mahalle berberlerini ve eski iş hanlarını ithal giyim mağazaları; Kemankeş Karamustafa Camii’ni “brew coffee”ler sarmıştı. Mumhane Caddesi’nde Lübnan ve İtalyan restoranları, İzmir kokoreççisi ve şık “bistro”lar yan yanaydı. Sahiden burası İhsan Oktay Anar’ın sokakları mıydı? Sanki Diyavol Paşa birazdan şu kokteyl bara girecek, “Amat”la son sefer öncesi leventleriyle kadehi 160 liradan margarita yuvarlayacaktı!

Ve merakla beklenen Galataport... İstanbul Modern’in tam yanında, eskiden nargilecilerin, Amerikan pazarının bulunduğu yerde arzıendam etmekteydi.

1,2 kilometrelik sahile yayılan AVM’nin tüm giriş çıkışlarında kontrol noktaları vardı. Ama dert değil... Metal eşyalarınızı bırakıp çantanızı X-Ray’den geçirmeniz yeterli... Galataport’a girmek Türkiye’ye girmek gibi; ücretsiz, zahmetsiz ve kolaydı!

HER ŞEYİN BAŞI HİYERARŞİ!

İçerisi de elbette Meksikalı ya da Japon değil, Orta Doğulu turist ağırlıklıydı. Kimileri Tophane-i Amire Sancak Kulesi önünde fotoğraf çektiriyor, kimileri ellerinde poşetler, çoluk çocuk oradan oraya koşturuyordu.

Galataport, denize paralel inşa edilmiş caddelerden oluşan bir açık hava AVM’siydi ve neredeyse her yerde sigara içmek serbestti. Daha ilk adımda sizi yeme-içme dükkânları karşılıyordu ve “food court” ambiyansı sizi son adımınıza kadar takip edecekti. Neler yoktu ki... İstinye Tavukçusu’ndan Bodrum Mantı’ya, Yada Sushi’den Happy Moon’s’a tüm dünyadan mutfaklar giriş katına yayılmıştı. Devlet büyüklerinin dediği gibi, “Hepimiz aynı AVM’de”ydik sanki ama elbette bir hiyerarşi içinde!.. Herkesin oturabileceği Starbucks ve Burger King’ler en arka sıradayken Vandal, Mezzaluna ve The Populist en önde, sahildeydi. Tarzlar da gayet çeşitliydi. Dileyen Arapça mönüden “Egg Benedict” seçsin, dileyen Boğaz’a karşı Galata Porter’ını içsin!.. Parası olan için “laiklik” çok güzel şeydi!

ELDİVENLE ET YEMEK: İŞTE NUSRET!..

Ve nihayet #saltbae!.. Galataport’un gastronomi piramidinde en tepede o vardı ve hıncahınç dolu, kapıda sıraya giren müşterilerini ağırlamaktaydı! Gerçi mönüde gram “gr” ile kısaltılmıştı ama olsun: “Altın kaplama burger” tam 900 liraydı! Bu üst düzey standart, masadaki etleri elleriyle didikleyen siyah “nitril eldivenli” ailelerle tamamlanıyordu! 220 gramı 480 liraya şaşlık keyfi... Duvardaki rengârenk Nusret portresi, elindeki tuzu “Keko Shake Menü” söyleyenlerin kafasına serper gibiydi!

Galataport’ta kendinizi “ayrıcalıklı” hissetmeniz için her şey düşünülmüştü. İtalyan kozmetikçi Kiko Milano örneğin... Giyim mağazaları sinek avlarken “uygun fiyatlı lüks”le ana baba günüydü.

Ve “selfie”ciler tabii... Fona Topkapı Sarayı ve Boğaz Köprüsü’nü alıp Instagram’da kendini yayınlamak... Galataport’un sunduğu bedava “prestij”di. Paravanlar izin verirse... Sahi manzarayı kapatan, “özel güvenlik”ler tarafından korunan o dev plakalar ne içindi?

Çünkü burası esasen kruvaziyer (cruise) gemilere özel yapılmış bir limandı ve yolcular yanaştığında paravan açılıp onlara “gümrük sahası” oluşturuyordu. Oradan “dünyanın ilk yeraltı terminali”ne inen turistler, son derece izole şekilde İstanbul’a ilk adımı atmış oluyordu. “Yıllar sonra sahili halka açmak”la övünen Galataport’ta lüksün de ultra lüksü vardı.

İSTANBUL: DEV BİR AIRBNB

Hafta içi Philosophie Magazin’de bir yazı kaleme alan Clara Degiovanni, Airbnb’de kiralanan dairelerin neden asla “ev” hissi veremeyeceklerini sorguluyordu. Martin Heidegger’den yola çıkan yazar, Alman filozofun “yapı” ve “yuva” ayrımından söz ediyordu. Buna göre bir yapı ne kadar titizlikle dizayn edilmiş ve konforlu olursa olsun, yaşanmışlıklar ve yerleşiklik yoksa bize özel alan hissi veremezdi. Almancada “bir yerde yaşamak” anlamındaki “wohnen” fiilinden türetilen “gewohnt” sıfatı da zaten “alışılmış, aşina olunan” demekti. Bu manada Airbnb... Geçici ve “kişiliksiz” bir konaklama biçimi olmaktan öteye gidemezdi.

Galataport’ta geçen birkaç saat, Heidegger’i doğruluyor. Sürekli değişen, dönüşen ve hep başkaları için “tasarlanan” mega şantiye İstanbul, kadim sakinlerine Airbnb hissinden fazlasını vermiyor. Hep “daha iyisi”, hep “daha yenisi” olsun derken yollar değişiyor, duraklar değişiyor. Doğup büyüdüğünüz semti tanımak bile imkânsız hâle geliyor.

Bir yanı haddinden fazla Avrupa; varoşlarda, metrobüslerde “Hindistan sefaleti”... Beton bir coğrafyada iç içe geçiyor. Gökdelenler, kuleler ve rezidanslardan oluşan bir kent natürmortu... Müdavimi olduğumuz silüetin yerinde yeller esiyor.

Yaşam yerine ticaret, yerleşiklik yerine sürekli “göç”... Bu tabloda Galataport, zavallı İstanbul’un başarılı bir fragmanı gibi duruyor. Birkaç gün konaklayıp kaçılacak, “kişiliksiz” bir şehir... Paravanın ardında yeni döviz kaynaklarını bekliyor.

Galataport’ta kimileri sadece “selfie” çekiyor, kimileri “Anadolu Taco” ve “artisan cupcake”lerle Salacak’ı seyrediyor. Tabii paravanlar izin verirse!..

Bir yanda alışveriş yapanlar, bir yanda suşi barlar... Bunca şatafat arasında Galataport’un inip kalkan paravanları, “inşaat izlemeye” meraklı halkımıza aradıkları heyecanı sunuyor!

Martin Heidegger 1889-1976

Önceki ve Sonraki Yazılar
Memetcan Demiray Arşivi