Trump Küreselleşme Sürecini Geriye Döndürebilir mi?
*Zeki Alptekin
Donald Trump, beklendiği gibi ABD’yi ve dünyayı deyim yerinde ise “altını üstüne getirerek”, yani düzeni baştan aşağıya kendi anlayışı ile yeniden dizayn ederek, kendi ulus çıkarlarını dikte etmek için birinci başkanlık döneminde özellikle Çin’e karşı gümrük cezaları ile başlattığı “ticaret savaşları”nı şimdi dünya ölçüsünde daha da yaygınlaştırarak küresel karaktere büründürüyor. Bu noktada Trump’ın radarında özellikle ticaret açığı verdiği ülkeler var.
İktidara geldiği günden son zamanlara kadar buna ilişkin girişimleri, gelişmeleri şöyle özetlemek mümkün:
Trump’ın iktidara gelir gelmez yaptığı ilk iş, ABD menşeli metalara gümrük uygulayan ülkeleri 13 Şubat’ta imzaladığı bir kararname ile bir karşı gümrük uygulamasıyla “cezalandırmak” istemesi oldu. Bundan iki hafta önce, Şubat başına doğru ise, 12 Mart’ta yürürlüğe giren, küresel çapta tüm çelik ve alüminyum ithalatına yüzde 25 oranında gümrük vergisi konulmasını karar altına aldı.
Bu uygulamalara Avrupa Birliği (AB) ölçülü bir biçimde 1 Nisan’dan itibaren geçerli olmak üzere ABD menşeli jean, viski ve motosikletlere konan gümrüklerle karşılık verdi. ABD’nin buna cevabı ise AB’den şarap, şampanya ve diğer alkollü ürünlere yüzde 200’lere varan gümrük koyma tehdidi oldu. Eskiden beri ABD ve AB arasındaki ticaret savaşlarına konu olan diğer önemli bir nokta da, AB’de ABD’den gelen taşıtlara uygulanan toplam yüzde 27’lik gümrük oranlarının şimdi de ABD’de Avrupa’dan gelen taşıtlara uygulanmasının düşünülmesi. Bu ve benzeri tedbirler ülkeler bazında ele alınacak olursa:
Alüminyum ve çeliğe ilişkin olarak ABD tarafından konulan “özel” gümrükler özellikle Kanada, Meksika ve AB ülkelerinin yanı sıra buralarda firma temsilcilikleri bulunan ve ABD ile herhangi bir serbest ticaret anlaşması olmayan ülkeleri, mesela İsviçre’yi de ilgilendiriyor.
Bu arada ABD’nin Danimarka’ya karşı, Grönland nedeniyle yapılan “gümrük duvarlarını yükseltme“ tehdidi de var. Aynı tehdit, kanalı geri almak hususunda Panama için de söz konusu…
Latin Amerika’da ABD’nin en sıkı müttefiklerinden biri olan Kolombiya’nın ABD’den geri gönderilen kaçak göçmenleri kabul etmemesiyle keskinleşen kriz, Trump’ın bu ülkeyi, buradan gelen metaları önce yüzde 25, sonra da yüzde 50 gümrükle “cezalandırmak” istemesiyle zirve yaptı. Teknik olarak böyle bir şeyin, her iki ülke arasında serbest ticaret anlaşması olması nedeniyle mümkün olup olmaması bir yana, Trump’ın bu baskısı söz konusu ülkede etkisini gösterdi: Kolombiya’nın, ülkeye Amerikan askerî uçakları ile geri getirilen göçmenleri kabul etmesiyle sözü edilen ekonomik yaptırımlar uygulamaya konmadı.
Çin’e yönelik eskiden toplam 1.300 adet ürünü kapsayan, yüzde 10’a tekabül eden ABD’nin gümrük duvarının iki katına çıkarılması gündemdeydi. Çin’in buna cevabı, yüzde 10-15 arası, daha az sayıda Amerika kökenli ürüne konan gümrükler ve kimi “güvenilir olmayan” ABD kökenli varlıkların ve şirketlerin faaliyetlerinin engellenmesi ya da sınırlandırılması tehdidi oldu. Trump’ın Çin ile olan gerilimi daha fazla tırmandırmayı istemediği, New York Times’ın 19 Şubat tarihli haberine göre Pekin ile yapmayı düşündüğü bir Mega-Deal üzerine çalıştığı ifade ediliyordu. Buna göre gümrük cezalarının kaldırılmasının yanında nükleer güvenlik, teknoloji, pandemilere karşı tedbirler, Kuzey Kore konusu ve Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının ele alınması söz konusu. Trump ayrıca, Rusya ve Çin’in üzerinde çalıştıkları ve Trump’ı kızdıran ABD dolarına alternatif bir dünya parası arayışlarından da Çin’i vazgeçirmek düşüncesinde. Konuyla ilgili en güncel gelişme, 9 Nisan’da Trump’ın Çin’e yönelik tarifeleri yüzde 125’e çıkarması oldu. Pekin ise buna karşılık ABD ürünlerine yönelik gümrük vergilerini yüzde 34’ten yüzde 84’e çıkardı.
Kanada ile durum deyim yerinde ise biraz daha “çetrefil”. Trump, 4 Şubat itibarıyla Kanada’dan ithal edilen tüm metalara yüzde 25 gümrük uygulamak istiyordu. Bunun ilan edilmesi, büyük protestolara yol açtı ve borsalarda Şubat başında düşüşlere neden oldu. Kanada Başbakanı J. Trudeau endişeli bir şekilde ulusa seslenerek ABD’ye karşı gümrük uygulanacağını ilan etti. 3 Şubat’ta gümrüklerin uygulanmasından birkaç saat önce, Kanada’nın ABD ile olan sınırlarını -talep edildiği gibi- uyuşturucu kaçakçılığına karşı güvenli hale getirmesi konusunda verdiği tavizlerle, bir son dakika anlaşması ile uygulamalar karşılıklı olarak 30 günlüğüne ertelendi.
Ancak bunlar Trump’ı ikna etmeye yetmedi ve 4 Mart’ta Kanada’dan ithal edilecek metalara gümrük uygulaması devreye sokuldu. Trudeau da karşı tedbirlerle buna cevap vererek ABD’den gelen her metaya yüzde 25 gümrük vergisi koydu. İki ülke arasındaki bu çekişmenin giderek tırmanmasının üzerinden henüz 48 saat bile geçmeden Trump “çark” ederek “ABD, Kanada ve Meksika arasındaki serbest ticaret anlaşmasına konu olan tüm ürünlerin” 2 Nisan’a kadar yüzde 25’lik gümrük vergisinden muaf tutulacağını belirtti. 12 Mart’ta ABD’nin küresel çapta yürürlüğe koyduğu ithal edilen çelik ve alüminyuma yüzde 25’lik gümrüğe Kanada’nın cevabı ise, aynı şekilde ve ek olarak ABD menşeli spor malzemeleri, bilgisayar ve dökme demir ürünlerine getirilen gümrüklerde ifadesini buldu.
Trump, 4 Şubat itibarıyla Meksika’dan gelen ürünlere de yüzde 25 gümrük koymak istedi. Buna, Meksika Devlet Başkanı C. Sheinbaum olası karşı tedbirlerle cevap verdi. Burada da, Kanada örneğinde olduğu gibi tedbirlerin yürürlüğe girmesinden birkaç saat önce, 3 Şubat’ta geçici olarak bir anlaşma sağlandı ve Meksika’nın sınıra göçmenleri ve uyuşturucu kaçakçılığını engellemek üzere 10 bin asker göndermesiyle tedbirler 30 günlüğüne ertelenmiş oldu. Ama Meksika’ya yönelik gümrük tedbirleri buna rağmen 4 Mart’ta yürürlüğe girdi. Ardından C. Sheinbaum buna aynı yükseklikteki gümrüklerle mukabele etti. 5 Mart’ta kendi otomotiv sektörünün büyükleri ile görüşen Trump, taşıt endüstrisini bu tedbirlerden öncelikle muaf tuttu; 6 Mart’ta “çark” etmesi ile ABD, Kanada ve Meksika arasındaki serbest ticaret anlaşmasına konu olan tüm ürünlerin, 25 Nisan’a kadar yüzde 25’lik gümrük vergisine dahil olmadığını ilan etti.
Trump, 3 Mart’ta yaptığı açıklama ile şimdiye kadar ilan ettiği gümrük vergisi tedbirlerini, hemen hemen tüm dünya ülkelerini kapsayacak şekilde güncelledi. Burada ilk olarak dikkati çeken, küçük ve ABD ekonomisi için anlam ifade etmeyen Lesotho, Suriye, Myanmar gibi ülkeler en üst düzeyden yüzde 50 ile “cezalandırılırken”, Trump’ın açıkladığı gümrük listesinde Rusya’nın yer almayışı idi. Özetleyelim:
- ABD, 5 Mart’tan itibaren geçerli olmak üzere dünyanın tüm ülkelerinden ithal edilen ürünlere “kafadan” yüzde 10 gümrük vergisi koyuyor.
- Ülke, ABD’nin ticarette en fazla cari açık verdiği, dolayısıyla “en suçlu ve en kötü ” olarak gördüğü birçok dünya ülkesini, kompleks bir mekanizmaya dayanan tedbirlerle, daha yüksek gümrük vergileri ile cezalandırmak istiyor. AB’den gelen tüm ürünler en az yüzde 20 gümrük vergisine muhatap olacaklar.
Tüm bu tedbirler, ülkenin daha önceden karar altına aldığı gümrük tarifelerinin de geçerli olması şartlarında hayata geçiriliyor.
Tüm Bu Gelişmeler Bize Neyi Gösteriyor?
Aslında birinci Trump döneminde yaşananlar, onun ikinci döneminde yaşanması mümkün olanlara işaret ediyordu:
Gümrük duvarlarını yükselterek cari açık sorununa (ulus-devletçi) çözüm bulma tedbirleri, ülke içindeki gelişmeyi 19’uncu yüzyılda olduğu gibi bu yoldan sağlama yönündeki neo-merkantilist yöntemler, aslında beklenenin tam tersine sonuç vermişti: Kısa vadede ABD ekonomisinde iyileşme sağlanamadığı gibi, orta vadede verimlilik de eksik kalan rekabetten dolayı sağlanamamıştı.¹ Kaldı ki yüksek gümrük duvarları, otomatikman buna muhatap olan ürünlerin yerli üretimini pratikte hemen tetiklemiyor. Bu noktada rekabetin küresel şartlarında -yerli ya da “yabancı” olsun- üretimde birinci sorun bunun ne kadar rantabl, yaygın deyimi ile sürdürülebilir olabileceğidir.
Neden? Çünkü artık ekonomiye hâkim olan, 19’uncu yüzyılın serbest rekabetçi ve 20’nci yüzyılın tekelci yahut oligopolist ve ulus-devletçi yapılanmalarının aşıldığı, üretici güçlerin gelişmesinin önünün alabildiğine açıldığı yeni küresel serbest rekabetçi işletme sisteminde sürecin ulus-ötesi firmalarla yaygınlaştırılmasının bir ifadesi olarak ortaya çıkan ve günümüzün ekonomik ilişkilerine damgasını vuran, üretim sürecinin fragmantasyonu temelinde ortaya çıkan küresel üretim zincirleri gerçekliği ile karşı karşıyayız. Toplumsal ilişkilerin uluslararası düzlemde bir üst aşamasını ifade eden böylesi bir küreselleşme sürecinde Trump’ı kararlarını (kısmen) ertelemeye ya da yeniden düzenlemeye etmeye mecbur eden, örneğin onu Amerikan otomotiv sektörünün büyükleri ile görüşüp yeniden karar almaya iten, bir noktadan sonra Çin ile uzlaşmaya götüren işte bu gerçekliktir. Özetle; 21’inci yüzyılda 19’uncu yüzyılı yaşayamaz, o dönemin yöntemleri ile yeni dönemde ayakta kalamazsınız. Çağımızın kurala dayalı uluslararası ilişkilerinin yerine, kuralsızlığı ve zincirlerinden boşanmış neo-liberteryen kaosu, anarko-kapitalizmi koyamazsınız. Avrupa’da ülkelerin AB zemininde entegrasyonu yerine, kötü bir alternatifi olarak, yeniden sınırların çizildiği ve döviz spekülasyonlarına açık eski para birimlerinin geçerli olduğu ulus-devletlerin birliğini koyamazsınız.
Ticaret Savaşlarının Etkileri
Peki küresel rekabeti önleyerek sorunlara çözüm bulmaya çalışmak, bu yolla gelişmeyi hedefleme yönlü neo-merkantilist politikaların ülke ekonomilerine etkileri ne olabilir? Trump’ın yüzde 25’lik çelik ve alüminyum gümrük vergisi tedbirinin ülkeler ve bölgeler açısından anlamı nedir, olası sonuçları neler olabilir?
Almanya’daki Kieler Institut für Weltwirtschaft adlı kuruluşun yaptığı modelleme hesaplamaları, söz konusu gümrük tedbirlerinin en azından kısa vadede tüm ithalatçı ülkelere zarar verdiğini, ama özellikle de kendi iç ekonomisini olumsuz etkilediğini gösteriyor:
AB için reel gayrisafi yurtiçi hasılada (GSYH) kısa vadede yüzde 0,02 gerileme ortaya çıkarken, bu oran Almanya’da, özellikle otomotiv sektörü nedeniyle daha kuvvetlice oluyor. Genelde Alman ekonomisinin bu durumda yüzde 0,03 oranında küçüleceği tahmin edilirken ABD’nin komşularında bu oranlar daha yüksek seyrediyor: Meksika’da GSYH yaklaşık yüzde 0,19 düşerken bu oran Kanada’da, ülkenin çelik ve alüminyum ihracatında ABD’nin önemli yer tutması nedeniyle yaklaşık yüzde 0,39 olarak tahmin ediliyor.
Uzmanların modelleme analizlerinde vardıkları diğer bir sonuç ise, Trump’ın gümrük duvarlarını yükseltme kararlarının yüzde 0,41 oranında yükselen enflasyon ile ABD ekonomisine de zarar verdiği yönünde. Metal ithalatının azalması (geçmişte olduğu gibi) fiyatların artmasına yol açacak, bu ise ülkedeki genel fiyat artışını tetikleyecektir. Aynı zamanda eksik kalan ithalat, (görece pahalı) iç-yerli üretim ile telafi edilmek zorunda kalacak, bu ise ABD ihraç ekonomisini yüzde 1,37 oranında zayıflatacaktır.
Dünya piyasaları ve özellikle de ABD ekonomisi deformasyona uğrayacak. Bu deformasyon nasıl yaşanabilir? Mesela Avrupa piyasası, ABD pazarı için hazırlanmış ama gümrükler nedeniyle gönderilemeyen ürünler -ki bunlar uluslararası piyasalardan gelenler de olabilir- ile dolabilir. Bu bir üretim fazlası krizine yol açabilir, bunun sonucunda işsizlik yükselebilir, kimi firmalar faaliyetten çekilebilir. Yüksek gümrük duvarlarının, Trump’ın hayal ettiği gibi kaçan sermayeyi geri getirmeye ya da “yabancı” sermayeyi gümrük duvarlarını aşmak için ülkede üretmeye yönelteceğini bugünden yarına beklemek de gerçekçi değil, çünkü böylesi bir gelişmeyi otomatik olarak tetikleyecek yapılanmalar yok. Tarihteki örneklerinden de görüleceği üzere bunlar uzun süreler içinde bilinçli politika ve planlarla ortaya çıkabilecek olgulardır.
Öte yandan merkezi Washington’da bulunan Peterson Institute for International Economics adlı kuruluş, söz konusu gümrük vergilerinin yürürlüğe girmesi durumunda Kanada, ABD ve Meksika’daki enflasyonun nasıl gelişeceğine ilişkin tahminlerini yayımladı. Bu durumda ABD’de ek olarak yüzde 0,43 daha fazla enflasyon yaşanacağı tespit ediliyor. IMF, 2025 yılı için ABD’de yaklaşık olarak yüzde 1,85 enflasyon olacağını varsayıyordu. Ancak Trump tarafından ilan edilen gümrük vergileri ile beraber ülkede enflasyon oranının yaklaşık yüzde 2,28 olacağı öngörülüyor. Kanada ve Meksika’daki enflasyon oranları ise daha yüksek seyredecek. Bu ve benzeri gelişmelerin politik sonuçları da var tabii:
ABD’de yapılan son anketler, halkın giderek artan şekilde Trump’ın politikasından memnun olmadığını gösteriyor. RealClearPolitics adlı platformun bir araya getirdiği anket sonuçlarına göre Trump politikasının savunucuları ve karşıtları, son haftalarda oran olarak hemen hemen eşitlenmiş gibi duruyor. Burada dikkati çeken trend, Trump’a olan desteğin, iktidarının ilk haftalarından beri sürekli düşmesi ve eleştirel seslerin özellikle Şubat’ın ikinci haftasından itibaren yükselmesi gerçeğidir. Bu noktanın, Trump’ın gümrük tehditleri ve bu nedenle ortaya çıkan enflasyon gerçeği ile bağlantılı olduğu tespit edilmelidir.
Benzeri sorunlar ve bunun politik sonuçlarına tepkiyi son olarak Arjantin’deki emekli ve gençlerin kitlesel direniş-dayanışmasında da gözlemlemek mümkün.
Toparlayacak olursak:
Ekonomik ilişkilerde uluslararasılaşma-bölgeselleşme eğilimleri ve karşı eğilimler, konuyu tarihsel olarak ele aldığımızda aslında kapitalizm öncesine, kolonyal ticaretin de öncesine kadar gidiyor. Bizce olgunun Avrupa’daki kökeninde, şehirleşme (urbanizasyon) süreci ve bununla ticaretin nüvelenmesi yatıyor. Rekabet yolu ile verimlilik konusunda Avrupa tarihinden yaşanmışlıklara örnek verecek olursak:
Ekonomik birlik olarak AB oluşumunun dayandığı tarihsel zemine ilişkin olarak, mesela 13’üncü yüzyıldan itibaren, feodalizmin karanlığında 10’uncu yüzyıl civarlarında kapitalizmin usulca nüvelendiği şehirlerin ortaya çıkışından sonra, ticarette şehirlerin dış rekabete karşı kendini korumaya çalışması bir noktadan itibaren gelişmeyi, daha doğrusu üretici güçlerin gelişmesini engellemişti. Bu durum, bir müddet sonra Belçika’dan, Kuzey Denizi kıyılarından başlamak üzere Baltık Denizi’ne kadar uzanan şeritteki şehirlerin, gümrük duvarlarının indirildiği (buna bir nevi gümrük birliği de diyebiliriz), rekabet ile ticareti, dolayısıyla gelişmeyi sağlayan, adına Hansa denilen ekonomik birlikleri ortaya çıkarmıştı.
Sanayi Devrimi ile birlikte, İngiltere’nin öncülüğünde Avrupa’da yerleşmeye başlayan kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi, bir müddet sonra sistemin eşitsiz gelişmesi gerçekliği temelinde, gelişmede geri kalan ülkelerin gümrük duvarlarını yükselterek, kendilerini “haksız rekabet”e karşı koruyarak gelişmeye çalışmasına yol açtı. O dönemde merkantalist olarak tanımlanan bu korumacı eğilim (örneğin Fransa ve Almanya’da) İngiltere ile teknolojik farkın kapanmasından sonra tekrar gümrük duvarlarının indirilmesiyle serbest rekabete dönüştü. Kapitalizmde teknik gelişmeler ile birlikte artan üretimde yoğunlaşma süreci ise 19’uncu yüzyıl sonu, 20’nci yüzyıl başları itibarıyla banka ve endüstri sermayesinin, artık bir gereklilik haline gelen büyük projelerin üstesinden gelmek üzere bir araya gelmesi, iç içe geçmesi ile sermayede merkezileşme sürecini, özetle kapitalizmin tekelci dönemini beraberinde getirdi.
1990’lı yıllara kadar devam eden bu süreç zarfında ileri ekonomik gelişme öncelikle ABD, Kanada ve Batı Avrupa ülkeleri ile sınırlı kaldı. Bu noktada tek istisna, 19’uncu yüzyılda tıpkı Almanya gibi gümrük duvarlarını yükseltip kendini dış rekabete karşı koruyarak teknoloji kopyalamaları ile 20’nci yüzyılda Batılı ülkelerle arasındaki mesafeyi göreceli olarak kapatmayı başaran Japonya’dır. Bu konuda 20’nci yüzyıldaki son örnek ise gelişme konusunda Japonya modelini ülkesine uygulayan Güney Kore olmuştur.
90’lı yıllar itibarıyla boy atmaya başlayan, en somut ifadesini üretici güçlerin devasa atılımında bulan küreselleşme sürecinde uluslararası kapitalist işletme sisteminde gelişme, artık “rekabetten korunma” yolu ile değil, bizzat ona (kontrollü olarak) açılarak mümkün hale gelmiştir. Bunun çağımızda en somut örneği Çin’dir.² Özetle geldiğimiz nokta itibarıyla günümüzü, yani “ekonomik açıdan küreselleşme sürecini, sermayenin eski ulus-devlet kabuğunu kırarak global ölçekte serbest dolaşıma girmesi, kapitalizmin survivor mücadelesi temelinde serbest rekabeti yeniden keşfetmesi koşullarında üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engellerin neredeyse tamamen kalkması olarak ifade edebiliriz. Bu sürecin en önemli itici ve belirgin güçlerinden biri olarak, üretimin değişik aşamalarının ve teknolojinin ulus-ötesi (transnational) şirketler tarafından sınırlar ötesine taşınmasının aracı olarak ortaya çıkan küresel üretim zincirleri ile, sosyo-ekonomik ilişkilerin uluslararasılaşmasının bir üst aşaması olarak tarif edebiliriz.
Böylelikle 19 ve 20’nci yüzyılda oluşturulan devletler dünyasının uluslararası ilişkilerde anlamı giderek kayboluyor. Ulus-ötesi şirketler neşet ettiği ülkelerden, ulus-devletlerden bağımsızlaşıyor, ‘gittiği (çevre) ülkelerin çıkarları ve kendileri arasında herhangi bir uzlaşmaz çelişkinin olmadığı’ düşüncesi ile periferiye giriş yapıyor, bağlantıya giriyor.
Üretim süreçlerinin uluslararasılaşması ve önceki aşamanın tersine, son 20 yıldır şirketlerin ulus-ötesi hale gelmesi, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeler olsun, başka ülkelerde (final) montaj tesisleri kurmakla sınırlı kalmıyor. Buradaki strateji daha ziyade, katma değer yaratma sürecinin tamamını ve tedarik sisteminin bütününü, eğilime göre yeniden global olarak yapılandırılan şirket organizasyonuna dahil ediyor. Hedef, endüstriyel piyasaya uyumluluk göstermek. Örneğin ABD’de ürünlerinin dörtte birini satmak isteyen bir şirket bunu ihracat yolu yerine, daha ziyade katma değerin uluslararasılaştırılması ile gerçekleştirmeye çalışacaktır. Eğilimsel olarak üretim yerinin dörtte birinin pazarın olduğu yere aktarılması gerekir. Bunun sonucunda tüm endüstri branşları -Amerikan, Alman, İngiliz olsun- özel ulusal karakterlerini kaybediyor. Ulusal piyasalar, içinde başka ülkelerin bilgi ve komponentleri olan ‘dünya ürünleri’ ile besleniyorlar.”³
Böylesi bir dünyada Trump’ın irrasyonalist, neo-merkantilist, ulus-devletçi tedbirlerinin pek başarı şansı yok. Tabii ki tahribatlar olacak; ama enseyi karartmaya neden yok!
“Küreselleşme ve pratikte onun somut yansıması olarak küresel üretim ve tedarik zincirleri, sermayenin rekabet şartlarında survivor mücadelesinde, aslında kapitalizmin özünde hemen hemen başından beri var olan üretimin aşamalara ayrılması (fragmentation) ya da kimi kısımlarının ‘dışarıya verilmesi’ (outsourcing) momentumlarının uluslararası, sınırlar-ötesi plana taşınması sonucunda ortaya çıkan yapılanmalar”dır… “Bunlar aynı zamanda, gelişmekte olan ülkeleri küresel ekonomik süreçlere bağlayan, onların bilgilenme-öğrenme araçları olarak teknolojik gelişmelerinin, oralardaki üretici güçlerin gelişmesinin somut, maddi dayanaklarıdır. Bu nedenle üretici güçlerin gelişmesinin küresel planda gelmiş olduğu seviyeden geri dönüş, maddi olarak geri dönüş imkânsızdır; bir metafor olarak söyleyecek olursak ‘insanlığın taş devrine geri dönmesi’ gibi bir şeydir. Tarihte politik düzeyde geçici geri dönüşler olmuştur; ama ekonomik alanda ulaşılmış bir seviyeden geri dönmek öyle kolay değildir, olması durumunda bunun çok ağır sonuçları vardır. Başka bir deyimle; makineli üretimden manifaktür tipi üretim biçimine geçiş, geri dönüş mümkün değildir; olmaz, olamaz!”⁴
Bitirirken son bir nokta daha: Trump’ın irrasyonalizmi bazen züccaciye dükkânındaki fili andırıyor. Uluslararası ilişkilerin tarihsel sürecinde ortaya çıkan ve ülkeler arasındaki ilişkileri kural bazlı düzenleyen kurumlardan bir tanesi de Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ). Kurum ve kuralları reddeden Trump’ın DTÖ’den ayrılacağına ilişkin henüz bir işaret yok. Her husumetten bir nimet doğar misali, ABD’nin örgütten ayrılması, bir yanıyla kimi ülkelerde üye olma konusunda sinerji yaratabilir. Öte yandan bu durumda ABD’nin 164 ülke ile tek tek ticaret anlaşması yapmasının zorunlu hale gelmesi nedeniyle ülkede “inceltilen” devlet şartlarında bunun altından idari-bürokratik olarak nasıl kalkılacağı da ayrı bir soru işareti olarak duruyor.
* Bu yazı perspektif.online adresinden alınmıştır.