Özgür Ünlühisarcıklı

Özgür Ünlühisarcıklı

Sakin Ol, Sinirlerine Hakim Ol

Seçim tarihi yaklaştıkça siyasi gerilimin daha da artması ve bu gerilimin şu veya bu şekilde topluma yansıması kaçınılmaz. Ancak kısa vadede seçim sürecini kazasız belasız atlatmak, uzun vadede ülkemizdeki kutuplaşmayı azaltmak, tüm farklılıklarımıza rağmen bir arada uyum ve huzur içinde yaşayabilme umudunu canlı tutmak istiyorsak, bugünlerde sükûnetimizi korumak ve birbirimizi bu yönde teşvik etmek zorundayız.

En geç 18 Haziran 2023 Pazar günü, muhtemelen daha erken bir tarihte Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimi gerçekleştirilecek ve siyasi tansiyon had safhada. Bu durumun birçok sebebi var. Öncelikle, 2017 yılında yapılan referandumun sonucunda yürürlüğe giren ve siyasi gücü büyük ölçüde Cumhurbaşkanlığı makamında konsolide eden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Cumhurbaşkanlığı seçimini “kazanan her şeyi alır” kuralının geçerli olduğu bir sürece çevirmiş durumda. Kazanan her şeyi alınca tabiatıyla kaybeden de her şeyi kaybediyor.

Bahis kazanmaktan ve kaybetmekten açılmışken bu seçimin sonucunun gerek iktidar gerekse muhalefet açısından bir kader seçimi olduğunu da belirtmek gerekli. 2002 yılından beri iktidarda olan AK Parti, geçen 20 yılda gücünü adım adım konsolide etti, gelinen noktada destekçileri açısından devlet ile özdeşleşti ve büyük ölçüde bütünleşti. 28 Şubat Süreci veya Postmodern Darbe olarak adlandırılan meşum dönemde resmen ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören muhafazakâr vatandaşlar sadece doğal hakları olan eşit vatandaşlık hakkını geri kazanmakla kalmadılar, makbul vatandaş olarak kabul edildiler. Bu tanımın dışında kalan vatandaşlar ise yabancı unsur muamelesi görmeye başladılar. Devlet kavramı nasıl AK Parti ile bütünleştiyse millet kavramı da takipçileri ile bütünleşti, tabii kendileri açısından. Bu dönemde AK Parti, siyasetin dışında kalması gereken savunma bürokrasisi ve tarafsız ve bağımsız olması gereken yargı bürokrasisi de dahil olmak üzere bütün bürokrasiyi, bağımsız olması gereken medyayı ve özerk olması gereken üniversiteleri tahakkümü altına aldı. Her dönem var olan ancak bu dönemde olağanüstü artış gösteren iktidar nimetleri çeşitli mekanizmalarla, ama az ama çok AK Parti’nin taraftarları ile paylaşıldı. Kaybetmek derken bütün bunlardan bahsediyoruz.

Yaklaşan seçim, muhalefet için de hem büyük fırsatlar hem büyük riskler barındırıyor. Büyük ölçüde CHP’nin, bir ölçüde de İYİ Parti’nin temsil ettiği laik kesim geçen 20 yılda alışmış oldukları imtiyazlı statülerini kaybettiler. Bir zamanlar muhafazakâr vatandaşların tecrübe ettiği gibi ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmenin nasıl bir şey olduğunu bizzat yaşayarak tecrübe ettiler. Öyle ki özellikle Gezi Protestolarına kadar toplumsal hayatta karşılıkları olmayan egzotik ve marjinal bireyler olarak muamele gördüler. Üst gelir grupları açısından bu sadece can sıkıcı bir durum iken daha alt gelir grupları bu durumu ekonomik güçlükler ve kamu hizmetlerine erişimde dezavantaj olarak yaşadılar. Zaman geçtikçe laik kesimin yaşam tarzına müdahale daha açık, doğrudan ve şiddetli hale geldi ki bu konuya ileriki paragraflarda ayrıca değineceğiz. İşte şimdi laik kesimin önünde bütün bunları değiştirmek için bir fırsat var.

Muhalefetin Fedakârlıkları
CHP, İYİ Parti ve destekçileri bu fırsatı elde etmek için uzun süredir disiplinli ve sabırlı bir çaba gösteriyor. Özellikle CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, kendi tabanı ile ters düşmek pahasına partisinin geçmişte ötekileştirdiği kesimlere yönelik bir açılım yaptı ve bu kesimlerden partisi adına açık özür diledi. Girişime özür dilemek değil de “helalleşme” adının verilmesi bu gerçeği değiştirmiyor. Meral Akşener ve arkadaşları ise uyumlu davransalar kendileri için oldukça konforlu olacak bir platformu terk ettiler. Muhalefet deyince sadece CHP ve İYİ Parti’den bahsetmiyoruz, Saadet Partisi ve AK Parti’den ayrılıp DEVA ve Gelecek partilerini kuran Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu da içinde var olageldikleri mahallelerinden dışlanma riskini göze alarak konforlu platformlarını terk ettiler. Son olarak HDP’nin de kolay değil zor yolu seçtiğini söyleyebiliriz. 2015 yılına kadar sadece kendi toplumsal tabanının önceliklerine odaklanan ve Barış Süreci kapsamında belli kazanımlar da elde eden HDP de özellikle başkanlık sistemi projesine karşı çıkarak iktidara karşı pozisyon aldı ve bunun sonucunda lider kadrosu hapse atıldı, belediye başkanları görevden alındı ve parti kapatılma riski ile karşı karşıya.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi muhalefetteki partilerin hepsi kendilerince fedakârlıkta bulundular. Farklı ideolojik bakış açılarına ve toplumsal tabanlara sahip CHP, İYİ Parti, Saadet, DEVA, Gelecek ve DP, Altılı Masa’yı kurdular ve ortak bir Cumhurbaşkanı adayı çıkartmaya ve ortak bir seçim manifestosu yayınlamaya çok yaklaştılar.

Dış koşullar da iktidarın lehine gelişmedi. Koronavirüs salgını, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi faktörler ve ayrıca hükümetin sonuçları şu ana kadar çok olumsuz olan ekonomi politikası tercihleri muhalefet partilerinin işini daha da kolaylaştırdı. Eğer seçimi kazanamazlarsa muhalefet partilerinin bütün bu yatırımları boşa gitmiş olacak ve bir kez daha aynı iradeyi gösterip gösteremeyecekleri, hatta Türkiye’deki gelişmelerin onlara aynı imkânı bir kez daha verip vermeyeceği oldukça şüpheli. Kısacası muhalefet için de çok ciddi bir fırsat maliyeti söz konusu.

Kutuplaşmanın Çarpan Etkisi
Başka bir ülkede de olsa kazanmanın bu kadar belirleyici olacağı bir seçim gerilim yaratırdı. Ancak bir de kutuplaşma faktörü var. Türkiye oldum olası çok kutuplaşmış bir toplumdu ancak kutuplaşmanın şiddeti ve görünürlüğü son yıllarda daha da arttı ve siyasi gerilim üzerinde bir çarpan etkisi göstermeye başladı. Hepimizi daha kaygılı bireyler haline getiren Koronavirüs salgını, kısmen dışsal faktörler ancak büyük ölçüde hükümetin politika tercihlerinden kaynaklanan ekonomik zorluklar, yanı başımızda gerçekleşen Rusya’nın Ukrayna’ya karşı saldırganlığı ve bu saldırganlığın dolaylı sonuçları da gerilim potansiyelini artırdı.

Bütün bunların yanı sıra genelde muhaliflerin, özelde laik kesimin gerilimini artıracak birçok gelişme de art arda yaşanıyor. Örneğin özellikle gençlere yönelik konserlerin sudan sebeplerle yasaklanması. Düşünsenize, hayatın durağan aktığı bir Anadolu şehrindesiniz ve hayranı olduğunuz bir müzisyen veya müzik grubunun şehrinizde konser vereceğini duyuyorsunuz, haftalarca konser gününü bekliyorsunuz, belki biletinizi önceden alıyorsunuz. Ancak son dakikada konserin devletin ve milletin âli menfaatleri gereğince iptal edildiğini öğreniyorsunuz.

Bir diğer örnek, özellikle kadın sanatçılara ve yazarlara yönelik linç kampanyaları ve bazen de adli uygulamalar. Gazeteci ve yazar Sedef Kabaş’ın bir Çerkes atasözünü metafor olarak kullandığı için tutuklanması, Sezen Aksu’nun bir şarkısında Hz. Havva ve Hz. Adem’in adını geçirirken ne anlatmaya çalıştığını anlamak için hiçbir gayret göstermeyen kişiler tarafından Adem Peygamber’e hakaretle suçlanarak siyasi destekli linç kampanyasına maruz bırakılması ve son olarak şarkıcı Gülşen Bayraktar Çolakoğlu’nun bir konser sırasında grup arkadaşları ile arasında geçen bir diyalog sırasında İmam Hatip liseleri hakkında yanlış olduğunu sonradan kendisinin de kabul ettiği ve bana göre de ayıplanması ve kınanması gereken bir ifadesi sonrası önce tutuklanması ve sonrasında da ev hapsine alınması. Daha az dikkat çekmiş olsa da bir de İbrahimi dinlerin uydurma olduğunu öne süren Celal Şengör’ün ifadeye çağrılması var ki bu da bu soruşturmaya gerek duyan kişilerin din ve vicdan özgürlüğünü inanma zorunluluğu olarak yorumladıkları anlamına geliyor. Gittikçe daha sık aralıklarla gerçekleşen bu ve benzeri linç kampanyaları ve adli baskılar da hedef alındığını düşünen toplum kesimlerinin haklı olarak gerilmesine yol açıyor.

Bir de dini bir kisve altında hedef aldıkları toplum kesimlerine ilişkin ağır hakaretler eden, onları hedef gösteren sözüm ona din adamları var. Doğrusu “örtünmeyen kadın şöyledir, kocası/babası böyledir, zaten bunların katli vaciptir, bunları sokakta görünce bir değişik oluyorum, bir kere tecavüzden bir şey olmaz, zaten küçüğün de rızası varmış …” gibi ifadeleri duyup da sükûneti korumak kolay değil ama zor da olsa yapılması gereken bu.
Seçim tarihi yaklaştıkça siyasi gerilimin daha da artması ve bu gerilimin şu veya bu şekilde topluma yansıması kaçınılmaz. Ancak kısa vadede seçim sürecini kazasız belasız atlatmak, uzun vadede ülkemizdeki kutuplaşmayı azaltmak, tüm farklılıklarımıza rağmen bir arada uyum ve huzur içinde yaşayabilme umudunu canlı tutmak istiyorsak, bugünlerde sükûnetimizi korumak ve birbirimizi bu yönde teşvik etmek zorundayız. Bu haftaki yazımı Sezen Aksu’nun yazdığı, rahmetli Uzay Heparı’nın bestelediği ve Sertap Erener’in seslendirdiği bir şarkıdan bir bölümle bitirmek istiyorum:
Of, bu ne sinir, bu ne öfke
Aman bir telaş, bir acele
Herkes birbirini boğacak
Bu gidişle sonumuz ne olacak?
Hişt hişt, sakin ol, sinirlerine hakim ol
Hişt hişt, sakin ol, sinirlerine hakim ol.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özgür Ünlühisarcıklı Arşivi