Öner Günçavdı

Öner Günçavdı

Türk halkının mülkiyet hırsı ve barınma krizi

Yerel seçimler yaklaşırken, büyük şehirlerimizdeki en önemli sorun barınma sorunudur. Şu ana kadar açıklanmış olan belediye başkanlarının bu sorunun çözümüne yönelik yenilikçi model önerilerine rastlayamadık. Bugün hâlâ gündemimizde olan model geçmiştekilerden farklı değil.  Yine mülk edinimi yoluyla kişisel servet birikimini esas alan bir yaklaşımımız var barınma krizinin çözümünde. Bunda da vatandaşımızın mülk edinimine yönelik olarak geçmiş dönemlerden gelen alışkanlıkları ve bu alışkanlıkların üzerinde olmuş zaafları rol oynamaktadır.

 

Ülkeye hâkim olan yoksulluk

Ekonomi alanında koca Osmanlı İmparatorluğundan genç Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan en büyük sorun “köylülüktür”. Bu, bir yönüyle ekonomik yapıda tarımın ağırlığına işaret ederken, diğer yönüyle de ülkeye hâkim olan kırsaldaki “yoksulluğunu” ifade etmektedir. Tarıma dayalı bir ekonomide toprak dağılımındaki adaletsizliğin ve “mülksüzlüğün” yarattığı bir yoksulluktu bu.

Cumhuriyet bu yapıyı düzeltip, ülke ekonomisini daha modern ve çağdaş bir görünüme kavuşturmayı hedefledi. Kırsaldaki katılaşmış mülkiyet ilişkilerini siyasi olarak aşamayan o günün iktidarları zamanla kentleşmeyi ve kentler etrafında oluşturulacak sanayileşmeyi ekonomideki dönüşümü gerçekleştirebilmek için çare olarak gördü.

Daha iyi yaşamak için

Mülksüz kırsal nüfus daha iyi hayat koşullarına kavuşabilme umuduyla “taşı toprağı altın olan” büyük şehirlere göç etmeye başladı. Türkiye ekonomisindeki kentleşme eğilimi özellikle Demokrat Parti (DP) döneminde hızlandı. Hatta DP’nin birinci döneminde kırsal kalkınma harcamaları yapan siyasi iktidar, ikinci dönemde büyüyen kentlerin altyapı sorunlarını çözebilmek için yatırımlarını büyük kentlere yönlendirdi. Ancak hiçbir zaman kentlere yeni gelenlerin barınma ihtiyaçlarını çözmeye yönelik bir model ortaya konulamadı.

Barınma hep ihtiyaç sahiplerinin kendi başlarına çözebileceği bir sorun olarak kaldı

Bu dönemde kentlere gelenlerin çoğu topraksız köylüydü. Toprağı olup da gelenlerin ise gelirleri yeterli değildir. Bunların ortak özelliği “fakirlikleriydi”. Özellikle 1960 sonrası özel sektör eliyle yönetilen sanayileşme dönemlerinde, daha önce tarımdaki büyük toprak sahipleri ve tüccarların sermaye birikimlerine katkı yapan bu insanlar, kentlerde düşük ücretlere mahkûm edilerek bu kez de sanayideki sermaye sahiplerinin birikimlerine katkı yapmaya başlamışlardır.  Yine de kırlara göre büyük kentlerdeki istihdam bolluğu ve çeşitliliği onların kentlerdeki yaşamlarını kolaylaştıracak eğitim, sağlık ve çevresel koşulları sunuyordu.

Fakat insanların gelirlerinin düşük olması bu kez de şehirlerde “mülk edinmelerini” imkânsız kılıyordu. Zaten kırsalda mülksüz olan bu insanların kaderleri şehirlerde de değişmiyordu.

Ancak daha önce kırsalda olmayan bir olanağı kentlerde bulabildiler. Kırsalda belli toprak sahibinin elinde yoğunlaşmış ve özel mülkiyete dönüşmüş topraklardan pay alamayan bu insanlar, büyük şehirlerin çeperlerinde hazineye ait topraklara kendi inisiyatifleri ile çökme ve bunları mülk edinebilme olanağı yakalamışlardır.

Hazine arazilerine çöktüler

Kırsalda toprak ağalarının muhalefeti kırılamadığı için mülk sahibi olamayan bu insanlar, kentlere geldiklerinde herhangi bir engellenmeyle karşılaşmadan çöktükleri hazine arazileri üzerinde barınma ihtiyaçlarını “gecekondulaşma” vasıtasıyla kendi başlarına gidermişlerdir.

Kentlerdeki barınma sorununa derli toplu bir politika geliştiremeyen siyaset kendiliğinden gelişen bireysel ama bir o kadar da ülkedeki yasaları ve ahlak kurallarını zorlayan bu sisteme yıllarca göz yummak zorunda kalmıştır.

Aslında bu, sanayide sermayeyi desteklemek için ücretleri düşük tutulan çalışanların hazine arazilerine el koymalarına göz yumarak devletin onlara dolaylı yoldan yaptığı sübvansiyon olarak düşünülebilir.

Ancak böyle bir olanaktan herkesin yararlanabilmesi mümkün değildir.  Bundan sadece böyle bir eylemde bulunabilecek cesareti gösterebilenler yararlanabilmiştir. Elbette bu da sonuçlarını daha sonraki yıllarda görebildiğimiz servet dağılımı eşitsizliklerine neden olmuştur.

Yüksek enflasyonist ortamda düşük tasarruf oranının yaygın olduğu bu kesimlerin, herhangi bir resmi mali olanağa erişimleri olmadan, başka türlü gayrimenkul edinebilmeleri mümkün değildi.

Barınma sorunu için ilk çözüm modeli

Türkiye 1980’li yıllara gelirken, barınma sorununu gidermeye yönelik ilk kez bir model geliştirdi ve uyguladı. Ama bu da geçmişteki yöntemlerde olduğu gibi “mülkiyet” üzerine inşa edilmiş, vatandaşın büyük kentlerde “gayrimenkul” edinmesini esas almaktaydı.

Yöntemin temelinde, mali kaynak sıkıntısı içinde olan dar ve düşük gelirlilerin bir araya getirecekleri tasarrufları doğru yönetilip harcayarak kendi konutlarını kendilerinin inşa etmesi yatmaktaydı. Bunun için vatandaşların “kooperatifleşerek” organize olmaları ve konut inşası için gerekli finansmanı gelirlerinden tasarruf ederek toplayabilmeleri isteniyordu.

Ancak bir türlü engellenemeyen enflasyon vatandaşların topladığı paraların artan inşaat maliyetlerini karşılayamamasına yol açtı. Buna ek olarak kötü mali yönetim bu sistemin başarısız olmasına neden oldu. Tüm bu olumsuzlukların üzerine yetersiz denetimin yol açtığı suiistimaller de sistemin çözüşünü beraberinde getirdi.

/////////////

KUTU

Çözüm için kurulan TOKİ, sorunun parçası oldu

Yeni bir sistemin çıkması için 2000’li yılların beklenmesi gerekti. 2001 krizi ardından elde edilen mali istikrar ve enflasyon ve faizde düşüş ülkede uzun süreli yatırım yapılabilmesinin önünü açtı. İçerideki tasarruflar yeterli olmasa da bu dönemde dışarıda bol olan mali kaynakların düşük faizle ülkeye çekilmesi yeni bir modelin uygulanabilmesinin de altyapısını oluşturdu. Yeni dönemde barınma sorununun çözümü TOKİ oldu.

Aslında bu sistemin de temelinde bireysel mülk edinme yatmaktadır. Bugüne kadar TOKİ eliyle yapılan bazı uygulamalara bakıldığında, bu sistemde yapılan “siyasetçilerin eliyle, kamu kaynaklarının bireysel mülkiyede dönüştürülmesidir”.

TOKİ eliyle bozulan sosyal adalet

Bu model, başlangıçta düşük ve dar gelirlilerin konut edinimini teşvik etmeyi amaçlasa da sonraki yıllarda kamunun elindeki arazileri sosyal adaleti bozacak şekilde daha fazla gelir getirecek lüks konut üretimine yönelmiştir.

Bu sistemin 1960’lardan sonra kentlerimizin çeperlerinde beliren “gecekondulaşmaya” benzer yönleri vardır. Öncelikle ikisinde de kamu kaynaklarının sosyal adaleti bozucu bir şekilde kullanımı söz konusudur.  İkincisi kamu arazilerinin organize bir şekilde özelleştirilip bireysel mülkiyete aktarımı mevzu bahistir. Bu yüzden TOKİ modeli, konut üretimi bahanesiyle toplumsal faydanın maksimizasyonu düşünülmeden, belli bir resmi kurumsal çerçeve içinde kamu arazilerine siyasilerin onayı ile özel sektör tarafından çökülmesidir.

TOKİ sistemi, özellikle İstanbul gibi büyükşehirlerin merkezlerinde, kamu çıkarları gözetilerek kamunun kullanımına ayrılmış yerlerin herhangi bir ekonomik maliyetle karşılaşmadan yapılan imar değişiklikleri ile konut üretimine tahsis edilmesini esas alan bir sistemdir.

Bu, şehirlerimizde daha önce kamu yararı güdüldüğü için piyasalaşamamış alanların, genellikle “keyfi” ve bir o kadar da kamu yararı dikkate alınmadan yapılan imar değişiklikleriyle piyasalaşmasından elde edilen ekonomik değerlerin kamu ve özel kesim arasında paylaşılmasını içerir.

Daha önceki yıllarda “gecekondulaşmaya” göz yumarak siyasilerin ekonomiye yaptıkları müdahaleler ülkenin “sermaye birikimine” katkı yapmayı amaçlarken, maalesef bugünkü TOKİ sistemi ülkemizdeki bireylerin mülk edinme hırslarından beslenen ve kamu kaynaklarının yanlış kullanımına yol açacak şekilde “özel servet birikimine” hizmet eden bir sistem haline gelmiştir.

 

/////////////// KUTU

Sürdürülebilir bir model yok, ne yapmalı?

Türkiye hâlâ barınma sorununu çözmeye yönelik sürdürülebilir bir model geliştirebilmiş değildir. Ama bilinen o ki bugüne kadar uygulanan ve vatandaşın mülk edinme hırsından beslenen sistemlerin hiçbirinin bugün ülkede hâkim olan ekonomik koşullarda uygulanabilirliği yoktur. İhtiyacımız olan kamu kaynaklarının barınma amaçlı olarak toplumsal faydayı en üst seviyelere çıkarmaya yarayacak bir modelin uygulanmasıdır.  Bu da ancak kamunun kendisinin fiilen sübvanse edilmiş ucuz konut üreticisi ve/veya kiralayanı olarak sorunun aktif bir parçası haline gelmesiyle mümkündür.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Öner Günçavdı Arşivi