Hiç bitmeyecekmiş gibi yaşamak

Kime söylesem “40’lı yaşlar orta yaş bunalımı için çok erken. Daha dur, bunun 50 yaş sürümü var!” diyor. “Bir bildikleri vardır elbet” diyerek susuyorum. Orta yaş bunalımı popüler kültürde öyle çok karikatürize edildi ve edilmeye devam ediyor ki, kullanmaktan çekiniyorum doğrusu. Oysa, insan hakikaten belli bir yaşa doğru hayat muhasebesine girişiyor. Tuttuğu yolu, tercihlerini sorguluyor. Hoşuna gitmeyen durumlara ve kişilere karşı daha kararlı bir şekilde sınırlar koymaya başlıyor. Hayatta pas geçtiğini düşündüğü deneyimlerin peşine düşebiliyor.

Bunun sebebini yaş aldıkça ölümle daha sık karşılaşmamıza bağlıyorum. Büyüklerimiz yaşlanıyor. Bazen bir akraba, bazen çocukluğumuzda severek izlediğimiz bir sanatçı ya da okul yıllarından tanıdığımız bir öğretmen… Kayıplar çevremizi usul usul yokluyor. “Nadir olan kıymetlidir” misali, zaman azaldıkça hayat kıymete biniyor. Kalan zamanımızı nasıl değerlendirmek istediğimiz de haliyle önem kazanıyor.

86 yaşında capcanlı renklerle boyadığı tablolarıyla ünlü İngiliz ressam David Hockney, “Ne ölüme ne de güneş ışığına uzun süre bakabiliriz” der. Doğrudur. Biz insanlar ölümlü olduğumuzu bilmemize rağmen ancak ölümü unutarak yaşama tutunabiliyoruz. Rivayet odur ki, dedem Adil Bey 39 yaşındayken, kahve falına bakan biri kendisinin 40’ı göremeden öleceğini söylemiş. Kendisi 63 yaşına kadar yaşadı. Fakat o bir sene, yakınındakilerin anlattığına göre en az bin kere ölmüş. Fala bakan da vicdansızmış, sahi, ayrı konu. Ama gelin görün ki insan bilince katlanamıyor işte.

Günümüzde ilerleyen tıp ise falcılardan daha net konuşup kaçınılmaz olanla yüzleştirebiliyor insanı. Okyanus aşırı yaşamasına rağmen gönül mesafemizin hiçbir zaman uzamadığı bir dostuma yakın zamanda teşhis konuldu. Ender görülen bir kalp hastalığı. Doktorlar bu pek tanımadıkları hastalığı nasıl tedavi edeceklerini bilmiyor. Sadece ilerleyen süreçte hastayı bekleyen komplikasyonlar hakkında bilgi verebiliyorlar. Bir de tahmini yaşam süresi.

Arkadaşım ne mi yapıyor dersiniz? Teşhis konulduğundan bu yana spora gittiği günlerin sayısını artırdı. Coşkuyla spinning derslerine katılıp pedal çeviriyor, kan ter içinde squash (duvar tenisi) oynuyor. Dışarıdan bakıldığında kırılgan görünen kalbini idareli kullanmasını beklersiniz. O ise sanki tıbba veya Azrail’e meydan okurcasına üzerine gidiyor. “Ne olacaksa, olacak” diyor.

Evvelki gün konuştuğumuzda bu yıl üniversitede ders vereceği son dönem olacağından en iyi işi çıkarmak istediğini ve haftanın konularını özenle seçerek öğrencilerine geleceğe yönelik çıkarımlarda bulunabilmeleri için nasıl öğütler verdiğini anlattı, uzun uzun. Heyecanla… Sonra, işlerini hafifletebildiği noktada tempoyu yavaşlatıp hayatını yaşamak istediğini de ekledi. Biraz seyahat edecekti ama mutlaka yazacaktı. “Belki bir kitap olur” diyordu. Şöyle değişik, bugüne kadar çalışmadığı, keşfedeceği bir konu...

Belli ki çalışmayı bırakmak, kendisine hayattan kopmak veya yenilgiyi peşinen kabullenmek gibi geliyordu. Belki de yavaşlarsa, hastalığı üzerine daha fazla düşünmeye vakit bulacağından endişe ediyordu ve bu yüzden kendini meşgul tutma gayreti içindeydi. Aklıma okuyup da çok etkilendiğim kıymetli yazar ve fikir insanı Aziz Nesin’in kendi hayat hikayesinden kesitler anlattığı Yol üçlemesinin ikinci kitabından şu bölüm geldi:

“Şimdi bakıyorum dosyalar dolusu yarınki işlere. Hiçbir gün işlerimi yetiştirememişim. Her gün, bir ertesi güne, her gün yarına borçlu kalmışım. Aylaklığımdan değil bu; taşıyamayacağım denli çok yük yüklenmemden. Niçin bu denli çok yüklendiğimi düşündüm. Bilinçaltımdaki çok yaşama isteğimden olacak belki de… Bugünkü işlerimi yetiştiremezsem, onları yarın yapmak zorunda kalacağım. Yapacak işi olan kişi de ölemez ki… Yarınlara borçlu kalmak, borçluluğunu hep duymak, borcunu ödemeye, yani yaşamaya çalışmak, yaşamak zorunda kalmak… Hiç ödenemeyecek, ödendikçe daha da artacak bir borç bu.”

Gündelik koşuşturmalar içinde işlerime yetişemeyip bazılarını da pas geçmenin azabını çekerken, arkadaşımın yerinde ben olsaydım ne yapardım diye düşündüm. Hayat deneyimlerimi aktarmak için oğullarıma mektuplar bırakmayı dener miydim mesela? Bıraksam, neye yarardı ki? Hayat herkesin karşısına farklı sınavlar koyarken, ya benim sunacağım cevap anahtarı onların sorularının karşılığı olmazsa?

Sorumluluklarımı azaltıp günümü gün etmeyi mi seçerdim yoksa hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmeyi mi? Yakın zamanda kaybettiğimiz yazar Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde Parmenides’in sunduğu karşıtlıklar üzerinden okuruna sorgulattığı şekliyle sorarsak, hafifliği mi seçerdim? Ağırlığı mı?

Aslında Kundera’nın tercihi netti. Çoğu zaman altında ezildiğimiz sorumluluklarımız aynı zamanda bizi dünyaya yaklaştırıyor, gerçek kılıyor ve doyum sağlıyordu. Bu yüzden hafifliği olumlu gösteren Parmenides yerine ağırlığı ve zor olanı değerli gören Beethoven’la saf tutmuştu.

Kundera’nın duruşu hayatım boyunca, özellikle zorlandığım zamanlar rehberlik etti bana. İnsanın ancak kendini üretken ve yararlı hissedeceği bir amacı, bir meşgalesi olursa varoluşunu anlamlı kılabileceğine inandım. O yüzden sanırım ben de arkadaşımın yolundan giderdim. Belki seçtiğim hedeflerde kendimce seçici olurdum ama tıpkı onun gibi “Şimdi ölmenin hiç sırası değil” dedirtecek denli doldurmaya çalışırdım günlerimi. Yaptığım işi yarım bırakmamak, yarına borçlu kalmamak için yaşama daha sıkı sarılırdım. Sevdiklerime de…

İnsanın bunları düşünüp harekete geçmesi için illa bir hekimin müdahale etmesi gerekmiyor. Bu aydınlanma, yaşın getirdiği bir hediye bizlere. Yeter ki önümüzde henüz yaşanacak günlerimiz varken onu teslim alacak kadar şanslı olalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Selin Nasi Arşivi

Araf

13 Ağustos 2023 Pazar 07:00