Nükleer Santraller

Nükleer santrallar en az esnekliğe sahip, olan elektrik üretim tesisleridir. Faaliyete geçmeleri bile birkaç gün sürer ve dakikalar içinde kendini durdurabilmelerine rağmen, yaşanan her ani kapama ayrı bir güvenlik riskine ve büyük finansal kayba yol açar. Bu nedenle, nükleer reaktörler elektrik şebekelerini daha korunmasız bir hale getirir.
Daha kötüsü, nükleer santrallar, herhangi bir elektrik kesintisi durumunda adeta bir saatli bomba gibidir. Fukuşima’da reaktörlerin erimesi ve patlamasının asıl nedeni deprem değil, elektrik kesintisiydi. Felaket sonrasında radyasyon bulutları büyük arazileri ve okyanusları etkisi altına aldı. 150.000’in üzerinde insan, evlerini, köylerini, çiftliklerini ve onlar için kutsal olan, ailelerinin mezarlarının bulunduğu bölgeleri bir daha geri dönmemek üzere terk etmek zorunda kaldı.
Ne kadar gelişmiş bir nükleer reaktör olursa olsun her zaman öngörülemeyen ve ölümcül olabilecek insan hataları, teknik aksaklıklar ve doğal afetler feci nükleer kazalara yol açabilir.
Hindistan ve Çin gibi sanayileşmekte olan ülkeler büyük bir hızla, kömürle çalışan yeni santraller inşa ediyor. Neredeyse on yıldır nükleer santrallerin ABD elektrik üretimindeki yüzde 20’lik payı, yeni santraller olmaksızın, toplam elektrik üretimdeki yüzde 15’lik artışa ayak uydurarak sabit kaldı.
1970’ler ve 80’lerde onarım ya da diğer sorunlar nedeniyle santrallerin planda olmayan bir biçimde kapatılmaları, ABD santrallerini normal kapasitelerinin yüzde 65’in altında bir üretimle sınırladı. Günümüzde bu oran, üretim, deneyim ve iyileştirilen işletme uygulamalarıyla yüzde 90’ı aşıyor.
Reaktörleri tasarlayan ve işleten mühendisler, enerji ve çevre korumaya ilişkin uzun vadeli stratejiler konusunda endişeli olan akademisyenler, elektrik üreten şirketlerin yöneticileri ve Amerikalı siyasetçilerden “nükleer rönesans” söylentileri yayılıyor.
Nükleer santrallerden yana olanlar, fosil yakıtlara tövbe etmek ve bunu beş parasız kalmadan yapmak zorunda olan 21. yüzyıl uygarlığı için atom enerjisinin, başarısını kanıtlamış bir teknoloji olduğunu söylüyor.
Nükleer Enerji Enstitüsü’nün tahmini, nükleer gücün elektrik üretiminde günümüzde oynadığı rol kadar etkili olmaması halinde, ABD’de şu anda açığa çıkandan yüzde 29 oranında daha fazla karbon salınacağı yönünde.
Yirmi beş yıl önce Pripyat’ta yaşam ürpertici bir biçimde son buldu. 26 Nisan 1986 tarihinde henüz gün ağarmadan, o dönemde nüfusu 50 bini bulan Pripyat’ın 3 kilometre kadar güneyinde bulunan Çernobil Nükleer Santrali’nin dört numaralı reaktöründe patlama oldu. Bu patlamada 2 kişi yaşamını yitirdi. Radyasyon zehirlenmesinden 28 kişi daha yaşamını yitirecek ve kısa süre içinde ölü sayısı 30’a yükselecekti.
Binanın hurdaya dönen iskeleti on gün boyunca yandı ve Kuzey Ukrayna’da, Güney Belarus’da ve Rusya’nın Bryansk bölgesinde 142.000 kilometre karelik bir alana radyasyon yaydı. Hiroşima’da yayılan radyoaktivitenin 400 kat fazlasına ulaşan radyoaktif serpinti, yaklaşık 300 bin kişinin evlerini terk etmesine neden olurken çocukları etkisi altına alan bir tiroit kanseri salgınını da tetikledi.
Fukuşima nükleer santral felaketi yaşandığında Japonya başbakanı olan Naoto Kan’ın, itirafta bulunarak, ‘Recep Tayyip Erdoğan’a Japon nükleer teknolojisini tavsiye ettiğime pişman oldum. Türkiye gibi sismik ve terör riski olan bir ülke nükleer santralden vazgeçmeli’ dediği medyaya yansıdı.
Akkuyu nükleer santrali bölgenin ekosistemini bozacak; tarımını, turizmini, insan sağlığını, yaşamı tehdit edecektir. Şu anda Akkuyu Projesi’nin yönetiminde Türkiye etkin değildir. Proje kapsamında neler yapıldığı, meydana gelen çatlakların önemi, kullanılan malzemelerin uygun olup olmadığı bilinmemektedir.
Ülkemizde son yıllarda sık sık yaşanan endüstri kazalarının bir başka örneğinin yaşanmaması için biran önce Akkuyu Projesi’nin denetim altına alınmasını umuyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kubilay Kaptan Arşivi