Yükselen Çin, aşı ve Uygurlar üçgeninde Türkiye

Yükselen Çin, aşı ve Uygurlar üçgeninde Türkiye
Türkiye’de uzun zamandan beri aşı tartışmaları devam ediyor. Konu toplum sağlığını doğrudan ilgilendiren bir salgın hastalık olunca ister istemez hepimizin gözü kulağı kamu otoritelerinin ağzından çıkacak kelimelerde...

Türkiye’de uzun zamandan beri aşı tartışmaları devam ediyor. Konu toplum sağlığını doğrudan ilgilendiren bir salgın hastalık olunca ister istemez hepimizin gözü kulağı kamu otoritelerinin ağzından çıkacak kelimelerde oluyor.

Sağlık Bakanı Sayın Fahrettin Koca Sinovac isimli Çinli bir şirket ile aşı tedariki konusunda anlaşma yapıldığını duyurur duyurmaz gayet doğal bir refleksle şirket hakkında sorular sorulmaya başladı. Çin’de aşı çalışması yapan birçok şirketten sadece biri olan Sinovac’ın neden seçildiği, müzakere süreçlerinin nasıl işlediği, aşının ücreti ve anlaşmanın detaylarının açıklanmaması sebebi ile sadece Çin’in değil Türkiye’nin de salgınla mücadele yöntemlerinde “şeffaflık” sorunu eleştiri konusu oldu.
Gelişmelerin bu kısmına kadar aslında Türkiye’de alışık olduğumuz türden bir yönetim ve iletişim sorunu ile karşı karşıya olduğumuzu düşünerek iyimserliği elden bırakmayabilirsiniz. Ancak Aralık ayının sonunda Çin ulusal meclisi tarafından Türkiye ve Çin arasında 13 Mayıs 2017 tarihinde imzalanan “Suçluların İadesi Antlaşması” apar topar onaylandı. Türkiye’de aşının beklendiği o hafta sonu Çin’den gelen onay haberi ile birçok kişi o kritik soruyu sordu: “Bu anlaşma ile aşı arasında bir ilişki var mı?” Bu yazının da yazılmasına sebep olan bu iki olay arasında zorunlu bir ilişki kurmanın sebebi son yıllarda Türkiye-Çin ilişkilerinin gelişmesine karşı eleştirel bir tutum almak değil. Aksine Türkiye’nin dünyanın en büyük ikinci ekonomisi ile ilişkilerini geliştirmesi takdir edilmesi gereken bir olaydır. Ancak asıl üzerinde durulması gereken konu Çin’in her yıl biraz daha belirgin hale gelen “büyük güç” davranışlarının Çin’den daha zayıf ve güçsüz ülkeler üzerindeki siyasi, ekonomik ve hatta sosyal-kültürel etkisinin daha belirgin hale gelmesidir. Kısacası Çin’in bile nasıl kontrol edeceğini düşünmeye başladığı devasa bir “güç” ile karşı karşıyayız. Peki, Çin’in “büyük güç” olarak ortaya çıkması ve bu büyük gücün ortaya çıkışındaki doğal sebepler ve sonuçlar bizi neden ilgilendiriyor?
Karşılıklı Bağımlılık ve Kontrol Mekanizmaları
Yukarıdaki sorunun en kısa cevabı aslında karşılıklı bağımlılık ve küreselleşme tartışmasını biraz daha derinleştirerek bulunabilir. Zira bugün, özellikle KOVİD-19 sonrası dünya düzeninde hem bağımlılıkları hem de küreselleşmenin geleceğini daha fazla tartışacağız.
Türkiye-Çin ilişkilerinin özellikle son yirmi yılına baktığımızda ikili ilişkilerin ciddi bir asimetrik bağımlılık ortaya çıkardığını söylemek mümkün. Dolayısıyla ilişkilerin geliştiği doğal seyir içerisinde Çin’in Türkiye üzerinde ciddi bir nüfuza ulaştığı da iddia edilebilir. Nitekim hükümetin Uygur sorunundaki sessizliği, ticaret açığını kapatacak adımların bir türlü atılamaması ve en son aşı konusunda Çin’e karşı alternatifsiz kalınması da bu iddiaların altının boş olmadığını gösteriyor. Peki, “Çin karşıtlığı” ve “ABD yandaşlığı” yaftalamalarının ve spekülasyonlarının ötesinde karşılıklı bağımlılığın ürettiği bu doğal ve rasyonel durum nasıl sorgulanabilir? Bu durum yönetilebilir mi? Bu sıkışmışlıktan kurtulmanın yolu var mı?
Karşılıklı bağımlılık sadece iki ülke arasında değil küreselleşme dolayısıyla aynı anda birden fazla aktörle birlikte ortaya çıkar ve yönetim süreci de ister istemez bu küresel ilişki ağlarını da dikkate almayı gerektirir. Kısacası bu tarz asimetrik bağımlılıklarda daha zayıf ve güçsüz aktörleri koruyan temel unsur diğer aktörlerle birlikte oluşan çok taraflı kurumsal, hukuki ve normatif bağlardır. Bu bağlar ne kadar yoğun olursa bağımlılıktan doğabilecek her türlü siyasi, ekonomik ve hatta askeri baskı farklı dinamiklerle yönlendirilebilir.
Bugün sadece Türkiye değil Çin ile ilişkileri karmaşık bir bağımlılık sürecine girmiş bütün ülkeler ve kurumlar için Çin’in ulaştığı bu gücün kontrolü ancak kurumsal, hukuki ve çok taraflı ilişki ağları ile mümkündür.
Çin’in Kontrolsüz
Büyük Güç Deneyimi
Yaklaşık on yıldır Çin mevcut küresel kurumlar ile hukuki ve normatif düzen bakımından ayrışmaya başladı. Bu ayrışma Çin-ABD ilişkilerinde sıklıkla tartışıldı ancak bunun küresel düzene yansımaları ve bu ayrışmanın mesela Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar ya da Pakistan, Sri Lanka ve Myanmar gibi Çin’den daha zayıf ve güçsüz ülkeler üzerindeki ayrıştırıcı etkisi yeterince tartışılmadı.
Çin’in “büyük güçler” ile geliştirdiği ilişkilerde vurguladığı çok taraflılık, konsensüs, istişare vs. gibi kapsayıcı söylemler kendinden daha zayıf ve güçsüz ülkelerle kurduğu ilişkilerde geçerli değil. Mesela Çin, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında ikili anlaşmalar (çok taraflı değil) imzalıyor, ülkeleri borçlandırıyor, kurumlar değil kişiler üzerinden ilişki geliştiriyor. Sadece bu farklılık bile Çin’in uluslararası düzen fikrinin oldukça “hiyerarşik” olduğunu gösteriyor.
Bunun en temel sebebi Çin’in muhataplarını kendisi ile eşit bir statüde görmemesidir.
Çin de aynı ABD, Almanya ve diğer ülkeler gibi büyüme macerasına devam ederken bu büyümeyi maksimize etmek ve daha fazla kazanç sağlamak için rasyonel planlar ve stratejiler kurgulayan bir ülkedir.
Bugün Çin dış politikası aynı Çin devleti gibi yeni bir dönüşümün eşiğinde ve bu eşik sadece Çin vatandaşlarını değil dünya vatandaşlarını da ilgilendiriyor. Bir bakıma Çin, “Çin tarzı sosyalizm”, “Çin rüyası” vb. gibi Çin iç siyasetinde oldukça kullanışlı söylemlere benzer bir şekilde Çin tarzı bir uluslararası düzenin ortaya çıkışını yavaş ve emin adımlarla kurguluyor.
Çin-Türkiye İlişkilerinde Kontrol Mekanizmaları
Türkiye-Çin ilişkileri ise tam da böyle bir dönemde gelişmeye ve dönüşmeye devam ediyor. Ancak yukarıda bahsedildiği gibi Türkiye’de ne Çin’in büyüme dinamikleri ne de bu dinamiklerin ikili ilişkilere, bölgesel ve küresel sorunlara etkisi tartışılıyor. Aksine dünya siyasetinin bu dönüşüm sürecinde neredeyse bütün tartışmalar kategorik “Çin karşıtlığı” ve “ABD yandaşlığı” gibi daha çok Çin medyasında tartışılan ve Çin kamuoyuna yönelik tartışmalar içinde boğuluyor. Halbuki Türkiye Çin’in “büyük güç” davranışlarına karşı alternatifler üretmek ve dış politika stratejileri kurmak zorunda. Çin’e sadece ekonomik ilişkiler perspektifi ile bakmak meselenin birçok yönünün ıskalanmasına sebep oluyor. Türkiye Çin’e karşı oluşan asimetrik bağımlılık dolayısıyla ortaya çıkan sorunlara karşı Çin’in gücünün kontrol edilmesini mümkün kılacak bir uluslararası düzende ısrarcı olmalıdır.
Aşı ve suçluların iadesi anlaşmasının da gösterdiği gibi Türkiye’nin Çin ile kuracağı ilişkilerde oldukça hassas bir denge yakalamak gerekiyor. Bu dengenin bir yönü kesinlikle Çin ve Türkiye’nin teke tek kalmamasıdır. Çin hükümeti salgının başından beri “Çin virüsü” söylemini aşmak ve bir başarı hikayesi yazmak için elinden gelen her şeyi yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ancak bu hikâyenin gerçeklerle ilişkisinin kurulması şeffaflık gibi sorunlar dolayısı ile oldukça zor.
Türkiye’nin karşısında neredeyse bütün sivil alanı kuşatan “kamusal bir güç” olarak “kamusal alan” üzerinde tahakküm kurmuş güçlü bir devlet var. Bunun Çin açısından tarihsel tecrübesi ve devletin resmi ideolojisi açısından bir karşılığı olabilir. Ancak Çin’in muhatap olduğu kalkınmış ve kalkınmakta olan birçok ülke için bu durum geçerli değil.
Avrupa ve ABD başta olmak üzere Türkiye gibi Çin ile ilişkilerini belirli ekonomik önceliklerle sürdüren ülkelerin birçoğu iktidarı bütün bir kamusal alan üzerinde otoriter bir tahakküm aracı olarak değil kamusal ve sivil ayrımı üzerinden iktidarı paylaşan ve özgürlükleri önceleyen bir anlamda kullandılar. Ancak Çin’in etkisi ve nüfuzu arttıkça özellikle Çin’den daha zayıf ve güçsüz ülkelerde bu noktalarda ciddi zaaflar oluşmaya başladı. Kısacası Çin’in kendine özgü siyasi yapısı ve hükmetme biçimlerinin dışarıdaki yansımaları diğer ülkelerin ulusal çıkarları ve siyasi yapıları ile bir çatışma içine girdi.
Sonuç olarak Türkiye ve Çin ilişkileri gereğinden fazla anlamlar yüklenerek olması gereken rasyonel stratejik değerinden farklı bir şekilde tanımlanamaz. Gerek karşılıklı bağımlılığın teorik çıkarımlarının açıklayıcılığı gerekse de ikili ilişkileri belirleyen yapısal faktörler mevcut ilişkilerin uluslararası düzendeki kurumsal, hukuki ve normatif ilkeler çerçevesinde ele alınmasını zorunlu kılıyor. Türkiye mevcut küresel düzen içinde daha revizyonist bir tutum sergilese bile bunu mevcut kurumların ve normatif ilkelerin çerçevesinde dile getirmesi gerekir. Eğer Türkiye ikili ilişkileri Makyavelist bir perspektif ile bağımlılıktan, normlardan ve kurumlardan uzak bir şekilde çıplak güç üzerinden kurgularsa Çin’in Makyavelizmi’nin son kertede Türkiye’ye diz çöktürecek bir hamle olduğu apaçık ortadadır.