‘Âdem’i değil, İstanbul’u merkez alan kentleş(eme)memiz!

‘Âdem’i değil, İstanbul’u merkez alan kentleş(eme)memiz!
Türkiye’de şehirlerin köklü bir yapılandırma sürecine girememesi en önemli kent problemlerindendir. Ülkemizin İstanbul merkezli yapısından bir an önce sıyrılması ve gücün diğer şehirler ile paylaşılması hem ekonomik...

Türkiye’de şehirlerin köklü bir yapılandırma sürecine girememesi en önemli kent problemlerindendir. Ülkemizin İstanbul merkezli yapısından bir an önce sıyrılması ve gücün diğer şehirler ile paylaşılması hem ekonomik olarak Türkiye’yi kesin olarak kalkındıracak hem de refah yönüyle de verimin artmasına yol açacaktır. Ancak, bu durumun gerçekleşebilmesi kat’i muhafazakâr bir şehir yapısı inşa etmekten de geçmemektedir

Türkiye devletinin kent ile ilgili en büyük problemlerinden biri İstanbul’a doğru göçün engellenemeyerek tersine göçün sağlanamamasıdır. Bu konuda hükümet işe yarar ya da yaramaz bir şekilde belli başlı programlar açıklamıştır. Kimi programlar teşvik ile yatırımcıyı çeken ekonomik içeriklerle, kimi ise hayvancılığı ve tarımı güçlendirmek için hayvan hibesi gibi içeriklerle yapılanmıştır. Geçtiğimiz 10 sene içerisinde bu programlar dahilinde tersine göç ve kentlerin ekonomik kalkınması ne ölçüde sağlanmıştır diye baktığımızda İstanbul’un nüfusunun 13,5 milyondan 16 milyona doğru artan yolculuğu göze çarpan en büyük göstergedir. İstanbul hala iç ve dış göçün odağında, hala Anadolu için “taşı toprağı altın” konumundadır. Tersine göçün ve Anadolu topraklarının kalkınabilmesi genel geçer ekonomik programlardansa, daha kapsamlı, her alanı ile düşünülmüş kentler inşa etmekten geçmektedir.

Tersine göçün elzem bir durum olmadığı Batı ülkeleri ise hem tarihsel hem de şehir planlamaları açısından önemli örnekler olarak gösterilebilmektedir. Aynı zamanda Batı ülkelerinin, ekonomik ve refah olarak da başarılı olabilmelerinin en büyük paylarından biridir şehir planlaması ve kent çalışmaları. İstanbul’un hızla artan nüfusunun yanında Berlin 2010’dan beri nüfusu 3,4 milyondan sadece 3,7 milyona yükselmiştir. İstikrarlı ve kontrollü büyüme planı ile birlikte yapılacak yatırımlar dahil, şehrin ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir kent ortamı yaratılabilmiştir.

Kalkınma ve şehir planlaması “Âdem”i merkez alır!

Tarihsel olarak kentselleşme Avrupa’yı nasıl şekillendirdi? Avrupa şehirleri derebeylik, şehir devleti bölgesel yönetimler, prenslikler ve küçük devletçik yapılarıyla şekillenmiş tarihsel ve kültürel bir yapıya sahiptir. Bu yapı üniterleşememek olarak dezavantaj getirse de bunun yanında güçlü ve sosyal şehir yapılanmaları getirmiştir. Aslında her Avrupa şehri büyük ölçekle bir prenslik, derebeylik veyahut şehir devleti yapılanmasına sahiptir. Bu yüzden her şehir kendine özgü bir yapıya sahip olur ve diğer şehir devletleri ile rekabet içerisindedir. Her şehrin kendine ait prestij meselesi olarak gördüğü bir üniversitesi, aristokrasi sınıfı ve üretimini veya ticaretini sürdürdüğü mallar vardır. Kalkınma ve şehir planlanması bu âdem-i merkeziyetçi yapı ile sağlanmaktadır.

Bu âdem-i merkeziyetçi yapı ile şehrin her sosyo-kültürel kesimden insanların barınabileceği çeşitli sosyal yapıların inşaatına ihtiyaç ortaya çıkmıştır. Bu yüzden kentler cazibe merkezi haline getirilmiştir, dışa beyin göçü olabildiğince engellendiği gibi içe doğru bir beyin göçünün de sağlanmasına neden olmuştur. Ticaret devletlerinden olan Venedik ve Ceneviz ticaret devletlerinin rekabetini örnek olarak gösterebiliriz. Bu iki ülkenin rekabeti Akdeniz’i ve Avrupa’yı ticari anlamda geliştirmiştir. Belki de Aydınlanma Çağı’na ön ayak olmuştur da diyebiliriz. Bu yüzden Avrupa devletleri ulusal birleşmelerini sağladıktan sonra bile tek merkezde toplanan nüfus yerine daha dağınık bir yapıda ve refah içerisindedir.

ABD, Rusya ve Çin’de şehirleşme  

Peki, daha sonra kendi gelişimlerini tamamlayan Avrupa dışı ülkelerde de benzer bir yol izlenmiştir. Sanayi Devrimi sonrası ABD’de kentlerin planlanması önemli bir alan olarak gündeme gelmiştir. Örneğin 1836’da kurulan Houston, 1901’de petrolün bulunması ile birlikte kalkınması enerji, havacılık, uzay bilimleri ve ulaşım gibi alanlarda kendisini geliştirmiştir. Tabii ki doğal çevre ve olanakların bu şehrin yapılanmasında önemli bir faydası bulunmaktadır. Ancak, önemli olan bu çevre ile birlikte bu bölgede yaşamı sürdürebilmiş olabilmektir. Burada çalışacak bir akademisyenin çocuğunu verebilecek bir kreşin olmaması ya da iş çıkışı gidebileceği bir sosyal aktiviteden mahrum olarak bu şehirde yaşamaya devam edebilmesi pek mümkün değildir. Yani şehrin gelişebilmesi ve cazibe merkezi olabilmesi tek elden fabrika yapılması ile gerçekleşmemektedir. Bunun sağlanması ve sürdürülebilirliği için şehrin tamamlayacağı her unsur; barlar, tiyatrolar, kreşler, okullar, konser ve park alanları hatta beslenebileceği başka insanların da orada bulunuşu önemlidir.

Çağlardan beri insan en az maddi kazanç kadar önemli olarak sosyal yapının refahı yönünde de göç ve yaşama açısından şehir seçimlerinde bulunmuştur. Bolşevik Devrimi’nin belki de en büyük başarısı Moskova daha sonra St. Petersburg merkezli bir Çarlık Rusya’sından daha âdem-i merkeziyetçi şehir planlamasına geçmesi ile üretim araçlarını daha etkin kullanması olmuştur. Çin de bu yapıya 1990 sonrası kurduğu çeşitli sanayi şehirleri içerisindeki gerekli sosyal ve ekonomik alt yapıyı sağlayarak başarıya ulaşmıştır.

Türkiye’de ideolojik şehirleşme

Türkiye’de ise bu şehirlerin kurulamaması veyahut köklü bir yapılandırma sürecine girememesi en önemli kent problemlerindendir. Ülkemizin İstanbul merkezli yapısından bir an önce sıyrılması ve gücün diğer şehirler ile paylaşılması hem ekonomik olarak Türkiye’yi kesin olarak kalkındıracak hem de refah yönüyle de verimin artmasına yol açacaktır. Ancak, bu durumun gerçekleşebilmesi kat’i muhafazakâr bir şehir yapısı inşa etmekten geçmemektedir. Bir şehrin yapılandırması ve cazibe noktası olabilmesi için fabrika kurmaktan ziyade, o şehrin yaşam kalitesini artırarak mühendislerin, akademisyenlerin, sosyal bilimcilerin ve diğer meslek gruplarının yaşayabileceği ortamların sağlanabilmesi de gerekmektedir. Bu hem şehrin kalkınabilmesi hem de fabrikaların varlığının sürdürebilmesi için elzem bir önem taşımaktadır.

Belli bir ideolojik bakış açısı ile inşa edeceğiniz ve yapılandıracağınız bir şehir, sadece ve sadece o ideoloji içerisinde bulunan kısıtlı bir nüfusun barınacağı bir şehir demektir, bu da 80 milyonluk ülke nüfusundan yalnızca o oran ile doğru orantıda verim alabilmenizi sağlayacaktır. Hızla globalleşen dünyanın rekabetinin doruk noktasında olduğu şu günlerde ise nüfusunuzun tam potansiyelinden verim alamamak büyük bir “lüks”tür, ancak gelişmekte olan bir ülke olarak böyle bir lüksümüz bulunmamaktadır.