Hüseyin Tapınç

Hüseyin Tapınç

Aile

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’dan Bodrum’a dönerken şehre girişte yol kenarına dizilmiş ilan panoları arasından biri dikkatimi çekti. Onlarca otel ve zincir mağaza panosu arasında bunun dikkat çekici olmaması mümkün değil. Ayrıca, trafik lambası arkasına konuşlandırıldığı için durduğunuz anda göz göze gelmemeniz ve rahat rahat okumamanız söz konusu olamaz.   

Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Osman Gürün imzalı panoda şu yazıyordu: “Aile, Geçmişten Geleceğe Bir Köprüdür. Birlikte Aileyiz, Birlikte Muğlayız.”

Normal bir hayat temposu sürüyor olsak göz ucuyla bakıp geçeceğimiz bu pano, insan zihninin çağrışımlar zinciri içinde uzun bir mesai yapmasına vesile oluyor. “Şimdi aile üzerinden söylem kurmanın zamanı mı?” ile başlayan ve “Zaten bu muhalefet de ülke yönetimine ya da yerel yönetimlere dair politikalarında iktidarın söylemini tekrarlamaktan başka ne iş yapıyor?” ile devam eden uzun bir zincir bu.  

Malum, aile, gündemimize ustaca bir şekilde yerleştirilen önemli bir konu ve üstelik uzun bir süre daha gündemimizi işgal etmeye aday. 

Geçtiğimiz yılın Ekim ayının başlarında Kemal Kılıçdaroğlu, “Kadınların giyim kuşamını siyasetin tekelinden çıkartıyoruz. Bu hakkı yasal güvenceye alacağız. Bunu bir tartışma konusu olmaktan tümüyle çıkartacağız” demiş ve ardından CHP başörtüsüne güvenceyle ilgili yasa teklifini Meclis’e sunmuştu. Kabul etmek lazım ki, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu kanun teklifini son derece usta bir şekilde karşılamış ve konuyu anayasa düzeyinde çözmeyi önermişti. 

Olmayan sorundan çözüm üretmeye çalıştı

Aslında Türkiye’nin uzun bir süredir başörtüsü sorunu diye bir sorunu yoktu, ama Kılıçdaroğlu’nun olmayan bir sorundan çözüm üretmeye çalışmasının asıl bedeli Erdoğan’ın bir sonraki cümlesinde gizliydi: “Hatta bununla kalmayalım, kadının ve erkeğin birlikteliğinden oluşan aile kurumumuza da güçlendirerek ilave değişiklikler de yapalım.” 

Aile kurumunu güçlendirme üzerine oluşturulan bir söylemin toplumda yaratacağı cazibeyi tartışmanın yeri yok. İçini nasıl doldurursanız doldurun, hangi kaynaklardan beslerseniz besleyin, bu söylemin alıcısı çok olacaktır. 

Aile, Türkiye toplumu için en önemli sosyal kurumlardan biri. En son 2018 yılında gerçekleştirilen Dünya Değerler Araştırması bulgularına göre, aile kurumu Türkiyelilerin yüzde 92’sinin hayatında çok önemli bir yere sahip ve yüzde 83’ü de kendi ailelerine son derece güveniyor. 

İktidarın ve Yeniden Refah Partisi başta olmak üzere destekleyicilerinin aile kurumunu güçlendirme kavramının içini nasıl dolduracaklarına dair öngörülerimiz var ve hali hazırda gündeme gelen konuları da tartışıyoruz. Bu konuları önümüzdeki aylarda çok daha yoğun bir şekilde tartışacağız: 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair kanun, zina ve nafaka hakkı gibi başlıklar ve hukuki düzenlemeler tartışma konularının başında geliyor, gelecek.

Erbakan tek savunucu değil

Ancak, konu hukuki düzenlemeler ile sınırlı değil, sosyal pratikler de tartışmaların ve mücadele alanlarının en önemli maddeleri arasında yer alıyor. Örneğin, çocuk yaşta yapılan evlilikler. Çocuk istismarına yönelik son derece başarılı kampanyaların yapıldığı ülkemizde, Fatih Erbakan’ın geçtiğimiz günlerde yeniden gündeme getirilen konuşması bu alandaki tartışmaları bir kez daha alevlendirdi. Kendi kızlarının lisansüstü derecesi alıncaya dek evlenmesini istemeyen Erbakan’ın, başkalarının kız çocuklarının 14 ya da 15 yaşlarında evlenmesini meşrulaştıran konuşması gündemi uzun süre meşgul etti. Kuşkusuz ki, Erbakan bu evliliklerin tek savunucusu değil; kabul edelim ki, toplumda oldukça geniş bir destekleyici kitleye sahip. 

Çocuk istismarı ve erken yaşta yaptırılan evlilikler başta olmak üzere, bu tür meselelerin önümüzdeki günlerde daha çok çeşitleneceğini ve daha büyük tartışmalara kapı açacağını bugünden görebiliyoruz. 

Aile kurumunu güçlendirme söyleminin en çok beslendiği kaynaklardan biri, içinde bulunduğumuz Onur Ayı kutlamalarında da net bir şekilde gördüğümüz gibi, LGBTİ+ bireylere ve örgütlenmelerine yönelik geliştirilen nefret söylemi ve anti-demokratik tutum. 

İktidarın ve bu alanda destekleyicisi konumunda bulunan MHP ve YRP’nin uzun zamandır LGBTİ+ bireylere yönelik geliştirdikleri bu söylem sadece ülkemizde gözlemlenen yeni bir toplumsal olgu değil. Günümüzde birçok ülkede hâkim rejim haline gelen ve popülist politikaların hüküm sürdüğü rekabetçi otoriter demokrasilerde aile kurumunun yüceltilmesi ve LGBTİ+ karşıtlığı yaygın bir şekilde gözlemleniyor. Macaristan, Polonya, Brezilya ve hatta ABD bu konuda örnek ülke konumundalar.

LGBT+ karşıtı söylem

Kendi ülkemizin durumuna geri dönecek olursak, LGBTİ+ karşıtı geliştirilen söylemin şu aşamada üç ana hedefi bulunmaktadır.

Bunlardan birincisi, kuşkusuz LGBTİ+ bireyleri öne sürerek aile kurumunu güçlendirme iddiasıyla kadının aile içindeki ve toplumdaki yerini yeniden tanımlamak ve yılların hukuki kazanımlarını bir çırpıda silmek.  Bunun yanı sıra, yine aile kurumundan yola çıkarak eğitim, evlilik gibi diğer yerleşik toplumsal kurumları yeniden tanımlamak. 

Bu hedefe ulaşma yolunda LGBTİ+ bireyler, İslamcı muhafazakâr siyasetçilerin politikalarını inşa sürecinde toplumun önüne sürdükleri en önemli kalkan haline gelmiştir. Bu siyasetçiler güçlerini bu bireyler üzerinden inşa etmektedirler.

İkinci ana amaç da sivil toplumu yeniden şekillendirmek. İşte de tam da bu nedenle, hedefte LGBTİ+ dernekler bulunuyor ve amaç en kısa sürede bu dernekleri kapatmaktır. Bu hamlenin LGBTİ+ dernekler ile sınırlı kalmayacağı açıktır. Bu derneklerle başlayacak zincirin, kadın dernekleri başta olmak üzere hak temelli diğer dernekler ile devam etmeyeceğini kim iddia edebilir?

İşin özüne ve konun asıl sahiplerine gelecek olursak, üçüncü ana amaç da LGBTİ+ bireylerin kendisiyle ilgili ve buradaki hedef, bu bireylerin toplumsal görünürlüklerine son vermek ve onları “dört duvar arasına” geri döndürmektir. 

Son aylarda gittikçe yaygınlaşan nefret söylemi ve anti-demokratik adımların hedefi, 1990’lı yıllardan bu yana görünürlük, eşitlik ve özgürlük üzerine inşa edilmiş LGBTİ+ harekete bir son vermek, LGBTİ+ bireyleri “toplumdan elinizi ayağınızı çekin, her ne yapıyorsanız kendi evinizde sessizce yapın” cümlesine hapsetmek ve birey olma haklarını elinden almaktır. 

İktidarın LGBTİ+ karşıtı söyleminin arkasında güçlü bir toplumsal destek olduğunu inkâr etmek mümkün değildir ve tam da bu nedenle iktidarın bu alandaki gücünün sınırı yoktur. Bu ülke LGBTİ+ bireylere hayat hakkı tanımaktan ve saygılı olmaktan çok uzak, bunu iyi biliyoruz. 

Dünya Değerler Araştırması bulguları, Türkiye’de toplumun yaygın bir şekilde eşcinselliği onaylamama ve kabul etmeme eğiliminde olduğunu göstermektedir. Bu verilere göre, toplumun yüzde 80’den fazlası eşcinselliği onaylamamakta ve eşcinselliğin kabul edilemez bir durum olduğuna inanmaktadır. 

Ancak, bireylere indirgediğimizde, toplumun eşcinsellere karşı biraz daha pozitif bir tutum sergilediği ve bu tutumun zamanla yaygınlaştığı görülmektedir. Örneğin, 1990 yılında toplumun yüzde 92’si eşcinselleri komşu olarak istemezken, bu oranın 2018 yılında yüzde 76’ya düştüğü gözlenmiştir. 

Bugün iktidarın inşa ettiği LGBTİ+ karşı söylemin çok önemli bir özelliği var ve bu söylem devletin bugüne dek geliştirdiği söylemlerden son derece farklı. Bu yeni söylemin kökeni ve kendini ilk kez gösterdiği an geçtiğimiz sene Eylül ayında gerçekleştirilen Büyük Aile Buluşması isimli miting oldu. 

Miting düzenleyicileri her ne kadar bireyleri hedef almadıklarını ve LGBTİ+ kimlikleri dayattığına inandıkları küresel lobilere karşı bu mitingi düzenlendiklerini iddia etseler de sonuçta bu mitingin hedefinde LGBTİ+ bireyler ve dernekler yer alıyordu. 

Devlet de bu mitingde açıkça taraf olmuş ve miting düzenleyicilerinin yanında yer almıştı. Bu taraf tutma, devlet ve vatandaşları arasındaki sözleşmede önemli bir değişime işaret etmektedir. Devlet ilk kez geçtiğimiz sene varoluşlarından dolayı kendi vatandaşlarının bir bölümü karşısında pozisyon almıştır. 

Bu endişe verici durum bugün yeni bir aşamaya ulaşmıştır ve bu yeni aşamada LGBTİ+ dernekleri terör örgütü gibi lanse edilmekte, LGBTİ+ bireyler de bu örgütler adına propaganda yapan kişiler olarak yaftalanmakta ve terörist olarak nitelendirilmektedir. Gökkuşağı bayrağı ve hatta gökkuşağı rengi taşıyan herhangi bir şey bir suç aygıtı gibi konumlandırılmaktadır. 

Türkiye tarihinde ilk kez bir kriminalizasyon sürecinden söz etmek mümkündür. Bugün sadece LGBTİ+ dernekleri değil, bireylerin kendisi de hızla bu kriminalize etme sürecinin hedefinde yer almaktadır. 

Kurak Günler uzak değil, obruk hepimizi her an içine çekebilir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hüseyin Tapınç Arşivi

Ayna

21 Mart 2024 Perşembe 07:00