Amok koşucuları CHP parkurunda!

“Amok koşusu” ya da “sendromu”ndaki biri, içinde bulunduğu depresyon eşliğinde eline ne geçerse bununla karşısına çıkan herkese ve her şeye kıyıcı zarar veriyor. Böylesi korkunç bir “koşu”yu tetikleyen sebep, bir eş veya sevgilinin kaybı, işten atılma ya da ekonomik-mali bir çöküş olabiliyor. Yahut belki tüm bunları bünyesine alacak ama onlardan daha ötelere geçer mahiyette iktidar kaybı, iktidardan olma, edilme, düşme korkusu olabiliyor

“Devletin AKP’lileştirilmesi” hepimizin gözleri önünde yıllardır süre gelen bir hadise. Özellikle de ne istedilerse verilerek, pardon, “Ne istediniz de vermedik” denilerek paralel yürüdükleri yollarda devleti paralize ettikleri eski ittifak ortakları cemaatle kanlı-bıçaklı olma noktasından itibaren başlayan bir pratik bu. “15 Temmuz” sonrasında darbe girişimini “Allah’ın lütfu” sayıp bu bahane ile daha da ivme kazandırılmış bir pratik…

Gel gelelim CHP eski milletvekili Berhan Şimşek bunun adını “militanlaşma” şeklinde koyunca kıyamet koptu ve fırsat bu fırsat denilerek CHP’yi “HDP’lileştirme”, yani şeytanlaştırma, giderek enterne ve termine etme hevesiyle, organize bir harekat için başlama vuruşu yapılmış oldu. Muhalefetin adını “terör” koyan, muhalifliği de teröristlikle bir tutan dinbaz-faşizan iktidar, aslında şimdiki ittifak ortağının ağzından hanidir mutat şekilde duyduğumuz “Kılıçdaroğlu yargılanmalı” nidasına da karşılık verircesine mülkî erkanı ana muhalefet partisi liderinin siyaseten sarf ettiği sözler üzerine “resmen” harekete geçirdi.

Halbuki siyaset ayrı şey resmiyet ayrı şeydir ve siyasetin resmiyetin boyunduruğuna girdiği yerde ne toplumdan ne milletten ne de demokrasiden söz edilebilir. Bu olsa olsa muhalifi düşman ya da hain sayıp onu “disipline etme” yolunda koşuşturan bir totaliter yönetim pratiğidir ve aşağıda değinileceği üzere tarihte örneklerine insanlık adına çok acı hatıralar olarak rastlanmaktadır.

Söylediklerimizi açacağız ama önce şu “militan” tartışması üzerine bir özet aktaralım!..

Sıkıysa dava açma!

Aslında tartışmanın fitilini ateşleyen, CHP eski milletvekili Berhan Şimşek’ten önce CHP Grup Başkanvekili Engin Altay oldu. O, Meclis’teki basın toplantısında, “Artık rektöründen baş çavuşuna, uzman çavuşuna kadar herkes AK Parti militanı. Burası muz cumhuriyeti değil. Cumhurbaşkanlığı kampanyasında seni alkışlayan ordu komutanı parti militanıdır” dedi. Sonrasında Şimşek’in bir televizyon programında sarf ettiği, “Vali militan, kaymakam militan” sözleri geldi. Bunun üzerine İçişleri Bakanlığı derhal suç duyurusunda bulundu ve valileri de suç duyurusunda bulunmaya çağırdı.

Bunlara Kemal Kılıçdaroğlu partisinin meclis grup toplantısında Altay ve Şimşek’in ifadelerine sahip çıkarak şöyle karşılık verdi:

 “Tekirdağ’da çocukların karnesini dağıtan kim? Ak Parti İl Başkanı. Veren kim? MEB Müdürü. Al sana militan! İçişleri Bakanlığı bir yazı yazıyor bütün valilere, ‘Hepiniz dava açın’ diyor. Dava açmazsanız namertsiniz! Hepiniz militansınız. Hepiniz yolsuzluğun, ahlaksızlığın militanısınız.”

Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik basın toplantısında “Kılıçdaroğlu Türkiye’deki valilerimize kaymakamlarımıza ‘militan’ diyerek büyük skandallara imza atmaya devam etti” dedi. Ama asıl, Cumhurbaşkanı sıfatı ve AKP kimliğiyle partisinin grup toplantısında konuşan Erdoğan sürece şu “bitirici” sözlerle damga vurdu:

“Bu ülkenin yargısı var ve kendilerine militan diye hakaret eden bu zata bütün bu hakarete muhatap olanların dava açma zamanı gelmiştir, geçiyor. Herkes davasını açmalı.”

Bir bakıma “muhatap”lara “Sıkıysa dava açma!” demeye getirdiği de düşünülebilecek bu sözler üzerine durumdan vazife çıkaran makam sahipleri mahkemelerin yolunu tuttular. Kemal Kılıçdaroğlu hakkında da kamu görevlisine hakaretten Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunan İçişleri Bakanlığı’nın yanı sıra birçok ilin valisi, Kılıçdaroğlu ve Berhan Şimşek hakkında suç duyurusunda bulunduklarını bildirdi. Ankara Valiliği’nin savcılığın yolunu tuttuğu haberi de basına yansıdı.

İktidar tutsağı muktedirler koşuyor da koşuyor!

Yukarıdaki tabloya bakıldığında artık açıkça bir “Tek-Adam Parti-Devleti” işlerliği kazanmış iktidarın ülkenin ana muhalefet partisini “toparlama” yolunda neredeyse bir seferberliğe gittiğini öne sürmek mümkün. CHP’ye dönük bu girişim, daha önce HDP’ye yönelik olarak belediye başkanlarının yerinden edilerek tutuklanmaları ve kayyum atamalarıyla söz konusu ettiğimiz “Amok Koşusu”nun şimdi yeni bir parkurda dolu dizgin sürdürülmeye çalışıldığını düşünmeye el veriyor.

Batı dillerine Güneydoğu Asya yerlilerinin bir kültürel pratiğinden geçmiş (Malay dilinde, meng-âmuk) “Amok koşusu (sendromu)”, korku ve çaresizlik içinde denetlenemez bir öfkeye savrularak önüne ne çıkarsa kırık geçirmek anlamına gelen bir tabir. “Modern” anlamda, büyük bir kayıp sonucunda veya bu kaybın ardından daha da büyük kayıpların gelebileceğine yönelik tehdit algısı ve korkudan kaynaklanan bir zihinsel-ruhsal bozukluğu, bir psikopatolojiyi işaret ediyor.

Bizdeki karşılığı olsa olsa cinnet geçirme ya da gözünü-karartma olarak verilebilir.

“Amok koşusu”ndaki biri, içinde bulunduğu depresyon eşliğinde eline ne geçerse (ister silah deyin, ister yasa, yetki, otorite), bununla karşısına çıkan herkese ve her şeye kıyıcı zarar veriyor. Böylesi korkunç bir “koşu”yu tetikleyen sebep, bir eş veya sevgilinin kaybı, işten atılma ya da ekonomik-mali bir çöküş olabiliyor. Yahut belki tüm bunları bünyesine alacak ama onlardan daha ötelere de geçer mahiyette iktidar kaybı, iktidardan olma, edilme, düşme korkusu olabiliyor.

Elbette “Amok koşusu”nun sonu hayra çıkmıyor. Uzmanlar kaydetmiş, derinden derine intihar motif ve motivasyonunu içinde barındıran bir patoloji, kimilerine göre “sosyopati” bu.

Türkiye’de “Amok koşusu”: Kısa bir tarihçe

Peki, bu topraklarda iktidar sahiplerinin “Amok koşusu” ilk ne zaman başladı?

Gezi olaylarını “koşu yolu”nda bir eşik olarak kaydetmek mümkün. Ama daha bariz şekilde 7 Haziran 2015 genel seçimlerindeki bariz oy düşüşü sonrası start alındığı söylenebilir. Çünkü ülke içinde yarattığı kutuplaştırıcı siyasetle muhalif kesimlere ha bire “yüzde 50’yi zor tutma” tehdidi savurarak ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya azmetmiş dinbaz iktidar ilk defa o seçimde artık “yüzde 50”nin de avuçlarından sabun gibi kaydığını fark etti.

O aşamada böyle bir “koşu”ya yön belirleme yolunda en uygun hedef olarak Kürt siyasal hareketi seçildi; çünkü, “Seni başka yaptırmayacağız” diye kararlılıkla hareket ederek seçimin gidişatını belirlediği söylenebilecek lideriyle HDP, daha önce hiç olmadığı kadar iktidardan düşme kaygısına kapılmış olanlar için bu sonucun sorumlusuydu.

“Koşu” böyle başladı ve yıllardır “barış süreci” diye diye şirin gözükmeye çalıştıkları toprakların üzerine gözlerini karartmış halde “Amok sendromu”na uğramış vaziyette yürüdüler. Yollarına karşıcı çıkan “kör terör”ün istediği bir gözken, bunlar verdi iki göz ve sonuçta 1 Kasım 2015 tekrar-seçimiyle, ölüme boğulmuş ülkede insanları kendilerine razı ettiler.

Sonra “15 Temmuz”, müteakiben OHAL, KHK’lar, gözaltılar, tutuklamalar, hukuku katleden mahkeme kararlarıyla mahkumiyetler ve cezaevleri…

Ve 2019 yere seçimleri sonrası, büyükşehirleri kaybetmenin, hele ki “Onu alan Türkiye’yi alır” dedikleri İstanbul’u kaybetmenin yarattığı endişe ve korku ile tekrar HDP’ye doğru, gidişatın sorumlusu saydıkları bu partinin hakkını, ona oy veren halkı da hiçe sayarak gasp edercesine kayyumlamalarla “koşmaya” devam ettiler.  

Bunlar bu memlekette iktidar zehirlenmesiyle sürdürülmekte olan “Amok koşusu”nun ilk elde sıralanabilecek etapları.

Ama bunların hiçbirinin iktidardan olma kaygı ve korkusunu gideremediği noktada iyice gözlerini karartıp şimdi de ülke nüfusunun dörtte birini temsil eden ana muhalefete doğru “koşmaya” başlamış bulunuyorlar.

Dünyadan vahim bir örnek

Peki dünyada buna benzer örnekler var mı, özellikle tarihten ibretlik olarak çıkarılıp önümüze konabilecek?..

Olmaz mı, buyursunlar:

“… Nazi Fırtına Bölüğü 1933 yılında Amok koşusuna başladı, muhalif olduğu bilinenlere ya da muhalif olduğundan kuşkulanılanlara saldırdılar ve kaçırdılar. Birçok sosyalist ve komünist, parti veya devlet yetkilileri tarafından aylar boyu mahkemeye çıkarılmadan gözaltına alındılar. Bazıları ceza evlerine kondu, ancak bazıları aralarında Münih yakınlarındaki Dachau’nun da bulunduğu yeni toplama kamplarına konuldular ve buralarda müthiş bir zulme uğradılar. Bazı durumlarda ağır yaralanmalar ve hatta ölümlerle karşılaşıldı. Bunun nedeni, bilinen düşmanlarını nasıl ‘disipline’ ettiğini açık açık göstererek rejimin potansiyel muhaliflerini sindirmek, Nazilere ve 1933 öncesi yıllarda yapılan muhafazakâr ‘kızıl tehlike’ propagandasına inanan ‘değerli’ Almanları yatıştırmaktı.”  (Jill Stephenson, “Yayılma: Propaganda ve Uygulamada Ulusal Toplum Yaratmak”, Hitler Almanyası: 1933-1945 içinde [der. Jane Kaplan], İnkılâp Kitabevi, 2012, s. 106-107.)

Amok koşusu nerede biter?

Öyleyken böyle!.. Naziler’in “Amok koşusu”, muhalif olduğu bilinen sosyalistlerin-komünistlerin hedef alındığı bir “parkur”da halkta yaygın “kızıl tehlike” fobisine oynanarak sürdürülmüş. Bu topraklarda halen sürdürülen “Amok koşusu” ise HDP “parkuru”nda ve “bölücü-terör tehlikesi” lafzı eşliğinde “Kürt-fobisi”yle malul “değerli” kesimleri yatıştırma stratejisinin de kesmediği yerde artık çaresizce “CHP parkuru”na taşınmış görünüyor.

Bitirirken altını kalınca çizerek uyarımızı yapalım, “Amok koşusu”na kalkışıp da kazanan yok. Böyle bir “koşu”ya kendilerini kaptırmış olanların nereye vardıkları belli. İnternette “Amok koşusu” başlığı girip yapılacak basit bir tarama ile bunu göstermekte. 

“Amok koşusu”, koşucusu açısından er ya da geç vahim bir sonun başlangıcından başka bir şey değil. Yukarıda kaydettik ya, derinden derine intihar motif ve motivasyonunu da içinde barındıran bir patoloji bu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi