Cesaret Baba ve Çocukları

Cumhuriyet’i kuran Atatürk liderliğindeki kadronun bir ideali vardı: Modern dünya ile uyarlı bir ulus-devleti siyasî, iktisadî, kültürel, toplumsal ve insanî özellikleriyle hayata geçirme çabası… Cumhuriyet tebaa değil yurttaş aramaktadır. Kul değil birey aramaktadır. Mürşit değil öğretmen aramaktadır. Aklı, ama itaatkâr aklı değil, bireysel-eleştirel aklı öne çıkaran insan aramaktadır. Okul, endüstri, fabrika aramaktadır. Köylü değil kentli insan aramaktadır. “Kadın”ı aramaktadır: Evde değil sokakta, kamusal alanda, erkekle yan yana, yüz yüze, iç içe, işinde ve “gücünde” kadını aramaktadır!.. Fakat güçlük şudur ki bu arananların hepsi Batı’da yüzlerce yılda “bulunmuştur”. Bunları, hanidir “yoksulluğun kör memelerinde uyumuş” bir toplumda birkaç 10 yılda “bulmak”, var etmek hedeflenmektedir. Bu gerçekten cesaret isteyen bir iştir.

Çağdaş tiyatronun abide ismi Bertolt Brecht’in eleştirmenler tarafından bu sanatın 20. yüzyıldaki en büyük ve görkemli örneği kabul edilen şaheser eseri “Cesaret Ana ve Çocukları” hepimizin malûmudur. Bugün 100. yılını idrak ettiğimiz Cumhuriyet’in ve onun kurucusunun bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağımız bu yazının başlığının Brecht’in söz konusu oyun başlığından esinlenme olduğunu en başta belirtmek de boynumuzun borcudur. Bunu yaparak ve Brecht’i saygıyla yâd ederek geçelim ve başlayalım!..

Cumhuriyet’in “dölyatağı”     

Cumhuriyet elbette boşlukta çıkmadı. Onu önceleyen, tohumlayan, mayalandıran düşünsel-ideolojik-politik neredeyse iki yüz yıllık bir arka plân vardır.

1720’de Batı’ya giden ilk Osmanlı sefiri olarak Paris’te 11 ay elçilik görevi yürüttükten sonra İstanbul’a dönüp yazdığı “Sefaretname”de Sultan III. Ahmet’e “Ya Avrupa’ya benzeyeceğiz ya da yok olup gideceğiz” demeye getiren Yirmisekiz Mehmet Çelebi’ye kadar izi sürülebilir Atatürk Cumhuriyeti’ne doğuş veren siyasal-ideolojik altyapının…

Elbette İbrahim Müteferrika, elbette III. Selim, elbette “Gâvur Padişah” Sultan II. Mahmut, elbette Tanzimat, elbette Mustafa Reşid Paşa; elbette Namık Kemal, Mithat Paşa, I. Meşrutiyet; elbette Jön Türkler, İttihat-Terakki, II. Meşrutiyet; elbette Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve elbette Türk Ocakları…

Atatürk ve kurduğu Cumhuriyet, Osmanlı’nın son iki yüz yılında kendini gösteren böylesi siyasal, entelektüel, örgütsel ve beşerî bir “dölyatağı” içerisinden çıkış bulmuştur.

Devleti kurtarmaktan bir toplum yaratmaya…

Ama karşılaştırmada benzerliklerin yanında ve asıl farkları görmek gerekir.

Osmanlı’daki modernleşme ağırlıklı olarak devlete endeksli, İmparatorluğun yönetim mekanizmasını değiştirmeye, onu “modernize etmeye” dönüktü.

Atatürk öncülüğündeki Cumhuriyet modernleşmesi ise topluma endeksli ve onu dönüştürmeye azimlidir.

Osmanlı’da modernleşmenin aslî hedefi, devleti kurtarmaktı. Cumhuriyet’te modernleşmenin aslî hedefi ise yeni bir toplum yaratmak, bir “millet” var etmektir. Bu da hayata geçirilmeye kalkışılan tarihsel dönemde yerel-bölgesel ve kültürel-demografik koşullar itibarıyla, “imkânsızı istemek” gibi bir şeydir.

Çünkü model alınan “çağdaş uygarlık” beşiği topraklarda yüzlerce yılda gerçekleşmiş dönüşümü, birkaç on yılda gayet hızlı ve “kompakt” (sıkıştırılmış) şekilde gerçekleştirmek gibi bir durum söz konusudur.

Çökmüş, bileşenlerine ayrılmış bir “çiftçi imparatorluğu”ndan arta kalan yorgun, yılgın, bezgin, çaresiz, umutsuz, hareketsiz ve idealsiz bir köylü halk vardır ortada. Atatürk bu beşerî malzemeden kapitalist, endüstriyel, şehirli, okuryazar, meslek sahibi birey-yurttaşlardan müteşekkil bir modern ulus-devlet olarak Cumhuriyet’e varmayı hedeflemiştir.

Yüzyılları on yıllara sığdırmak

19’uncu yüzyılda kristalleşmiş endüstriyel-kapitalist dünya düzeninin, 15’inci yüzyıldan itibaren “Yeni Çağ”dan başlatılabilecek bir ön-tarihi olduğu gibi, 11’inci yüzyılın İtalya-merkezli Ticaret Devrimi’ne kadar da geriye götürülebilecek bir tarih-öncesi vardır. Toprağın ve dinin efendileri olan feodal lordlar ve Katolik ruhban karşısında “kentlerin efendisi” olarak yükselişe geçen tüccar-burjuvazinin itici güç oluşturduğu bu süreçte yüzyıllar boyunca neler çıkmamıştır ki karşımıza: Şehirlerin canlanması; Haçlı Seferleri ve onlarla artan ticari dinamizm; Magna Carta; Amerika’nın keşfi ve onunla daha da artan ticari dinamizm; Matbaa Devrimi, Rönesans, Protestan Reformu; Bilimsel Devrimler, İngiliz Devrimi, Endüstri Devrimi; Aydınlanma, Fransız Devrimi, Milliyetçilik; Milli Devlet ve Milletler Çağı…

11’inci yüzyıldan 19’uncu yüzyıla kadar Batı’da yaşanmış, yukarıda sıralanan bu ekonomik, teknolojik, demografik, ideolojik, dinsel, düşünsel, sanatsal, estetik, politik, kültürel dönüşümlerin karşılıklarını birkaç on yılda var etme girişimidir bu topraklarda Cumhuriyet... Üstelik Batı’da olduğu şekilde, aşağıdan-yukarıya, ekonomik ve toplumsal (burjuva) bir dinamizmle de değil; yukarıdan aşağı, siyasal ve idari (bürokratik) bir çabayla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır bu…

Sanayinin önünü açmak, kapitalizmi canlandırmak, müteşebbis yaratmak, şehirleri parlatmak, okulları çoğaltmak, okuryazarlığı artırmak ve hem birey hem yurttaş olma bilincini geliştirmek ve bir milli kimlik olarak da Türklüğü “realize etmek”.

Zor, çok zor bir iştir bu; dediğimiz gibi, imkansızı istemektir.

Cumhuriyet’in arayışları

Cumhuriyet kurulduğunda bu topraklarda nüfusunun yüzde 90’ı köylerde yaşayan, okuma-yazma oranının da yüzde 10’ların altında, hele ki kadınlarda binde 4-5’lerde olduğu bir toplum vardır.

Bunun karşısında da Cumhuriyet’i kuran Atatürk liderliğindeki kadronun bir ideali vardır: Modern dünya ile uyarlı bir ulus-devleti siyasî, iktisadî, kültürel, toplumsal ve insanî parametreleriyle hayata geçirme çabası…

“Parametre” derken neleri mi kastediyoruz?.. “Birey”i kastediyoruz, “yurttaş”ı kastediyoruz, okur-yazar, eğitimli, meslek sahibi insanı kastediyoruz. Ve “kadın”ı kastediyoruz: Evde değil sokakta, kamusal alanda, erkekle yan yana, yüz yüze, iç içe, eşit, işinde, “gücünde” ve haklarının peşinde bir kadını, kadınlığı kastediyoruz!..

Cumhuriyet tebaa değil yurttaş aramaktadır. Kul değil birey aramaktadır. Mürşit değil öğretmen aramaktadır.

Aklı, ama “itaatkâr” aklı değil, bireysel-eleştirel aklı öne çıkaran insanı aramaktadır.

Okul, endüstri, fabrika, üretim aramaktadır.

Köylü değil kentli insan, cemaat toplumsallığı (Gemeinschaft) değil, modern-şehirli “cemiyet toplumsallığı” (Gesellschaft) aramaktadır.

Fakat güçlük şudur ki bu arananların hepsi, yukarıda aktardığımız üzere Avrupa’da yüzlerce yılda “bulunmuştur”. Şimdi bunları hem dünyanın hem de memleketin içinde bulunduğu şartları da gözden uzak tutmaksızın, hanidir “yoksulluğun kör memelerinde uyumuş”[1] bir toplumda birkaç 10 yılda “bulmak”, daha doğrusu var etmek hedeflenmektedir.

Bu gerçekten cesaret isteyen bir iştir.

“Millet”e hayat üflemek

Atatürk’ü en çok ayırt eden işte bu cesarettir.  

Yalnız mıdır değil midir ya da Şevket Süreyya’nın deyişiyle[2] “Tek Adam” olarak o, aynı zamanda “yalnız adam” mıdır?.. Bu hâlâ tartışılmakta, ama tartışmasız olan nokta, Atatürk’ün arkasında büyük bir destek ordusunun olmadığıdır. Aksine ortada siyasi rakip ve hasımlar ve de onların toplumsal düzlemde hitap edebildiği, aktif kılabildiği kitleler vardır.

Onların karşısında Atatürk devrimcidir, köktencidir ve evet, jakobendir.

Onun, bir toplumsal-kültürel imkânsızlık ortamında siyasal-yönetsel bir proje olarak Cumhuriyet’i nasıl imkân dahiline sokma ısrarı sergilediğini en çarpıcı şekilde aksettiren sözler, biraz da sürpriz şekilde akademik ömrü Atatürk Türkiyesi üzerine radikal-eleştirel çözümlemelerle geçmiş Prof. Şerif Mardin’den gelir.

Atatürk’ün yapıp ettiklerini alabildiğine kutsiyet halesiyle sarıp sarmalayarak yazılmış nice methiyeden çok daha gerçekçi ve sağlıklı sayılabilecek bu değerlendirme şöyledir:

“Mustafa Kemal, var olmayan, hipotetik bir unsuru, Türk milletini aldı ve ona hayat üfledi. Bu işe soyunduğu zamanda ne bir genel [toplumsal] arzu ya da istek pınarı olarak, ne de bir ulusal kimlik kaynağı olarak Türk milleti mevcuttu. O, kendisinden daha sakıngan ve temkinli arkadaşlarından böylesi bir gelecek vizyonuna sahip olması ve onu gerçekleştirme yolundaki arzusu ile ayrılır.” [3]

Cesaret yoksa esaret var!

Hipotetik olanı realite kılmak; daha Türkçe deyişle, hayali hayata geçirmek…

Atatürk’ün “Cumhuriyet”le yaptığı budur ve bunu yaparken onda mevcut, Mardin’in yukarıdaki sözlerinde de içkin olan ama telaffuz edilemeyen asli haslet de cesarettir.

Atatürk’ten geriye, Cumhuriyet’in 100. Yılı’nı bugün içleri buruk, hüzünlü ve kaygılı kutlayan yurttaşlarına kalan, altı çizilmesi gereken en önemli miras da budur:

Cesaret!..


[1] İfade, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in büyük destan şiiri Kızılırmak’tan yadigârdır: “ve işte türkiyeliyiz/hani derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz/…/eşsiz bir güzellikle çarpılmış gibi/uyumuşuz yoksulluğun körmemelerinde” (Hasan Hüseyin, Kızılırmak, Bilgi Yayınevi, 1985, s. 25.)

[2] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam: Mustafa Kemal (Cilt 1-2-3), Remzi Kitabevi Yayınları, 1983.

[3] Şerif Mardin, “Religion and Secularism in Turkey”, Atatürk – Founder of a Modern State içinde (Ed. Aykut Kazancıgil-Ergun Özbudun), Hurst Publishers, s. 208-209.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi