Başörtülüleri kim vitrin mankeni yaptı?

Erdoğan iştahla CHP’ye vurma arzusuyla diyor ki: “Oy almak için bazı yerlerde görüyorsunuz, işte birkaç kişiyi de yanlarında adeta vitrin mankeni gibi getirip koymak, kimseyi artık aldatmıyor.” Elbette bu nahoş sözlere CHP Parti Meclisi Üyesi Sevgi Kılıç gereken cevabı verdi. Ancak tesettür ve “vitrin mankenliği”ni yan yana getirip CHP’ye “çakmaya” çalışan bu ifade karşısında pes demek de gerekmiyor mu, gerekiyor. Çünkü tesettür, başörtülüler ve “vitrin mankenliği” denince akla ilk gelecek olan kendi iktidarlarıdır!..

“Nasıl paylaşırım arkadaşlar? Çağın neresindeyiz biz ya?!.. Kişi başörtüsü takar takmaz, o onun tercihidir. Adalet dağıttığı süre içinde hiçbir sorunum yok. Efendim, hâkim böyle olursa ya da şöyle olursa!.. Hâkim hukukun üstünlüğüne ve vicdani kanaatine göre karar verirse gerçek anlamda hâkimdir ve benim başımın üzerinde yeri vardır. Başörtüsü takat takmaz, başka bir şey, o onun özel yaşam tarzıdır, ona benim saygı duymam lâzım. Kaldı ki bizim Parti Meclisi’nde de var. Üstelik hukuk mezunu arkadaşlarımız da var, Parti Meclisi’nde görev yapıyor. Evet, dolayısıyla böyle bir ayrımcılığı asla kabul etmiyorum ve doğru bulmuyorum.”

Bunlar CHP’li eski bakan ve milletvekili Fikri Sağlar’ın türban-başörtüsü ayrımı yaptığı gündemdeki sözlerine ilişkin, onun görüşlerini paylaşıp paylaşmadığı kendisine sorulan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun cevabî ifadeleri.

Sağlar’ın bir televizyon programında sarf ettiği o sözler şöyle:

“Bir şeyin altını çizerek söylemek istiyorum: Sorun başörtüsü değildir, sorun türbandır. Türban irticai faaliyetlerin, şeriat isteyenlerin üniformasıdır. Başörtüsü yüzyıllar boyunca Anadolu’da bir geleneksel giysidir. Bununla arasında çok büyük fark var. Ben kendimden söylemek istiyorum. Ben yargılandığım zaman türbanlı bir hâkimin karşısına gittiğimde benimle ilgili haklarımı koruyacağı ve adaleti yerine getirebileceği doğrultusunda kuşkum var. Nitekim başıma da geldi.”

“İrticai üniforma” değil, ticari meta

Sağlar’ın başına ne geldiğini bilemiyoruz ama sözleri sorunlu mu, evet sorunlu.

Bir kere onun “türban” olarak işaret ettiği tesettür tarzının bugün Türkiye toplumunun genelinde başını örten kadınların, özellikle de genç kuşakların örtünme tercihlerine baktığımızda genel-geçer hale geldiğini kaydetmek gerekir. Türbandan ayırt ettiği “geleneksel başörtüsü” ise artık daha ziyade tarihsel, hatta “folklorik” bir öge. Bu, konunun iç-göçle bağlantılı, sosyo-ekonomik ve kültürel-demografik boyutu.

Öte yandan “türban”ı siyasi-ideolojik simge sayan sözlerin kendisi de elbette siyasi-ideolojik motif, motivasyon ve yargılarla yüklü ve bu yüzden hem dindar-muhafazakâr kesimlerde geçmiş dönemlere yönelik çağrışımlar eşliğinde rahatsızlık yarattı hem de dinbaz iktidar ağızlarına epeydir harıl harıl aradıkları bir malzemeyi verdi.

Tabii bir de “türban” olarak kastedilen baş örtme biçiminin 1980’ler-90’lar sürecinde bol bol dile dolanmış şekilde siyasal-ideolojik simge, Sağlar’ın ifadesiyle “irticai faaliyetlerin-şeriat isteyenlerin üniforması” olduğu iddiasının çok ötesinde değerlendirilmesi gereken dönüşümleri, “açılımları” var bugün… Yazımızın ilerleyen safhalarında uzun uzadıya değineceğiz ama bu noktada da bir cümle edelim: “Türban” olarak ayırt edilen örtünme biçiminin bugün irticai faaliyetlerden çok ticari faaliyetlerin bir unsuru olduğunu düşünmeyi gerektiren bir ekonomik-endüstriyel işleyiş var.

Elbette yukarıda kaydettiğimiz şekilde, “türban” olarak nitelenen baş örtme tercihi içindeki genç kuşak (Y ve Z-kuşağı) kadınların da Sağlar’ın kastettiği mahiyette bir siyasi-ideolojik enerjiye sahip olduklarını ve bunu ifade etme yolunda “türban” taktıklarını öne sürmek de mümkün değil.

Söylediklerimizi açalım, detaylandıralım!..

“Şulebaş” mı, “Sıkmabaş” mı?

Adına hayli yaygın ve bol yargılı şekilde “türban” denilen örtünme biçimini Şule Yüksel Şenler’e borçluyuz.

2019 Ağustos’unda vefat etmiş gazeteci-yazar (yazar olmadan önce terzi çıraklığı yapmış) Şule Yüksel Şenler, bu coğrafyada esasen kır ve taşra (“Anadolu”) ile özdeş geleneksel örtünme pratiğinden farklı; modern, şehirli ve “spektaküler” (göze hoş gelen veya “batan”) örtünme şeklinin yaratıcısı ve öncüsüdür. “Şulebaş” denilen ama karşıtlarının da zamanla “sıkmabaş” diye küçümseyip aşağıladığı bu örtünme biçimi, on yıllarca sürmüş köyden kente göç sonucunda artık metropollerde yaşayan, eğitimli ve meslek arayışındaki dindar kadınların ayırt edici vasfı oldu. Bu kadınlar, anneleri-anneannelerinin “geleneksel” tarzından farklı bir örtünme biçimiyle boy gösterdiler.

İşte “türban” budur. Hikayesini de Şenler bir söyleşide şöyle anlatır:

“Genç kızlığımda Audrey Hepburn’ün filmlerini izlerdim. Hepburn, filmlerinde türban takardı. Hoşuma giderdi. Fakat o yarım bağlama tekniğini kullanır, bağlama şekli saçlarını önde açıkta bırakırdı. Biz bunu boynu da kapatacak şekilde aldık. Saçı göstermeden yine boyun kapalı arkadan bağladık. Daha sonra buna ‘sıkma baş’ dendi. İşte günümüzdeki bağlama şekli böyle gelişti. (…) O arkadan bağlama usulü hiçbir yerde yok o zamanlar. Başka milletlerde de bizde de hiç olmayan bir şey. Rüzgârlı havada eşarp örttüğünüz zaman uçuşabiliyor. Boynunuz saçlarınız görünebiliyor, hepsini toparlamak ve daha modern bir hava vermek, o günün aşağılık kompleksine itilmiş Müslüman kızlarına ve hanımlarına bir örnek olarak ortaya çıktı. Ben bunu bir geçiş döneminde başörtüsünü sevdirmek için yaptım. Tesettürü sevdirerek, kabullendirmek için yaptım” (daha fazla bilgi için bkz. T. Atay, “Modern mahrem’in annesi: Şule Yüksel Şenler”, t24.com.tr, 30 Ağustos 2019).

“Evrenci darbe”den kalma bir retorik

Yukarıdaki çerçeve uyarınca “türban”ın İslami tesettür pratiğinin modern zamanlardaki tezahürü olarak kullanımda olduğunu, fakat sonuç itibarıyla “türban-başörtüsü” ayrımının anlamsız olduğunu kaydetmek gerekir.

Geleneksel ve daha ziyade kırsallıkla bir şekilde özdeştirilen tesettürün formuna “başörtüsü”; modern şehir yaşamında, eğitimli-profesyonel (meslekî) bir hayatın içinde karşımıza çıkan tesettür formuna “türban” deme alışkanlığı, ikincisinde politik-ideolojik (“İslamcı”) bir motivasyon arama takıntısı eşliğinde 1980-sonrası süreçte belirdi. İlginçtir ki bir yandan “Türk-İslam Sentezi”ni Sol’a karşı dalgakıran niyetiyle resmî ideoloji haline getiren Evrenci darbe rejimi aynı süreçte üniversitelerde daha bir görünürlük kazanmış başörtülü öğrencileri “türbanlılar” diyerek rejime karşı irticai tehdit olarak “lanse etmiştir”!.. “Türban” tabiri buralardan itibaren öne çıktı ve işte bu klişe retorik eşliğinde, “anne ve anneannelerin geleneksel örtünme biçimi”ni başörtüsü, buna mukabil şehirlerde-üniversitelerde ortaya çıkan “yeni” ve politik bir enerji taşıdığı ileri sürülen örtünme biçimini “türban” olarak ayırt etme şeklinde bir ayrım yerleşikleşti.

Fikri Sağlar da bu ayrım üzerinden fikrini sağlamakta gibi görünüyor.

Dolayısıyla siz istediğiniz kadar başörtüsünün kültürel ve masum, “türban”ın ise art niyetli ve politik-ideolojik hedeflerle “mazruf” olduğunu söyleyin... Karşınızdakiler günümüzde kentli, okumuş, meslek sahibi olmuş dindar kadınların farklı ve kendilerince modern bir tarzda örtünmüş olarak kamusal alanda var olmalarını hazmedemediğinizi ileri sürecek ve buradan ekmeklerine bol bol yağ süreceklerdir.

Nitekim öyle oldu ve Erdoğan, Sağlar’ın sözlerini aldı ve sözlerde “geleneksellik-modernlik” bağlamında içkin imaları da deşifre ederek evire-çevire işledi:

“Eğer tarlada çiftçi olursan başörtüsü meşrudur, ama üniversiteli olursan başörtüsü yasaktır. Başörtülü hâkim-hâkime olamaz, savcı olamaz veya başörtülü olan polis olamaz, böyle bir şey var mı?.. Devletin hangi kurumuna hangi şartlarla girilir, bunlar bellidir. Bugün Parlamento’da nice başörtülü bayanlarımız var. Bay Fikri, görmüyor musun bunları?!..”

“Bay Kemal” söyleyeli, Üsküdar’da sabah oldu Tayyip Bey!

Elbette Erdoğan yukarıdaki sözlerine, CHP’ye yönelik nicedir aradığı açığı yakaladığı zannıyla Kılıçdaroğlu’nu hedef alan vurgular eklemeyi de ihmal etmedi. Lâkin bunu yaparken hem bilgi eksikliğine dayalı bir yanlışlık ve haksızlık üretti hem de cinsiyetçi bir motivasyon eşliğinde, ancak Sağlar’ın söyledikleriyle aynı mecrada değerlendirilebilecek mahiyette, CHP bünyesindeki tesettürlü kadınlara hakaret etti.

Kendisinden bir gün önce konuya ilişkin, yazımızın hemen girişinde de yer verdiğimiz sözleri Sağlar’ın görüşlerine karşı sarf etmiş Kılıçdaroğlu’na yönelik, “Tabii Bay Kemal bir şey söyleyemiyor” şeklinde konuşan Erdoğan bu bakımdan mahcup mudur bilinmez. Bununla birlikte “mahcubiyet” bahsinde esas işaret edilmesi gerekenler, onun müteakip sözlerinde yer alıyor. Erdoğan iştahla CHP’ye vurma arzusu içinde diyor ki: “Oy almak için bazı yerlerde görüyorsunuz, işte birkaç kişiyi de yanlarında adeta vitrin mankeni gibi getirip koymak, kimseyi artık aldatmıyor.”

Elbette bu nahoş sözlere CHP Parti Meclisi Üyesi Sevgi Kılıç gereken cevabı verdi. Ancak tesettür ve “vitrin mankenliği”ni yan yana getirip CHP’ye “çakmaya” çalışan bu ifade karşısında pes ve el insaf demek de gerekmiyor mu, gerekiyor.

Çünkü tesettür, başörtülüler ve “vitrin mankenliği” denince akla ilk gelecek olan kendi iktidarlarıdır!..

Tesettür, artı “vitrin mankenliği”, eşittir AKP

Tesettür ve başörtüsünün bu memlekette kampüsler ve mabetlerden podyumlara ve mankenliğe doludizgin açılımı, AKP’nin iktidar dönemini karakterize etme yolunda en cezbedici “görüngü” (fenomen) olarak çıkar karşımıza.

Kuşkusuz tesettür giysi üretiminin AKP öncesine tarihlenen bir geçmişi vardır. Ama periyodik defilelerle, uluslararası moda haftalarına yol tutmalarla bunun başlı başına devasa bir endüstriye dönüşmesi AKP iktidarı dönemine denk gelen bir aşamadır.

Dolayısıyla tesettür ve başörtüsünün vitrin mankenliğiyle anılması, örtünmenin mahremiyeti değil “teşhir”i simgeler olması en çok AKP döneminin karakteristiğidir.  Bu “endüstri”nin paydaşları-pratisyenleri de ekonomik olarak hem AKP’den beslenmiş hem de onu beslemişlerdir.

Tesettürü mini etek gibi yaydık Elhamdülillah!

Başlangıcı 1978’e kadar geri giden ve şehirli Müslüman kadının örtünme ihtiyacını karşılamak, böylece Allah’ın emrinin yerine getirilmesini sağlamak gibi “hayırlı” bir amaçla kurulduğu belirtilen Tekbir Giyim A.Ş. sahibi Mustafa Karaduman ne diyordu 1990’larda kendisiyle yapılan söyleşide, hatırlayalım:

“Mini etek dünyaya nasıl yayıldı, aynı şekilde tesettürü bütün dünyaya yayacağız.”

Gerçekten tesettür dünyaya aynen mini etek gibi yayıldı; yani bir moda, güzellik, cazibe aksesuarı olarak; vitrin ve podyum mankenlerinin katkılarıyla…

Dediğimiz gibi bu en çok AKP devriyle, onun ekonomi-politik tercihleriyle çakışan bir “terakki”dir. Söz gelimi Erdoğan başörtülülerin üniversite de dâhil olmak üzere hiçbir yere giremedikleri günlere göndermede bulunup o günleri CHP ile ilişkilendirme huyundan vazgeçmiyor ya, bakın bir başka dini bütün kişi de kendisiyle bir görüşmemizde 2010’ların AKP Türkiye’sine ilişkin bize neler söylüyor:

“Genç hanımlar ben başörtüsüyle gidebiliyorum artık her yere diyor, ama sen başörtüsü için mücadele verdiğin zaman kozmetiğe boğulmamıştın. Şimdi bir kozmetik Müslümanlık var. Tüketim kölesi haline geldik. Böyle bir tüketim, İslam’la ne kadar bağdaşırsa bunlar o kadar Müslüman! O yüzden yüzde 50 gibi görünen İslami kesim, samimi konuşmak gerekirse aslında yüzde 2,5’tur.” (T. Atay, Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri, Can Yayınları, 2017-2020, s. 160).

Tesettür vitrinini “AKP mağazası”nda bulursun!

Özcesi, örtünmenin mahremiyet ve “takva”ya (günahlardan sakınmaya) değil teşhir ve “masiva”ya (dünya zevklerine) dönük işlevselleşmesi, AKP’nin “helâl kapitalizm” pratiğinin en “görsel” boyutunu oluşturur. Tesettürün vitrindeki seyri en berrak AKP aynasından izlenebilir.

Ve bu işin evvelinde “Tekbir” varsa ahirinde de siber âlemde, “mobil” iklimde, online işlerlikte bol bol firma var: Modanisa, Modamerve, Modaselvim, Modasena, Modahira, Sefamerve, Sedanur, Nursena, Nurtuba.com, com, com… Say say bitmiyor! Hepsi AKP döneminde pıtrak gibi çoğalıp ortalığa saçıldılar.

Yanlış anlaşılmasın, kimsenin ne Müslümanlığına ne “Süslüman”lığına ne farzına ne tarzına bir şey söylediğimiz yok. Hepsi haktır, özgürlüktür ve saygı duyulması gerekir. Sadece bir tespit yapıyor ve diyoruz ki bu memlekette tesettürün farzdan “tarz”a yol tutması, AKP’nin devri-iktidarında vuku bulmuş, onunla titreşimli bir hadisedir.

Kapitalizmi “anaakım” yapan dinbazlık

Tekbir Giyim’in sahibi tesettürü nasıl dünyaya mini etek gibi yaymak istediğini söylediyse, onun “New-Age” muadili denilebilecek, online “popüler-muhafazakâr” alışveriş sitesi Modanisa’nın kurucusu Kerim Türe de birkaç yıl önce “Tesettür modasını dünyada anaakım yapacağız” diyordu.

120 ile 150 milyon dolar arası yıllık gelire sahip Modanisa, küresel profilini İstanbul, Londra, Dubai ve Jakarta’da “Tesettür Moda Haftası”nın ana sponsoru olma itibarıyla yükseltmiş bir şirket.

Tekbir Giyim’in de Modanisa’nın yaptığı aslında Müslümanlığın içinde kapitalizmi anaakım yapmak ve işte tam da bu, AKP’nin ve Erdoğan iktidarının en temel niteliği. Bu itibarla tesettürün mankenlikle haşir neşirliği, İslamizmden “post-İslamizm”e dümen kırmış AKP dinbazlığının alâmetifarikasıdır.

O yüzden, eğer “Bay Fikri”nin ettiği lâf ekmeğinize yağ sürdüyse tamam, afiyet olsun, sürün sürün yiyin.

Ama ne “Bay Kemal bir şey söyleyemiyor” diyerek hakikate mugayir sözler sarf edip mahcup olun ne de başörtülü “vitrin mankenleri”ni CHP saflarında arayın.

Onlar önünüzde arkanızda sağınızda solunuzda, sobe!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi