Blues’un İlk Kadın Yıldızları

14 Şubat 1920’de ilk kez bir blues şarkısı plağa kaydedildi. Mamie Smith, “That Thing Called Love” adlı şarkıyı stüdyoda ve beyaz müzisyenler eşliğinde söyledi. Bu bir müzik yapımcısı için riskli bir girişimdi. Çünkü ırkçılık müzik alanında da etkili olabilirdi ve bir siyah şarkıcıya plak yapmak beyazların tepkisini çekebilirdi. Ama öyle olmadı, “That Thing Called Love” ticari başarı kazandı. Birkaç ay sonra Mamie Smith, bu kez siyah müzisyenlerle kayıt yapmak üzere stüdyoya çağırıldı. 10 Ağustos 1920’de, bu defa bir blues şarkısının ruhuna tam uygun bir şekilde, iyi caz müzisyenlerinden oluşan Jazz Hounds grubu eşliğinde kayıt yapıldı. Bu şarkının adı “Crazy Blues” idi. “Crazy Blues” çıkar çıkmaz hit oldu. İlk ay içinde 75. 000 plak satıldı. Şarkının başarısı yapımcılara başka blues plakları yapmak için cesaret verdi.

“Crazy Blues”, blues tarihinde bir dönüm noktasıdır. Artık blues sadece Güneyli bir siyah halk müziği değildi. Blues, plaklar aracılığıyla ülkenin her yerinde dinlenebilir hâle geldi ve “folk” müziği olmaktan “popüler” müzik olmaya doğru dönüşmeye başladı. Başlangıçta, blues plaklarında kadın şarkıcılar öne çıkıyordu. Blues’un “folk” müziğinden popüler müziğe dönüşümüyle söyleniş biçimi de değişti. Kırsal kökenli blues şarkıcılarının bir özelliği olan inleyerek ve kelimeleri yutarak şarkı söylemenin yerini berrak bir sesle ve açık bir telaffuzla şarkı söylemek aldı. Blues şarkıcıları eğlence hayatının ve mekânlarının yeni gözdeleri oldular. Caz orkestraları eşliğinde popüler dans şarkılarını söylüyorlar ve blues ile insanları farklı duygular arasında gezdiriyorlardı. Güçlü bir sese, şen şakrak bir şarkı söyleyiş tarzına ve açık bir tene sahip olan Lucille Hegamin, kente taşınan blues’un kadın yıldızlarından biriydi. Onun “Arkansas Blues” adlı şarkısı hit olmuştu ve birçok plak şirketi tarafından yayınlanmıştı.

Kaybedecek zamanım yok,

Yorgun ve yalnızım, yoruldum amaçsız gezinmekten.

Evimdeki annemi görmeyi çok istiyorum.

Arkansas’ın hasretiyle kederliyim!

“Arkansas Blues”un akılda kalıcı bir melodisi vardı ve caza benzeyen icrası şarkıya daha hoş gelen bir tını kazandırmıştı. Mamie Smith ve Lucille Hegamin gibi blues’un ilk kadın şarkıcılarının çoğu popüler şarkılar söylemeleri ve neşeli üsluplarıyla kentlere yeni gelen siyah göçmenlerin sevinç ve umutlarına tercüman oluyorlardı. “Arkansas Blues”daki özlem ve umut duygusu büyük kentlere taşınan siyahların duygu karmaşası ve geçişlerini iyi yansıtıyordu. Yerleştikleri gettoların sıkışıklığına ve sefaletine rağmen kentler mutluluk vaatleriyle sabır ve sebatla çalışmayı telkin ediyordu.

Chicago blues

Blues’da sahneyi erkeklerden kadınların alması kentlere göçün dikkat çeken bir özelliğidir. Kadın şarkıcıların hepsi doğal olarak gettolardan çıkmıştı. Dönemin bir başka ünlü ismi Alberta Hunter da kente göç edenlerdendi. On bir yaşında evden kaçmış, geldiği kentte aşçı olarak iş bulmuştu. İşin karşılığı olarak kendisine yatacak yer ve haftada altı dolar verilmişti. Onun iki dolarını annesine gönderiyordu. Biraz büyüyünce gece kulüplerinde iş aramaya koyulmuş ve haftada on dolar ücretle buralarda şarkı söylemeye başlamıştı. Onun da hemen yıldızı parlamış ve ilk blues plağı kaydedenlerden biri olmuştu.

Lucille Hegamin ve Alberta Hunter gibi şarkıcıların sahneye çıktıkları kulüp ve kabareler, Chicago’da savaş zamanı ve sonrasında meydana gelen, siyahlara ait eğlence dünyasındaki patlamanın bir parçasıydılar. 1920’lerde Chicago cazın bir merkeziydi; büyük isimlerden bazıları orada çalıyor ve plak çıkarıyorlardı.

20’lerde Chicago, İçki Yasağı, kaçak içki üretimi ve satışı, mafya ve gangsterler, çetelerin arasındaki silahlı çatışmalar, yasadışı faaliyetler, hızlı arabalar ve makineli tüfekler, caz gruplarının çıktığı gece kulüpleri, parlak ışıklarla Amerikan efsanesinin yaşandığı bir yerdi. Bu dönem Chicagosu, birçok Hollywood filmine konu olmuştur. Nitekim Chicago, küçük bir Amerika, farklı ulus ve ırkların kaynaştığı bir pota, yeteneği ve direnci olanlar için bir fırsatlar kenti, aynı zamanda suçun ve sefaletin kentiydi. Bu yüzden sosyolojiye önemli teorik katkılar yapmış bir akademik araştırma okulunun burada ortaya çıkması da şaşırtıcı değildir. Chicago Okulu, kent sosyolojisiyle ilgili çok önemli, bugün klasikleşmiş birçok kitabın yayınlanmasını sağlayan araştırmalar yapmıştır.

Hobolar

Bunlardan biri, -Türkçeye de çevrilen- Nels Anderson tarafından yazılan, Hobo: Evsiz Adamın Sosyolojisi’dir. Hobo, 1920’lerde Amerika’da bir fenomen olmuş, evsiz, yurtsuz, kimsesiz işçidir. Hobo, aynı zamanda bazen tren vagonlarında, bazen ormanlarda, madenlerde veya tarlalarda, bazen de Chicago’nun kenar mahallelerinde yaşayan bir gezgindir. Ama Hobo öyle romantize edilecek bir kahraman değildir; acımasız sömürü ilişkilerinin ve yoksulluğun ezip geçtiği bir işçidir. Hobo, Amerikan popüler kültüründe yollardaki yaşamı ve maceraları ile şarkılara ve hikâyelere konu olsa, oradan oraya savrulurken ya tutunacağı bir toprağa düşen ya da kaybolup giden bir marjinalliğin adıdır. Kendisi de vaktiyle bir Hobo olan Anderson’un araştırmasına göre, Chicago’daki evsiz insanların sayısı 30.000 ile 75.000 arasında değişiyordu. Bunların tahminen üçte biri pansiyon ve otellerde kalıyordu. Bir yılda üç yüz bin ile beş yüz bin arasında mevsimlik işçi kentten gelip geçiyor, bunların bazıları iş buluyor, bazıları da kaybedenler arasına katılıyordu.

Chicago, büyük bir modern kentin özelliklerine sahipti, bir endüstri merkezi haline gelerek ürettiği istihdamla sürekli binlerce insanı çekiyor, sonra binlerce insanı da atıyordu. Kente gelen insanların bazıları düzenli bir işe girip yeni bir hayat kuruyor, bazıları da karın tokluğuna geçici işlerde çalıştıktan sonra şanslarını başka yerlerde denemek için tekrar yollara düşüyordu. Blues’un popülerleştiği ortamın ve caz çağının sosyolojik arka planı budur.

Blues ve kadınlar

Blues ile cazı bir arada icra eden orkestraların çaldığı mekânlarda birçok kadın şarkı söylüyordu. Blues’un popülerleşmesinde kadınlar önemli bir rol oynamıştır. Kırsal ve taşraya özgü bir müzik türü olarak blues’da kadınları pek göremeyiz. Çünkü yollara düşüp oradan oraya gezen, müzikle geçimini karşılamak için ortakçılığı bırakan ve ailesini terk eden erkeklerdi. Ama bu, kırsal bölgeler ve taşrada kadınların blues söylemediği anlamına gelmez. Blues’u erkekler kadar iyi icra edebilen çok kadın vardı. Ayrıca, kadınlar siyah folk müzik kültürünün kuşaktan kuşağa aktarılmasında, şarkıların çocuklar ve gençlere öğretilmesinde önemli roller oynamışlardır. Yine de kırsal yaşam, kadınların ikinci planda kaldığı bir düzene tabiydi ve çoğunlukla çiftliklerdeki eğlencelerde erkek müzisyenler çalar ve söylerdi.

Kadınları blues’da hak ettikleri yere getiren büyük kentin eğlence hayatıdır. Kadınların, blues tarihindeki yeri önemlidir. Blues’un kentlerdeki ilk yıllarında parlayan yıldızlarının çoğu kadındır. Birçok kadın blues şarkıcısı, hem siyahların idolü hem de Amerikan rüyasının birer sembolü olmuştur. Kadın şarkıcılar genellikle caz gruplarıyla birlikte söylüyorlardı. Bu da görkemli bir görüntü sunuyordu. Kentlerde tutunmak için mücadele eden siyah göçmenlere, şarkıcılar ve orkestraları hem coşkulu bir eğlence havası hem de gösterişli bir kültür temsili sunarak gurur ve güven duyacakları bir kimlik ve birlik duygusu yaşatıyorlardı. Kadın şarkıcılar neredeyse cemaatleri önünde vaaz veren rahibeler gibiydi. Güney’deki kiliselere özgü tavırları, tarzı ve duygusallığı kullanıyorlardı.

Alberta Hunter, “Bana göre blues, neredeyse dini bir şey. Blues şarkıları ilahiler gibi, neredeyse kutsal. Biz blues söylediğimizde kalbimizdekileri söylüyoruz, duygularımızı dışarı vuruyoruz”, demişti. Dindarların çoğu blues’u, dünyevi arzuları kışkırttığı için günah olarak görüp, “şeytanın müziği” olarak adlandırsa da blues söyleyenler dine uzak değildi. Birçok şarkıcı dindar ailelerden gelmişti ve müzikle ilgili temellerini kilisede atmışlardı. Bu yüzden blues ve gospel müziği, yani siyah dini müziği arasında birbirine geçişler vardır. Şarkıcıların yaşam biçimi seküler olsa bile, kiliseye giderler, orada ilahiler söylerler, dua ederlerdi. Bazı kadın şarkıcılar müzik kariyerlerinden vaz geçip dine yöneldiler. Kadınlar sahnede fazla durmadılar. Kadınların blues’daki egemenliği kısa sürdü ve 1920’ler sona ermeden sona erdi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Su Arşivi