BOKSÖRLÜKTEN ÖDÜLLÜ MİMARLIĞA: TADAO ANDO

Bugün 80 yaşında olan ve dünyanın en önde gelen mimarlarından biri konumundaki Tadao Ando, Japonya’nın Osaka kentinde yaşamına başlamış, yaşam öyküsü ve üretimleri ile nev-i şahsına münhasır bir isim. İstanbul-İzmir hattında gözüme ilişenler, bana bu büyük mimarın felsefesini hatırlatıyor.

Nerede ise yedi yaşımdan beri hayatımda olan bir dergi olan Domus’ta her ay heyecanla editörün yazısını beklediğim bir zaman galiba hiç olmamıştı. İtalya’dan çıkıp tüm tasarım ve mimarlık dünyasının önemli bir mecrası haline dönüşen Domus, 2028 yılında 100. yaşını kutlayacak. Bu kutlamaları 10x10x10 ismini verdikleri bir programla, her yıl öncü bir ismi konuk editörlük üstlenmesi için davet ederek çoktan başlattılar. Domus’un bu yıl konuk editörlüğünü bugün 80 yaşında olan ve dünyanın en önde gelen mimarlarından biri konumundaki Tadao Ando üstlendi. Ando Japonya’nın Osaka kentinde yaşamına başlamış, yaşam öyküsü ve üretimleri ile nev-i şahsına münhasır bir isim.

İlk gençliğinde zorlu yaşam koşulları sebebi ile eğitim görmek yerine kısa süreli işlerde çalışmayı tercih eden Ando, mimar olmadan önce bir boksördü. Sonra bir gün 19 yaşında iken kitapçıda Le Corbusier’ye ait bir kitap görüyor ve yapı ile ilgilenmeye başlıyor. Osaka’ya dönüp ofisini açtığında 28 yaşında, mimarlık hakkında bir eğitimi olmayan veya herhangi bir ustadan da el almamış cesur bir isim.  Bir işi yapabileceğini hissediyor, inanıyor ve mimarlık lisansını alarak işe koyuluyor. Boksörden devşirme bu alaylı mimar, bugün mimarlık dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olan Pritzker ‘in de sahibi olan dünya çapında ünlü bir isim.

MİMARLIĞIMIZ SANKİ BOKS ARENASINDA GİBİ DARMADAĞIN

Ando’yu durup dururken aklıma getiren, onun bu ay dergide kaleme aldığı editör yazısı idi.

Geçtiğimiz hafta, iş için, arkadaşlarımla bir arabaya doluşup İstanbul-İzmir arasında kısa süreli bir yolculuk yaptık. Araba ile seyahat etmek başlı başına bir konu; dürüst olmam gerekirse hayatımda çok da yeri olan bir durum değil. Belki de aynı süre içerisinde, uçakla yapılan seyahatte bolca araç değiştiriyor, inip biniyor, yürüyorsunuz. Oysa araba ile yapılan seyahatte aynı süreyi etrafınıza bakarak ve bolca da izleyerek, düşünerek geçiriyorsunuz. İstanbul’dan Orhangazi köprüsüne ulaşmaya çalıştığımız o bir saat süresince ve İzmir’e vardığımızda ben de böylece etrafımı izlemek ve gördüklerim hakkında bolca düşünmek durumunda kaldım. Bu hat üzerindeki yapı stoğu, sadece biri, ikisi değil, nerede ise tümü bana “Keşke inşa edilmeselerdi” diye düşündürttü.

Kuşkusuz hepsi bir veya birkaç mimar elinden çıkmış, kimilerine bazı mimarlar başlamış bırakmış, başka mimarlar cephelerini yapmak üzere sorgusuz sualsiz devreye girmiş, kimileri arazide öylece yükselivermiş, eziciliği ile tüm bölgeye hükümdarlık kurmuş, her biri farklı ve iddialı formları, malzemeleri ile üst üste binmiş pek çok yapı her iki büyük şehrin de bugün tasarımını, yani geleceğimizi şekillendiriyor.

Bir yılan hikayesine dönen ve bol polemikle birlikte bitirilmeye çalışılan Fikirtepe Finans Merkezi projesinin ve bir önceki haftalardan, uçaktan çektiğim bir İzmir görünümünü bu sayfaya yerleştiriyor ve takdiri sizlere bırakarak ve tekrar Ando’ya dönüyorum.

İNŞA EDİLMEMİŞ MİMARLIK

Ando, Domus’ta Kasım ayı için kaleme aldığı yazıda “Unbuilt” yani inşa edilmemiş olandan dem vuruyor.

Mimarlık inşa etmek üzere icra edilen bir meslek iken içinde bulunduğumuz dönemde inşa edilen ve edilmeyenle birlikte anılan bir profesyonel alan haline dönüştü. Bugün pek çok ortamda, filmlerde, sanat galerilerinde, daha çok “gelecek tahayyülü” biçiminde değerlendirebileceğimiz bu yapıtların tasarımlarını izlemek ve incelemek mümkün. Daha önceleri provokatif tasarım hakkında bir yazı kaleme almış ve bu durumun motivasyonunu biraz daha derinlemesine anlatmıştım.

Ando’ya göre bu mimarlık türünün ortaya çıkması, 1980’lerde Rem Koolhaas‘ın girdiği ama kazanamadığı yarışmalardaki tasarımlarının kazananlardan dana çok ses getirmesi ile oluyor.

İnşa edilmemiş yapı, bazen daha iyi çözümler içerse de, çoğunlukla bütçe, yapım teknolojileri veya sahip olduğu radikal estetik ile red edilmiş olandır. Mimarların sonsuz yaratma isteği ve görselleştirmenin teknoloji ile oldukça gerçekçi hale getirilebildiği bu çağda, mimarlık mesleği pek ala inşa edilmemiş olan üzerinden de okumalara ve değerlendirmelere sahne olabiliyor. Ando, bu eğilimin kökeninde neo-klasik mimarlık eğilimlerine karşı ortaya çıkan bir grup vizyoner ile çağdaşlaşan mimarlık anlayışının bulunduğunu, 70’lerdeki Metabolistler’in de akımı iyice pekiştirdiğini sıralıyor.  İlk olarak, 1960 yılında Tokyo’da düzenlenen Dünya Tasarım Kongresi’nde ortaya atılan Metabolist hareketi, mimarlığın yalnızca yeni teknolojileri ve savaş sonrası dönemin muazzam üretim teknolojilerini  ve ölçeklerini benimsemesini değil, aynı zamanda zamanla uyum sağlayabilecek canlı, kendi kendini üreten sistemler geliştirmesi önerisini savunuyordu. Bugün karşılaştığımız bu inşa edilmemiş yapı tasarımlarının kökeni tarihte epey bir yer buluyor.

Bu gerçek dışı görüntüler bugün için şaşırtıcı görünse de geleceğin neye benzeyeceği hakkında bizlere fikir veriyor. Çok değil birkaç gün önce Saatchi Art Gallery’nin instagram hesabında bu türden görüntüleri kaydırarak izlemiş ve tam da Ando’nun bahsettiği şekilde geleceği hayal etmeye çalışmıştım.

Sarkastik bir tavır takınıp, Ando’nun bu yazısında dertlendikleri için global mimarlara Türkiye’e gelmelerini söyleyebilirim. Burada sorumsuzca her türlü mimarlık eserini şehrin göbeğine dikmek mümkün, vicdanlar rahat, halk umarsız, profesyonel dünya ise -kimse kusura bakmasın- oldukça hipokrit ! Oldukça kaygılanarak ortaya nitelikli bir biçimde konulmuş yapılara yükselen sesin oranı, söz gelimi bir Fikirtepe Finans Merkezi için daha az çıkıyor.Çünkü bellli başlı mimarlık ofislerinin pek çoğu orada proje yapar halde. İzmir’in göbeğinde yükselen orantısız bina hakkında, ardında nitelikli bir isim var ise daha dikkatli davranılıyor. Oysa dürüst olalım, hepsi birlikte sadece “Keşke bu şekilde inşa edilmeselerdi” diye düşündürtüyor.

ANDO’NUN MİMARLIK FELSEFESİ

Tadao Ando’nun mimarlık felsefesinin buraya kadar yazdıklarım ile hiçbir ilgisi veya yakınlığı yok. Alaylı bir mimar olarak Ando için minimalist diyenler var ancak sadece yalın üretimler ortaya çıkardığı için o kadar basite indirgenebilecek bir mimar değil Ando. Kendimce bir tanım getirmek istesem, Ando’yu sakin ve sadece gerekli olan kadarla ilgili bir mimar olarak tanımlardım. Aynı zamanda betonun ve ışığın çağdaş ustası olarak da eklerdim. Yerel gelenekleri, yapının ortaya konacağı coğrafyayı iyi irdelemeyi kendine misyon edinmiş, ışığın ve malzemenin doğallığı ile tasarımlarını bütünleştirmiş bir yapı felsefecisi bana göre.

İkiz kardeşinden ayrı büyütülmüş, ilk gençlik yıllarında ağabeyinin izinde epey ciddi bir boks kariyeri edinmiş. Boks çevresinde The Great Ando (Büyük Ando) ismi ile bilinen mimar, turnuvalar için Singapur ve Tayland’ı karış karış dolaşmış. Buradaki mabetlerin hem dini anlayışını ve hayat görüşünü şekillendirdiğinden, hem de bu yapıların onun mimari felsefesini geliştirmesine de katkı sunduğundan bahsediliyor.17 yaşında bir marangozun yanında çalışmaya başlayınca içinde bulunduğu işler onda mimarlık bilincini uyandırıyor.18 yaşında bir gece kulübünün tasarımını gerçekleştiriyor ilk olarak ve galiba orada artık kararını veriyor. Japonya’nın yanında Avrupa’yı ve Amerika’yı gezerek binaların tümünü inceliyor.  Mimarlık öğrencilerinin okuduğu kitaplarla kendi kendini yetiştiriyor. Tokyo yerine Osaka’da açtığı ofisi ile bugünlere dek uzanan mimarlık kariyerini başarı ile dolduran bir profil olarak hayatlarımızdaki yerini alıyor.

1976 yılında tasarladığı ve 1979 yılında ödül alarak Ando isminin duyulmasına sebep olan Rowhouse in Sumiyoshi, 1973 tarihli Tomishima house, 1974 yılında yapılan Uchida House isimli konut projeleri mimarın ilk işlerinden. Tümünde yapının doğa ile uyumunu, sadece gerekli olan ile yetinme arayışını ve muhteşem ışık-yapı ilişkisini okumak mümkün.

Doğal ışığı işlerinin merkezine oturtan mimar, Domus dergisindeki ilk yazısında şöyle diyordu:

“Uzayın arketipinin ne olduğunu sorarsanız, cevabım ışığın hacmi ve yönü olduğu olur. Oldukça sade bir tanım olabilir, ancak ışığın tüm çağlarda ve yerlerde mimarinin zirvesinde hüküm sürdüğüne çok az kişi itiraz edebilir. Batı mimari düşüncesinde, bina inşaatının tarihi ve gelişimi, karanlığı aydınlatan ve temiz havayla dolduran taş kütlelerdeki açıklıkların yaratılmasıyla belirlenmiştir. Bu mücadele sayesinde insanlar, mekânı aydınlatma işlevinin ötesinde ışıkta bir anlam bulmuşlardır.”

Mimarın bu düşüncelerinin yansıması olan 1989 tarihli The Church of Light isimli kilise yapısına ve diğer tüm yapılarına göz atmayı sizlere bırakıyorum. Bu sayfalarda Ando’nun eserleri ile birlikte neden içinde bulunduğumuz coğrafyadaki mimarlığın güncel durumundan kesitler sunduğumu anlayacak, muhtemelen bu güçlü kıyaslamayı kendi düşüncenizde yapabileceksiniz. Siz de kaçınılmaz olarak benim gibi düşüneceksiniz: Keşke -bu şekilde- inşa edilmeselerdi !

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi