AhmetKasım Han

AhmetKasım Han

Demokrasi: Bir araç mı amaç mı? Ve bunun ne önemi var…

Demokrasiden bahsederken kimi zaman sadece kendisi olmanın erdemine dayanarak toplumun siyasal esenliğini koruyacak sihirli bir güçten konuşuyormuş gibi davranıyoruz. Adeta demokrasi hikmetinden sual olunmayacak, kendi kendini koruyabilen, bunun için özünden kaynaklanan mistik bir güç sahibiymişçesine.

Bu elbette böyle değildir.
Demokrasi, azımsanmayacak bir miktarı kendi yapısından kaynaklanan toplumsal sorunların çözümünün garantisi, bu manada mükemmel, bir hükümet etme biçimi olmadığı gibi, kendi kendini koruyup arıtabilen bir sistem de değildir.
◼ Demokrasi nedir, ne değildir?
Demokrasinin bu zaaflarından ilkinin çarpıcı ifadesi, Winston Churchill tarafından dile getirilmiştir. İfadenin meali, “Demokrasi, berbat bir rejimdir. Ama zaman zaman denenmiş olan diğer rejimler göz önüne alındığında en az berbat olanıdır” olarak anlaşılabilir. Demokrasinin kendi kendini koruması meselesi üzerineyse, ABD’nin ikinci başkanı John Adams’ın şu sözlerini hatırlamakta yarar var: “Hatırlayınız, demokrasi hiçbir zaman uzun sürmez. Kısa bir vakit sonra kendisini ziyan eder, yorar ve öldürür. Henüz nihayetinde intihar etmemiş hiçbir demokrasi olmamıştır.” Bu tartışmanın kadim bir öncesi de var. Hatırlatmak gerekirse Plato da hocası Sokrates’in akıbetinden duyduğu teessürle, “Zorbalığın demokrasiden doğal olarak doğduğunu” söyleme noktasına gelmiştir. Plato açısından bakıldığında demokrasi “doxa”nın (fikir) “philosophia” (bilgi) üzerinde hükümranlığından ibaretti. Bu muhakkak ki seçkincilik riski içeren bir görüş. Muhakkak ki demokrasinin özgürlükçü ve katılımcı nitelikleri önceliklendirilerek, bunları korumak kaygısıyla değerlendirilmesi gerekir. Ancak, günümüzde demokrasinin içerisinden geçtiği popülizm meydan okuması bu yorumun üzerinde tekrar düşünülmesini teşvik etmek manasına anlaşılabilir nitelikte. Haliyle bu egzersizin amacı siyasal sistemin kontrolünü filozof krallara, ya da kim olurlarsa olsunlar krallara vermek olamaz. Hedef tam tersine siyasal hayatta akılcılığı, katılımı ve özgürlükleri geliştirmek olmalıdır.
Peki tüm bunlar demokrasiyle ilgili olarak bize ne söylüyor? Demokrasiden alaycı bir şüphe duymamızı, ondan vazgeçmeyi, onu hor görebileceğimizi veya demokrasiye hususi bir kıymet atfetmenin bir yanılgı olduğunu mu? Cevap elbette hayır! Demokrasi bireysel ve toplumsal özgürlüğün, ortak yaşamın gerektirdiği belli bir düzenin sürdürülmesi de gözetilerek, varlığının garantisidir. Churchill’in cümlesi üzerinden bardağın dolu tarafına odaklanırsak, siyasal rejimler arasında bunu en iyi yapandır. Bireyin özgürlüğünü, kendini gerçekleştirmesini, toplumların kendilerini ilgilendiren ve ilgilendirebilecek olan meselelerin karara bağlanmasında etki sahibi olmasını garanti ettiği, egemenliği hem normatif hem de pratik olarak yönetilenlerin iradesiyle eşlediği için ve bunu becerdiği ölçüde değerlidir. Başka bir iradeyi sözünü ettiğim yönetilenlerin iradesinin, hadi onun ifadesine ulusal egemenlik diyelim, üzerine koymaya çalışmanın yolu olarak kullanıldığında; tramvay, otobüs vs. olmaya indirgenmesi durumunda, araçsallaştırılıyor demektir ki bu onu gerçekten tiranlığın mümbit yuvasına dönüştürebilir. Unutmamak lazım ki araç muamelesi gören bir demokrasinin, bunu böyle kabul edenler açısından, her aracın olduğu gibi, kaçınılmaz olarak bir son kullanma tarihi vardır.
◼ Demokrasiye inanmak ama nasıl?
Bu nedenle demokrasiye inanmak demek ona sahip çıkmak demektir. Türkiye’de yaygın tabiri kullanmak gerekirse vesayet odakları tam da toplumun bu sahip çıkma ödevine duyarsız kalmasıyla, bu işi bir takım “koruyucu ve kollayıcılara” havale etmesiyle, apolitikleştirilmeye rıza göstermesiyle, iradesini sorgulamadan teslim etmesiyle ortaya çıkabilirler. Siyasal güç özgürleştirici ve çekici, iktidarsa tatmin edicidir. Ham haliyle, hatta itiraf etmek gerekirse sofistike hallerinde dahi, iktidar başkalarının iradesini kontrol altına almak, itaat etmelerini sağlamak, onları istenilen biçimde hareket etmeye zorlamak, “bir noktada başkalarının kaderini tayin etmek” isteğinin tatminidir. İnsanın fıtratından doğan bu eğilimin önüne geçmenin, akılcılığı, katılımı ve özgürlüğü karar ve uygulamaların hâkimi kılmanın yolu iktidar sahiplerinin hesap vermelerini ve bu hesabı doğru vermelerini, sağlayacak “denge ve denetleme” mekanizmalarının varlığı ve işletilmesidir. Demokrasinin gereği budur. Siyasetin toplumsal ortak faydayı gözetmek amacıyla yapılması ancak bu denge ve denetleme mekanizmalarının işlemesini güvence altına alacak akılcı, eşitlikçi ve tutarlı işleyen bir hukuk sisteminin sınırlayıcılığıyla, ve üstünlüğünün tanınmasıyla, mümkündür.
Her toplumda ve her zaman ulusal iradeye ipotek koymak isteyecek, demokrasiye bir araç muamelesi yaparak onu işlevsizleştirmeye çabalayacak vesayet meraklıları, Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle “bedhahlar”, vardır ve olacaktır. Bedhahların (kötü niyetlilerin) hakkettikleri biçimde bedbaht (talihsiz) ve başarısız olmaları toplumun demokrasinin bir araçtan ziyade bir amaç olduğunun bilincine varmasıyla olur. Bir yandan araç, amaç çizgisinin inceliği; öte yandan demokrasinin özünde bir amaç, yaşama taşınması için sürekli emek gerektiren bir olgu olması, demokrasiye ilişkin literatürde çok tartışılan tanım probleminin, aslında tanım enflasyonunun, ana sebebidir denebilir. Gerçekten de demokrasiye ilişkin tanımlayıcı 500 farklı sıfatın kullanıldığını belirtirsem neden bahsettiğim kadar, tartışmanın ve bu arada demokrasinin siyasal manipülasyon konusu yapılmaya ne kadar müsait olduğu sanırım daha rahat anlaşılabilir. Hele içerisinde yaşadığımız gerçek-sonrası, safsatalar dünyasında!
◼ Araç amaç ikilemi: Retorik bir tartışmadan fazlası
Ne var ki tüm bunları düşünürken demokrasinin, bir araç olmasa da araçsal yönüne vurgu yapılarak anlatılmasının ve anlaşılmasının daha kolaycı bir yol olduğu veri olarak kabul edilmeli. Ancak, tüm kurum ve kurallarıyla düşünüldüğünde demokrasi dediğimiz hükümet etme biçiminin esası bu sistemin işletilmesine, yaşanmasına ve yaşatılmasına yönelik eylemlerde ortaya çıkar. Demokrasinin özü birtakım normlar, ilkeler ve uygulamalar bütünüdür. Varlığı, başta hukuk olmak üzere kurumlar ve düzenlemeler yoluyla mümkün olur, ki araç olan esasen bunlardır. Demokrasi, bu araçların söz konusu normlara, ilkelere, uygulamalara göre işlev görmesi için harcanan bireysel ve kurumsal çabanın kendisidir. Bu haliyle bir amaçtır. Demokratik bir toplumda, demokrasi olarak tanımlanacak bir sistem önce bunu hedeflemek, sonra buna inanmak, ardından böyle yaşamak ile mümkündür. Demokrasinin bir toplumda olgunlaşması, yerleşmesi demek siyasal sistemin ilgili norm, ilke ve uygulamalar doğrultusunda işlemesi gereğinin söz konusu toplumda içselleştirilmesi demektir. Bu da onun neredeyse her sabah sahip çıkılması gereken doğasıyla barışarak ve bunun gereğinin yapılmasıyla mümkündür.
Demokrasinin bize kendiliğinden ideal çözümler üretmesini, bizi bunlara teşvik etmesini, hatta zorlamasını, kendisini korumasını beklemekten ziyade her gün yaşama taşınması gereken bir amaç olduğunu böylece ifade ettikten sonra onun bir ideal olup olmadığı sorulabilir. Kanaatimce burada cevap hem evet hem de hayır. İdeal kavramını idealize edilmiş, mükemmel
hedef, hal manasına kullanıyorsak, hayır. Demokrasi kutsanamayacak kadar kusurludur ve korkarım böyle kalmaya mahkumdur. İdealize edilmesi durumunda hayata taşınmasında bir, “iyinin düşmanı mükemmel” problemi çıkması olasıdır. Ama amaç olmak manasında idealize edilmeye değer mi sorusunun cevabına kuşkusuz evet diyeceğim. Zaten başka türlü sürekli uğrunda çaba harcamaya değmeyecektir.
Unutulmaması gereken, başta da belirttiğim gibi bu noktada esas menfaat sahibi olanın “sıradan vatandaş” olduğudur. Demokrasinin hayata taşınmasında siyasal elitten, siyasetçiden ve onların çevresindeki ilişkiler ağının taraflarından ziyade sıradan vatandaşın menfaat sahibi olmasının sebebi, bu birincilerin “doğal” eğiliminin denetlenmek ve kurallara bağlanmaktan çok bundan kaçınmak olmasından kaynaklanmaktadır. Söz konusu eğilimin seviyesinin demokratik kültürün içselleşme düzeyi ile alakalı olduğunu söylemeliyim. Demokratik bir sistemde bu eğilimin kontrolünün aracı, yukarıda vurguladığım gibi hukuk, temel direğiyse “güçler ayrımı” ilkesidir ki bu da “ulusal egemenlik” ile yakından ilgilidir. Bu konuya bir sonraki yazıda değineceğim. Sonrasında ise meseleyi anayasa tartışmasına odaklayacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
AhmetKasım Han Arşivi