DİRENEN KÜLTÜRLER VEYA YARATICI DİRENÇ

DEVRİM stadyumunda her yıl geleneksel olarak düzenlenen mezuniyet töreninde açılan yaratıcı pankartlar direncin ta kendisi. Bu yıl ODTÜ rektörü tarafından yasaklanmak istenen bu töreni binlerce insan ona rağmen gerçekleştirdi. ODTÜ’müzün Devrim ruhu bunu gerektiriyordu. Öğrencilerin mezuniyetleri, yasaklanan festivaller, kısıtlanan müzik ile yok edilmeye çalışılan eğlence hayatı, mesaj vermek üzere sesi azıcık yükselen gazetecinin sahne sanatçısının hemen parmaklıklar ardına alınması, bastırılan kültürel birliğimiz… Emin olun bu dünyada yalnız değiliz!

Biliyorsunuz, çağımız teknoloji çağı kadar bir karşı koyma çağı aynı zamanda. Direnç olarak çevirebileceğimiz İngilizce resistance kelimesi köklerini, sağlam durma eylemini anlatan “re” sesinden almış. Günümüzde sadece durağan bir eylemi değil, sahip olduğu değiştirici bir misyonu da yükleniyor bu kelime. Direnç sadece dayanmak demek değil; değiştirme gücünün ta kendisi.

Yıllar önceki bir İstanbul Bienali Tolstoy’dan esinle, “İnsan neyle yaşar?” diye sormuştu. Tanrı, emek, sevgi kavramlarını bize sunan bu büyük yazar aslında bu eserinde dirençten de dem vurur. “Sadece kitap okumak yetmez, meydan okumak da gerek ara sıra!” der. Resistance /direnç önemli ve yükselen bir kavram.

Yaratıcı alanlar kavramlara önem verir. Canlıların fiziki çevresini şekillendirmeyi kendine iş edinmiş biz yaratıcı insanlar için bu şekillenme aslında bir anlam arayışı içerisinde olduğu zaman kıymetli olur. Geçtiğimiz gün stajyerimizle tam da bunun sohbetini yapıyorduk. Bu sohbetimize konu olduğu üzere, bir lambanın tasarımını ele alalım. Asıl hüner, Işık kaynağının etrafını sarmalayacak en güzel formu veya en değişik malzemeyi mi bulmaktır, yoksa ışık kaynağının kendisini yani yaydığı ışığın kalitesini, yönünü ve diğer özelliklerini mi tasarlamaktır? Hatta bu genç tasarımcımızın da keşfettiği üzere ışık tasarımı aslında gölgenin tasarımı değil midir aynı zamanda?

Işık ve gölgenin birlikteliği insanlık tarihinin hikayesi gibi. Günlerimiz aydınlık ve karanlığın savaşına sahne. İnsanlık ışık istiyor. Karanlık ise gücü bir şekilde ele geçirmiş, aydınlık isteyen insanları karartmaya uğraşıyor. O iş o kadar kolay değil. Direnç kültürü denen bir şey var.

CULTURE OF RESISTANCE

İstanbul’un nemli havasından, kalabalıktan, uğultudan ve koşturmacadan kaçtığım en önemli iki gün, hafta sonu. Bu büyük makine, şehir, insanı epey yoruyor. Daimi bir yapılanma ile var olabilen üçüncü dünya ülkelerine mahsus kirli bir şehir tozu, nemli hava ile birleşip insanın üzerine ikinci bir kişi olarak yerleşiyor gün boyunca; nereye yönelseniz üzerinizde bir yük. Bu nedenle, hiç değilse iki gün, kendimi kozama kapatıp, dış dünyadan temizlenmeye çalışıyorum.

Böylesine yorucu bir hafta içerisinde, yine Cumartesi-Pazar’ın hayalini kurarken sosyal medyama bir çağrı düşüyor. On yıldır her yapımını ilgi ile takip ettiğim Iara’nın İstanbul’a geleceğini öğreniyorum. Iara Lee bu temposunun arasında bir İstanbul molası verdiyse, benim kanepemde oturup sıradan bir hafta sonu geçirmem imkansız; mecburen Cumartesi kalabalığında Galata sokaklarına düşüyorum.

Iara bir film yapımcısı, bir aktivist ve 2010 yılından bu yana da kurduğu Cultures of Resistance ağının yöneticisi. Brezilyalı/Koreli bir kadın kişinin dünyayı nasıl da değiştirdiğine inanmak güç. Nasıl mı değiştiriyor? Iara tek başına değişimin sesi.

Sürekli yolculuk ederek, dünyanın en kanayan yerlerine gidiyor. Ana akım medyada, günlük yaşamlarda göremeyeceğiniz yerleri, durumları, insanları bize gösteren filmler çekiyor.

Bugüne dek yayınladığı sayısız filmin arasında, ona bugünkü aktivist hareketlerinin sesi olan platformu kurduran 2010 yapımı Culture of Resistance kuşkusuz ayrı bir yer tutuyor. Bu film, dünya üzerinde direnen farklı kültürlerin izini sürüyor. Şiddet ve umudun iç içe geçtiği çarpıcı bir yapım. Adalet ve barış arayışında insanların iki uçtaki özelliğini izleyebiliyorsunuz; bir yanda öfke ve şiddet eğilimi, diğer yanda umut ve birliktelik. Bu filmi Iara ilk yaptığında izlemiştim ve o günden beri de bu muhteşem kadını -dijital dünya sağ olsun- bir an olsun kaybetmedim. İstanbul’a gelmiş olması beni nasıl mutlu etti tahmin edersiniz!

İlk izlediğim günden bu yana Iara’nın filmlerindeki o hiç bilmediğim insanlar, dünyanın neresinde olursak olalım, aynı duygulara sahip olduğumuzu ve aslında tüm dertlerimizin de ortak olduğunu hatırlatıyor bana. “Daha çok güç” uğruna ezilen insanlar ve onların hak arayışı bu sahnelerden belleğimize yerleşen. Direnen kültürler, Kızılderililerden, Afrikalılara, Orta Doğu’dan Brezilya’ya tek bir şey için direniyorlar: bulundukları yerde huzurla ve barış içinde yaşamak.

YERLERİNDEN YURTLARINDAN               EDİLEN İNSANLAR

Dünyadaki bütün savaşlar güç arayışından çıkıyor. Bu güç, geçmişte ve günümüzde değişmez biçimde madene, gaza, tahıla, suya dayalı bir güç. Bunlardan elde edilen zenginlikler günümüzde de masum insanları yerlerinden, daha iyi bir ifade ile yurtlarından uzaklara sürüyor.

Yeri gelmişken, sizce de öyle midir bilmiyorum ama benim için yer ve yurt farklıdır. Yer ne kadar fizik ise, yurt o kadar metafiziktir. Yer somuttur; yurt soyut. Bir yeri yurt yapan oradaki anılar, emek ve duygulardır. İnsandır yeri yurt yapan.

Iara’nın filmlerinde sadece bize uzak oldukları için yok saymayı tercih ettiğimiz, görmezden geldiğimiz insanların sahici görüntüleri yer alıyor. Yurtlarından ne tür yöntemlerle sürgün edildiklerini dehşet ile izliyorsunuz. Örneğin, her an elimizden düşürmediğimiz cep telefonlarımızda kullanılan bir iletken madde bakımından zengin olan unutulmuş bir Afrika ülkesindeki yerlilerin acısına tanık oluyorsunuz.

O insanların üzerinde yaşadığı toprakların kazılıp altından bu değerli (!) madenin çıkarılması gerekli birilerince. Tesadüf bu ya, o yerlilerin kadınları sistematik olarak tecavüze uğruyorlar. Çaresiz doktorları ve şuursuz katilleri izliyorsunuz; anlatıyorlar. Bu tecavüz bildiklerimizden, yani bastırılmış cinsel dürtülerine hakim olamayan hayvani bir erkek aczi sonucu olanlardan değil. Birbirine düşürülen çeteler, erkin bir kozu olarak kullanıyor kadına tecavüzü. Hamile kadınların karınları açılıyor, bebekler öldürülüyor. Katil “Merak ettim erkek miydi kız mıydı?” diyor serin kanlılıkla; Tecavüz kanıksanabilir mi bunca? diye düşünüyorsunuz, pekala olabilirmiş, görüyorsunuz ! Kadın ve doğurganlık üzerinden yürütülen bu savaş, en sonunda huzuru öyle kaçırıyor ki kafileler halinde toprak terk ediliyor; böylece ismini saymama gerek olmayan teknoloji devleri burada o madenleri istedikleri gibi arayabiliyor, çıkarabiliyor ve elde edebiliyor. İşte Iara’nın filminde belki de böyle “duymasak görmesek daha iyi!” diye düşünebileceğiniz çarpıcı gerçekler yer alıyor.

DÜNYAYI BELGELEYEN AKTİVİST: IARA LEE

1884 yılında yedi Avrupa ülkesi Berlin konferansında aldıkları kararlar ile Afrika ülkeleri ile ticaretlerini öyle bir düzene soktular ki, bu topraklardaki kolonileşme oranı %10’dan 90’lara fırladı. Bunun adına yeni emperyalizm diyor tarih kitapları ve bugün trans-emperyalizm konuşuluyor, yeni bir savaş ortamında. Terimler değişse de aksiyonlar değişmiyor, güç tutkusu aynı biçimde kendini koruyor. Bildiğimiz Avrupa ve Amerika zenginliği ne yazık ki bu filmde anlatılan acıların üzerinde yükselmiş bir zenginlik. Bu topraklarda hala süregelen yoksulluğun, yoksunluğun veya zenginlik gibi görünenin ardında bulunanlara biraz olsun derinleştiğinizde tat tuz kalmıyor. Kolonileşme tu kaka bir kavram çağımızda, diğer yandan ticaret, emlak geliştirme, yol yapma gibi kavramlar savaşların da koloniyal sömürünün de yerini alalı zaten çok oldu; Avrupa kendi kanlı tarihi ile hesaplaşırken tabakta arta kalan yemeği sıyırmak için sıraya dizilen oyuncular da epey bir değişti.

Iara, 2010 yılında Mavi Marmara teknesindeki yolculardan biriydi. Orada olup biteni birinci ağızdan, ondan dinleme ve biraz olsun hissedebilme ayrıcalığına sahip oldum. Mayıs 2010’da Gazze Özgürlük Filosu’nda İsrail donanması tarafından uluslararası sularda saldırıya uğrayan ve dokuz insani yardım görevlisinin öldürülmesine neden olan bir gemiydi Mavi Marmara. O gemideki olayları kaydeden birçok insan arasında, Iara ve ekibi bu kayıtları başarı ile saklayabilen kişiler olmuştu. Bu filmleri onun anlatımı ile hiçbir ana akım medya kullanmak istemedi. Yani, başka bir deyişle ana akım medyanın tümü,  bu gerçek görüntüleri toplumlardan sakladılar. Iara bunlarla bir film hazırladı. Bu filmin Birleşmiş Milletler’de tek bir kez gösteriminden sonra da İsrail ordusu tarafından işlenen savaş suçlarının kurbanı olan ve İsrail hükümetinin devam eden toplu cezalandırma eylemlerinden mağdur olan Filistinli sivillerin desteğine adadı bu filmini.

BİR DİRENÇ BİÇİMİ OLARAK YARATICILIK

Biliyorum, Pazar gününüzü pek de keyifli hale getirmiyor yazdıklarım. Yaratıcılık bunun neresinde? der gibisiniz. Iara’nın bizlere hazırladığı bu filmlerle gerçekleştirdiği tüm aktivist eylemlerini son derece yaratıcı bir biçimde dokümante etmesi bir yana, tüm bunların ortasındaki yaratıcı profili de tanıyorsunuz bu yapımlarda. Sadece kan, ter ve göz yaşı yok onun filmlerinde. Hatta tümündeki ortak nokta şiddetten ve karamsarlıktan daha çok, umut.

Bu umut sanattan, müzikten, edebiyattan, tasarımdan doğuyor. Iara gittiği her coğrafyanın sorunlarını bize anlatırken orada yaşayan yaratıcı insanlardan aktarıyor bize olup biteni. Kanunun tellerini tıngırdatan bir İranlı, dans eden bir Afrikalı, şiirlerini ağlayarak okuyan bir Koreli, Rap yapan veya kemanını çalan bir Suriyeli, karikatüristler, ressamlar, sokak aktivistleri, hepsi tek bir şeyden bahsediyor: Umut.

Cumartesi, sakin evimden kalkıp dehşetengiz bir kalabalık içinde olan Galata’ya izlemeye gittiğim son filmi de böyleydi. From Trash to Treasure (Çöpten Hazineye) ismini taşıyan bu son belgeselin ilk Türkiye gösterimi, hayatımızda yaklaşık bir yıldır yer alan Postane İstanbul’da gerçekleştirildi.

POSTANE İSTANBUL

Postane, Galata’daki eski İngiliz postanesinden adını alan bir mekan. Kendi deyimleri ile sosyal, çevresel ve kentsel etki odaklı çalışmalara ve ortak kültürel üretimlere ev sahipliği yapıyor. Binanın restorasyonu ve işleyişi için Bertha Fonu’ndan kaynak sağlanmış. Bertha Vakfı, 2009 yılında servetini ilaç sektörüne borçlu olan sosyal girişimci Tony Tabatznik tarafından kurulmuş bir vakıf. Tony Güney Afrikalı bir milyarder olarak, gerçek ve kalıcı değişimin medya, insan hakları ve sosyal aktivizm üzerinden sağlanabileceğini düşünmüş ve kazancının azımsanmayacak bir kısmını bu işlere vakfetmeye karar vermiş. Bu vakfa ait mekanların bir uzantısı olan Postane dahil, dünyanın pek çok yerinde bulunan kuruluşlar ile,  hukukçular, hikaye anlatan basın görevlileri ve aktivistler destekleniyor. Postane kendini kendi sözleri ile şöyle anlatıyor:

“Galata’da İngiliz Postanesi olarak bilinen tarihi yapı, konumlandığı çevrenin ve temas ettiği canlıların iyilik halini besleyen açık, paylaşımcı, üretken ve onarıcı bir mekân olarak restore edilerek yeniden işlevlendirildi.

Postane daha adil ve yaşanabilir bir dünya için üretenleri, kültür mirasını koruyup yaşatanları, yenilikçi ve yaratıcı hikâyeleri dinlemeyi ve anlatmayı sevenleri bir araya getirmeyi hedefliyor. Bu amaçla Postane’de, sosyal ve çevresel etki odaklı çalışanlarla yurttaşlar arasındaki etkileşimi kolaylaştıran, değişim elçisi aktörlere kuluçka sağlayan, sosyal inovasyonu teşvik eden, nitelikli eğitim ve araştırmaya olanak veren mekânsal altyapılar yer alıyor. İçinde yağmur suyunu biriktirip kullanarak doğal gıda yetiştirilen bir teras bahçesi; dayanışma temelli mutfak ve kafeteryası; yerel üreticiler, sosyal girişimler ve kooperatiflerle tüketicileri buluşturan adil ticaret birimi; ortak üretimi teşvik eden çalışma ve toplantı alanları; uzmanlık kütüphanesi; hikâye anlatıcıları için podcast ve video stüdyosu; ve kamusal etkinlikler için çok amaçlı salonu bulunuyor.”

Iara’nın kendi sunumu ve soru cevapları ile zenginleşen belgesel gösteriminin ardından nerede ise on yıldır buluşmadığım ve bu mekanın kurucu direktörü olan Yaşar Adanalı ile kısa bir sohbet ediyoruz. Mekanın kısa zamanda kendi kendini nasıl döndürebilir olduğundan, yakındaki hastane çalışanlarının öğle saatlerinde alt kattaki kafeye yemek yemeye gelmelerinden ve tüm yemeklerin bu teras katında üretilen veya sorumlu tarım ile gerçekleştirilen malzemelerle hazırlandığından konuşuyoruz. Etrafımdaki insanlara bakıyorum, İstanbul’un gizemli manzarasına gözüm takılıyor ve sadece şunu düşünüyorum: şu an burada olduğum için ne şanslıyım, aslında her şeye rağmen ne kadar şanslıyız!

ÇÖPTEN HAZİNEYE

Bu umudu , elbette birkaç saat önce izlediğim belgesele borçlu olduğumu biliyorum. Negatif olanı pozitife çevirmeye odaklanmış olan bu son Culture of Resistance yapımı, Afrika’nın Lesotho bölgesindeki bir avuç yaratıcı insanın hikayelerini anlatıyor bize bu kez. Uçlardaki fakirlik, düzensizlik, adaletsizlik içerisinde bir grup insanın elleri ile beyinleri ile ürettiklerini görmek ve bunları üretmelerine neden olan yaşama umudu gerçekten de sarsıcı. Film ismini Nthabiseng TeReo Mohanela isimli bir sanatçının projesinden alıyor. Mohanela, çöpten bulduğu atıklarla moda aksesuarları yapıyor ve bunları yapmayı gençlere öğretiyor.

Kendi dertlerini unutup iklim sorunları için şarkılar yapan, çocuk evliliklerine dikkat çeken, nesli tükenen ağaçlar ile tohum korumacılığı yapıp bana göre dünyanın en güzel ve anlamlı bahçesini oluşturan harika insanlarla buluştuğum bu filmden sonra umutsuz olmak için insan olmamak gerek. Aklımda kalan tek bir cümleyi unutmayacağım: Iara’nın filmde mikrofonu yönelttiği gençlerden biri, “Kölelik hala beynimizde, bu algıyı kırmak için yapıyorum yaptığımı” diyor.

İnsan yapandır. Daha doğrusu yapılanı kabul eden değil de bizzat yapan olmayı tercih ettiğinde dünya çok ama çok başka bir çehreye bürünüyor. Bu filmde izlediğim gibi yaratıcılık aslında çaresiz insanların güçlükler karşısındaki en büyük silahı. Erk bu silahı susturmak için bu yüzden bu kadar iştahlı.

ARTHERE İSTANBUL

Umudu söndürmeye hevesli her girişime inat, yaratıcı insanlar kentin çeşitli noktalarında buluşmaya devam ediyor ve bu noktalar gittikçe çoğalıyor. Bir gün elbet birbiri ile buluşup büyük bir bütün oluşturacaklar. Galata’daki bu noktadan sonra bu kez Kadıköy’de Yeldeğirmeni’nde  bir noktada Arthere ile kesişiyorum. 2014 yılında yeri yurdu kalmayan bir grup Suriyeli sanatçıya mekan olmak için kurulmuş bu alanda kurucusu Omar  ile kısa bir ayaküstü sohbete doyamıyorum. Omar Berakdar on yıldır Türkiye’de olan Suriyeli bir fotografçı ve medya sanatçısı. Mekana olan ilginin gittikçe arttığını söylüyor. Sanatçılar İstanbul’da fazla barınamadığından daha çok geçiş yeri gibiyiz diyor. Arthere önümüzdeki ay açılacak 17. İstanbul Bienali’nin de merkezlerinden biri. Buradaki buluşmaları takip edebilmeyi istiyorum; kendime not alıyorum. İçimdeki yaratıcı direnç, yaratan ve direnen insanlarla daha çok buluşmak istiyor; böylece umudum kaybolmuyor.

Bu sersem umudu pek çoklarımız yaşamıyoruz. Her gün yıkıcı bir buldozer gibi üstümüze gelen politikalar, içimizde her sabah güneş doğmasıyla (!) yeşeren umutları yok ediyor. Diğer yandan yaratıcı güç, bir kez kalp ritminizi ele geçirdi mi, dünya bir yana siz bir yana. İçinizdeki dirençli, devrimci güçlü “insan gücü” durmaz; kendimden biliyorum. Kendim gibi insanlarla tanıştığımda bu nedenle tarifsiz bir güç hissediyorum içimde.

Her akşam, büyük sistemin ulağı olan ana akım medyada bir takım insanların son derece düzeysiz, kimi zaman yersiz ve asılsız tartışmalarını dinlemek yerine, hala okuyamadığım için eksikliğini hissettiğim bir edebiyat eserini, birkaç şair dizesini okumayı yeğlerim. Zamanı öldüren pek çok yapımı izlemem ama Iara’nın filmini, hem de Postane gibi bir mekanda izleme şansını asla kaçırmam. Beni umutsuzluğa sürükleyen insanlardan, ortamlardan ve söylemlerden hayatta kalmaya dayalı içgüdüsel bir dürtü ile kaçınmayı yaratıcı kişiliğime borçluyum. Yarını hayal etmek bizim işimiz, şimdide veya geçmişte durmadan, sadece onlardan ders alarak.

Hem Iara’nın dediği gibi:

“Umut tek çıkış yolumuz /Hope is the only option”

Ve sormak istiyorum: hangimizi susturacaksınız? Sandığınızdan daha kalabalığız çünkü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi