DP’li babam, CHP’li annem ve ben Sosyalist…

Menderes ve İnönü bende babamdan ve annemden hatıra, birbirine kopmamacasına etle tırnak gibi bağlı birer imge ve simge… Ve eminim, politik-kültürel anlamda bu ve benzeri imge-simgelere ilişkin “melez” deneyimimi paylaşan hiç azımsanmayacak bir kesimi var bu ülkenin… Ben en çok o kesiminin varlığında memleketime inancımı, güvenimi, ümidimi kaybetmemeyi sürdürüyorum!..

Rahmetli babam Mahir Atay çok politik bir insan değildi. Bununla birlikte 1960’larda Süleyman Demirel ve Adalet Partisi ile kitleselleşmiş merkez sağ siyasete yakınlığı onun bu çerçevede hatıralarımda bıraktığı ilk izlenimdir. Dönemin popüler tabiriyle “Demirelci”ydi babam…

Fakat babamla ilgili politik bağlamda daha “kristal” bir hatıra (kaç yaşında olduğumu tam hatırlamıyorum ama 10’lu yaşlara geçiş eşiği olmalı) yatak odasındaki gardırobun en dip kuytu köşesine itilmiş eski bir gazete demetini keşfetmemle bağlantılıdır. Merakla karıştırdığım o gazetelerin kapak sayfalarında boylu boyunca beyazlar içinde mahzun bir adamın, o yaşlarda mahiyetini tam kavrayamadığım ama elbette son derece ürpertici bir görüntüsü yer almaktaydı.

Sayfaları bir uçtan öbür uca doldurmuş başlıklarda da “Menderes idam edildi” yazmaktaydı.

Sonra gazeteleri alıp koşa koşa salona onun yanına mı götürdüm, yoksa o mu beni yatak odasında gazeteleri karıştırırken buldu, o noktada da hafızam bulanık ama babamın biraz kızgın biraz kaygılı şekilde onları neden karıştırdığımı sorup gazeteleri elimden aldığını hatırlıyorum.

Çok daha net hatırladığım nokta ise, babamın o gazete tomarını yerine, gardırobun kuytu köşesine biraz daha özenli şekilde “derince” yerleştirirken benim sorduğum, “İyi adam mıydı bu?” sorusuna, yüzündeki hafif kaygı ve kızgınlığın belirgin bir hüzne dönüşmesi eşliğinde verdiği cevaptır:

“E, iyi adamdı tabii!..”

Arifiye’li Aliye Öğretmen

Rahmetli annem, Aliye Esma Şenol-Atay CHP’liydi.

Travmatik bir çocukluğun ardından ilkokulu doğup büyüdüğü Beykoz’un Dereseki Köyü’nde bitirdikten sonra, köyündeki öğretmeninin dedesini ikna etmesiyle bulunduğu yere en yakın konumdaki Arifiye Köy Enstitüsü’ne yol tutmuştu.

Enstitü’nün ilk mezunlarındandır. “Cumhuriyet Çocukları”nın en gözdesi o öğretmenler ordusunun inançlı bir neferiydi. Kuşkusuz Atatürk, ama ayrıca “Enstitüler” bağlamında Hakkı Tonguç, Hasan Ali Yücel ve tabii ki İsmet İnönü!.. Yaşadığı müddetçe onların adı hiç dilinden düşmedi.

Hep anlatırdı: İsmet Paşa Arifiye’ye bir ziyaretinde onun yaptığı kahveyi o kadar beğenmiş ki kendisini tanımak istemiş, geldiğinde sevgiyle adını sormuş ve sohbet etmiş. Sonrasında Enstitü’ye tekrar ziyarette bulunduğunda da iş kahve faslına geldiğinde hep sorar olmuş:

“Şenol nerde, Şenol nerde? Kahvemi o yapsın!..”

Bu bakımdan anneme dair en “kristal” hatıram da İsmet İnönü vefat ettiğinde Ankara’da Sıhhıye Marmara Sokak’taki evimizde; babamın gardıropta saklı gazete tomarının bulunduğu yatak odasına bitişik salondaki siyah-beyaz Nordmende televizyonda cenaze törenini izlerken; adeta ekranın içine girecek derecede yakın halde yere oturmuş, bir dirseği salonun ortasındaki sehpaya dayalı, diğer dirseği dizine dayalı ve eli çenesinde ağlarkenki görüntüsüdür.

Menderes’le İnönü’yü buluşturan “sevgi tohumu”

Babam ve annem elbette farklı insanlardı. Birbirleriyle anlaşamadıkları çok olmuştur. Her evde-ailede olduğu gibi tartıştıkları, çatıştıkları da çok olmuştur. Birinin ak dediğine öteki kara, bol bol demiştir.

Ama bildiğim başka bir şey varsa o da şu ki birisi “Menderesçi”, diğeri “İnönücü” bu iki insan bir ömrü birlikte nihayete erdirecek ölçüde birbirlerini içtenlikle sevmişlerdir.

Ve ben o sevginin ürünüyüm.

O yüzden bugün bu memlekette Menderes’e lâf edildiğinde de içim cız eder, İnönü’ye lâf edildiğinde de içim cız eder benim!..

Birileri geçmiş dönemlere kayıtlı ve bir türlü bitmek bilmeyen siyasi hınç ve öç arzusuyla İsmet İnönü’ye sayıp sövdüğünde veya ağız sözler sarf ettiğinde de içimin parça parça olduğunu hissederim…

Birileri Menderes’ten bahis açıldığında doğrudan ya da bir dizi neden, gerekçe, bahane serdederek örtük şekilde “Ama o da hak etmişti” demeye getirdiğinde de içimin parça parça olduğunu hissederim.

Melezlik, ümittir

Elbette Menderes’in de İnönü’nün de eleştiriden azade olduklarını söylemiyorum, iddia etmiyorum.

Fakat onların her ikisinin de siyasi şahsiyetleri, düşünceleri, pratikleriyle ve günahıyla sevabıyla bize ait, bizim siyasal-tarihsel ve toplumsal-kültürel gerçekliğimizin bir parçası olduklarını işaret etmeye çalışıyorum.

Menderes ve İnönü bende babamdan ve annemden hatıra, birbirine kopmamacasına etle tırnak gibi bağlı birer imge ve simge… Ve eminim bu coğrafyada onları istismar ederek kutuplaştırıcı, çatıştırıcı, toplumca hepimizi parça-parça edici siyasette umar bulanların aksine, politik-kültürel anlamda benim bu ve benzeri imge-simgelere ilişkin “melez” deneyimimi paylaşan hiç azımsanmayacak bir kesimi var bu ülkenin…

Ben en çok o kesiminin varlığında memleketime inancımı, güvenimi, ümidimi kaybetmemeyi sürdürüyorum!..

“Mahir’ler hep öyledir!..”

Peki ya benim sosyalistliğim?..

O da babamla ilgili ve kaygıyla nükteyi, hüzünle neşeyi buluşturan bir başka anıda saklı.

Üç aşağı beş yukarı aynı zaman kesitinden, yani hem gardırobun kuytularında saklı Menderes hüznünü hem ekran karşısındaki İnönü yasını duyumsadığım 60’lar sonu-70’ler başı Türkiye’si günlerinden bir anı bu da… O dönemde memlekette üzerlerine kestirmeden “anarşist” etiketi yapıştırılmış, sırtları parkalı, suratları öfkeli gencecik insanların görüntülerine aşina olduğumuz günlerden bir anı… “Denizler-Mahirler” Türkiye’sinden…

Böyle bir kesitte, o dönem şehirlerinin unutulmaz âdeti olduğu üzere, anne-babamın kendileri gibi orta-halli (dar-gelirli) bir memur ailesi ahbaplarının evinde “misafirlik”teyiz. Hiç unutmadım, benden birkaç yaş büyük bir oğulları var, bir de ondan da büyük, billur gibi güzel kızları, bir “mini etekli abla” var; bende de galiba ona karşı içten içe kaynayan, elbette ümitsiz ve çaresiz ergen romantik duygular!..

Neyse, yine âdet olduğu üzere çaylar-pastalar-börekler geliyor. Bu arada diğer bazı komşular da katılıyor misafirliğe ve elbette televizyon açık; o dönemin meşhur deyişiyle, tam anlamıyla bir “telesafirlik” ortamı…

Ekranda dev gibi, çatık kaşlı, mağrur delikanlıların görüntüleri arasında bir “Mahir Çayan” lâfını buğulu hafızamın içinden seçebiliyorum.

Çayan ve arkadaşlarıyla ilgili bir haber dolaşımda ekranda ve bu bakımdan orta-halli, dar-gelirli memur ailelerinin standart “sohbet rengi” de belli: “Tüh size, boyu-posu devrilmiyesiceler...”; Suratlarında meymenet yok canım...”; Şu kılık kıyafete bak allasen...”; “Devlet-millet düşmanları, n’olcak işte!..”  

Bu “zehir-zemberek” havada, bir ara kısık ve ürkek bir sesle o güzeller güzeli abladan ekrandaki Mahir Çayan’a binaen şu sözler duyuluyor: “Ama ne kadar da yakışıklı yaa!..”

Ve babam, derhal yüzüne “rol icabı” yapıştırdığı bir sevimli kurumlanma jestiyle patlatıyor espriyi:

“Mahirler hep öyledir!..”

Tabii anında bir kahkaha tufanı doluyor odaya. Üstelik “söylemin düzeni” de değişiyor! Gerilim, kasvet ve herkesin birbirini tartarak sarf ettiği o zehir-zemberek sözlerin yerini daha “içtenlikli” bir sohbet modunda şu tarz sözler alıyor: “Aslında bu çocukların da içlerinde kötülük yok, baksana hepsi pırıl pırıl, zeki, çalışkan ve ne güzel okullarda okuyorlar…”; “Onlara da yazık oluyor, fakir fukaranın derdine düşmüşler…”; “Birileri kullanıyor onları belki ama yalan mı, yoksulluk yok mu, sömürü yok mu?..”; “Ay sonunu zor getiriyoruz yahu, şu ekonominin haline baksana!..”, vs. vs. vs.

Hasılı kelâm, “Menderesçi” babamın, “Mahir’lerin yakışıklılığı” üzerine patlattığı ve kendi halinde konformist bir grup orta halli insanın statüko-yanlısı söyleminin düzeninin değiştiren o esprisinin çaktığı işaret fişeği ile sola/sosyalizme rota kırdım ben!..

Gittiler, kaldım!..

Menderes gitti, İnönü gitti, Mahir Çayan gitti, annem gitti, babam gitti.

Onlardan geriye ben kaldım!..

Bıraktıkları ve birbirine karşı-karşıt-çatışık olmakla birlikte aynı toprağın havasından-suyundan çıkmış olmada ortak; birbiriyle etkileşimsel, birbiriyle içli dışlı, birbiriyle haşir neşir ve bizi biz yapan; bu coğrafyanın ona-buna-şuna değil, size-bize-hepimize ait olduğunu duyumsatıp düşündüren anılarıyla, izleriyle, imgeleriyle onların, ben kaldım da kaldım.

Ne diyelim?!..

Menderes’e selâm olsun!

İnönü’ye selâm olsun!

Mahir’lere selâm olsun!

Babalar Günü’nüz kutlu olsun!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi