Erdoğan’ın üç tarz-ı siyaseti

Türk-İslam Sentezi, 12 Eylül 1980 sonrası Evren cuntasının hakimiyet döneminde sol-sosyalist aktivizm karşısında bir dalgakıran olarak işlerliğe sokulmuştu. Aynı Türk-İslam Sentezi bugün de Erdoğan otokrasisinin hakimiyet döneminde çoğulcu, demokratik, özgürlükçü ve barışçı arayışlar içindeki muhalif aktivizm karşısında bir dalgakıran olarak işlerlikte. Bu işlerliğin ne ölçüde kitlesel karşılık bulduğunu ya da sonuç alıp almadığını öğrenmeye bir hafta var.

Geçen haftaki Pencere Pazar yazımda AKP’nin Erdoğan liderliğinde 2002’den 2023’e kadar süregelen siyasi serüvenini söylem ve pratik olarak değerlendirmeye çalıştım. Bunu yaparken belli başlı dört evre ayırt ederek, kurumlaşmadan yükselişe, çözülmeden düşüşe doğru bir seyrin söz konusu olduğuna işaret ettim. Tam da ilk tur seçiminin gerçekleştiği 14 Mayıs’ta yayıma giren o yazıyı “düşüş”ten nereye yol tutulacağının da aynı gün netlik kazanacağını kaydederek, bakalım AKP açısından “bitiş” mi yoksa “yeniden-doğuş” mu söz konusu olacak sorusuyla noktaladım.

Seçimde ortaya çıkan sonuca bakıldığında AKP’nin yüzde 50’lere varan oy oranlarıyla çıktığı zirvelerden bugün yaklaşık 15 birimlik oy kaybıyla yüzde 35’lere, yani 2002’deki başlangıç noktasına gerilemesi tam anlamıyla bir “bitiş”e işaret midir, pek emin değilim. Olsa olsa düşüşün devam ettiği söylenebilir. Ancak öte yandan bir “yeniden-doğuş” durumunu düşündürecek hiçbir emare yok ortalıkta. Daha ziyade korkuya dayalı siyasi strateji ile yukarılarda değil aşağılarda oluşmuş bir “stabilleşme”den söz edilebilir.

Ama daha önemli bir nokta, Erdoğan’ın giderek havası alınmış bir top gibi hacim kaybederek içe doğru büzülüp küçülen partisinden daha geniş bir kitleye hitap eder hale gelmiş olması. Artık o, AKP ile özdeşlikten çıktı, daha doğrusu oradan “taştı” ve Türkçü-milliyetçiliğin de belki Türkeş’ten sonra hep aradığı tarzda bir karizmatik lider olarak alımlanır hale geldi. Dolayısıyla bir “AKP-sonrası Erdoğan” nitelemesine gitmek de bunun ekonomi-politik ve ideolojik mahiyette tarihsel yapı taşlarının neler olduğu üzerinde düşünmek de mümkün.

Bu yazıda, elbette çok fazla detaylı ve derinlemesine olmaksızın, satır başlarıyla bunu yapmaya çalışacağım. Kolaylaştırıcı olabileceği düşüncesiyle, bu coğrafyada Türkçülük dendiğinde ilk akla gelen öncü isimlerden Yusuf Akçura’nın 1904’te yazdığı ve Osmanlı’nın siyasi geleceğini bir millî devlet teşkiline imkan verecek üç ideolojik seçenekten hangisinin belirleyeceğini tartıştığı meşhur kitabı Üç Tarz-ı Siyaset’in adından esinle, “Erdoğan’ın üç tarz-ı siyaseti” başlığı altında yola koyuluyorum.

Erbakan’dan Özal’a, mutantlaşan AKP

Erdoğan liderliğinde yeni milenyumda Türkiye’nin ufkunda doğuş bulan AKP’nin siyasi-ideolojik altyapısında üç söylem ve pratiğin yer aldığı ileri sürülebilir. “Üç tarz-ı siyaset”ten kastım bu ve birincisi Erbakancı “Millî Görüş”tür. İkincisi Kenan Evren’le önü açılmış “Türk-İslam Sentezi”dir. Üçüncüsü de Özalcı “Neo-liberalizm”dir.

Erdoğan AKP’si Erbakan’ın “Millî Görüş” doktrininden çıkış bulsa da partinin bu kültürel-ideolojik genetiğinin 1980-sonrası kapitalist dünyaya hakim neo-liberal dalgayı Türkiye’de temsil eden Turgut Özal’ın söylem ve pratiği doğrultusunda mutasyona uğradığı söylenebilir. Kanımca bu “mutasyon” (kırılma) AKP’nin 2000’ler dünyasının dış-politik konjonktüründe iktidar imkanı bulmasını sağlayan en önemli faktördür.

Her ne kadar Turgut Özal’ın da Türkiye’de İslami-muhafazakârlıkla teşrik-i mesaisi hayli yoğun olmakla ve bu bakımdan (özellikle Nakşibendilik bağlamında) Erbakan’la bir ortak paydası bulunmakla birlikte, Erbakan’la Özal’ın (elbette “Turgut” Özal’ın) arası onların politik-ideolojik tercih ve öncelikleri bağlamında hemen hiç iyi olmamıştır. Ama Erdoğan, Erbakan ve Özal ikili karşıtlığının arabulucusudur.

Bunu açmakta yarar var.

Kapitalizmi “bâtıl” değil, “mübah” saydılar

Erbakan’ı 1970’ler Türkiyesi’nde öne çıkaran politik iklim, hızlanan kapitalistleşme süreci karşısında çıkarları sarsılan taşra küçük esnafı, zanaatkârı ve çiftçisinin tepkisiydi. O yüzden bu topraklara has ve mevcut kurulu düzen karşısında kendisini ancak zımnen (örtük) ifade edebilen bir İslamcılık olarak “Millî Görüş”ün mihenk taşı, “Bâtıl Düzen” reddiyesidir. Bâtıl (bozuk/uydurma/haksız) düzen, esas itibarıyla Batı kapitalizmini işaret eder. Dolayısıyla “Millî Görüş”, ne kapitalizm-ne sosyalizm, ama kutsal metinlere (Kur’an ve Hadis) referanslar doğrultusunda sermaye ve “hür teşebbüs” (özel girişim) üzerinde denetimli bir “İslamî devletçilik” arayışı olarak özetlenebilir.      

Bu şekilde Batı’yı ekonomi-politik anlamda hiç mi hiç “hayırhah” saymayan, hatta “lanetli” sayan bir anlayışın içinden doğuş bulan AKP, Batı’yı ekonomi-politik açıdan hayırlı mı hayırlı sayan bir anlayışı temsil eden Özalizm’e dümen kırarak iktidara geldi. Bu süreçte “Millî Görüş”, AKP iktidarına kitlesel bağlamda bir yerel-kültürel-ideolojik katkı payıdır. Neo-liberal/muhafazakâr Özalizm ise aynı süreçte AKP’nin ekonomi-politik çerçevede küresel sistemce meşrulaşmasına katkı payıdır. Özellikle de 11 Eylül 2001 saldırısı sonrası ABD-merkezli küresel kapitalizmin Müslüman dünyada kendine dost-müttefik iktidarlar var ederek cihatçı-selefiliği dengelemeye çalışma arayışından çıkan bir sonuçtur AKP ve o dönemki patenti “liberal-İslam”dır.

Bir AKP mayası: 12 Eylül ve Türk-İslam Sentezi

AKP’yi var eden bu Erbakan-Özal sentezi, 2002-2011 arası dönemde, elbette başlangıçtan sona doğru farklı derecelerde Batıcı-liberal-kapitalist çizginin hakim hale gelmesiyle ikinciden yana bozuldu. Böylece Millî Görüş’ün “Ruhuna Fatiha” okunan bir noktaya doğru ilerlendiği söylenebilir. Söz konusu bu dönem içerisinde Türklük-Türkçülük vurgusu da başta kaydettiğimiz “üç tarz-ı siyaset”in üçüncüsü “Türk-İslam Sentezi” de pek dolaşımda değildir. Ancak bu, onun AKP’nin varlık bulmasında dolaylı olarak mevcut katkısını görmezden gelmeye yol açmamalıdır.

12 Eylül 1980 darbesiyle iktidara el koyan Evren cuntası, askeri vesayetçi ve laiklik vurgulu mevcut kurulu düzenin yeni ideolojik çerçevesini “Türk-İslam Sentezi” olarak belirledi. Böylece o düzeni dönemin en önemli siyasi dinamiği olan sol ve sosyalist aktivizm karşısında emniyete almayı hedeflemişti. Bunun, 1979 İran Devrimi’ne bağlı olarak 1980’lerin İslamcı yükselişinden yana sonuçları ve yan etkileri olduğu kadar, AKP’nin 2000’ler başında doğuş bulmasına giden yolda bir “maya” olduğu da söylenebilir.

Böyle olmakla birlikte Erdoğan AKP’sinin erken dönemlerinde Türklük/Türkçülük vurguları yer almamıştır. Zaten hem MHP’nin hem de Kürt siyasi hareketinin parlamento-dışı olduğu ilk beş yıllık (2002-2007 arası) dönemde ana vurgu, Müslümanlığın dahi parantez içine alındığı muhafazakâr-demokrat bir siyasi aktivizmin Batı modernitesi, liberalizm ve sekülerlikle pekâlâ da uyumlu ve uyarlı olabileceği üzerinedir.

Kültleşme ve Türkçü-milliyetçi yörüngeye giriş

“Türk-İslam Sentezi”ne gidişin önünün 2009 Davos’unda Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres karşısındaki “Van Minüt” çıkışıyla, bunun beraberinde gelen bir iktidar zehirlenmesiyle başladığı öne sürülebilir. Ardından 2010 anayasa referandumu ve 2011 “Yüzde 50”lik seçim zaferiyle bir siyasetçinin “kültleşmesi”, daha anlaşılır deyişle “tapılacak adam” haline gelmesinin de önü açıldı. Bu açılış artık eşitler-arasında-birinci olmaktan tek-adamlığa doğru ruhsal, zihinsel ve siyasal-stratejik bir rota belirlemiş AKP liderinin güçlü başkanlık sistemi için yüzde 60-65’lere oynama arzusunu gündeme getirdi. Türkçü-milliyetçi siyasi cenah ve tabanla ilk belirgin flörtler o zaman, yani 2011 dönümünde başlamıştır.

Ama unutulmaması gereken, aynı dönemde bir de Kürt sorununda “açılım” ve barış süreci siyasetinin sürdürülmekte olmasıdır (ki buna “Alevi açılımı” siyaseti de eklenebilir). Bunların geri plâna düşmesi, Suriye iç savaşının başlaması ve bununla etkileşimsel mahiyette Davos’tan itibaren kendini göstermiş Ortadoğu’da Müslüman kitleler nezdinde yükselen Erdoğan sempatisiyle, bu arada AB ile giderek soğuyan ilişkiler sonucunda öne çıkan yeni-Osmanlıcı (dolayısıyla elbette İslamcı, hatta panislamist vurgulara sahip) motif ve motivasyonlarla oldu.

Fakat dananın kuyruğu esas Gezi patlamasıyla 2013’te kopmuştur. Kültürel-kimliksel (yaşambiçimsel) bir kutuplaşmanın iktidardan yana ve iktidara karşı bir “yüzde 50-yüzde 50” zıtlaşmasıyla bizzat Erdoğan’ın ağzından dillendirilmesiyle başlayan, şiddetin de çok öne çıkarıldığı bu süreçte seküler tepkisel dalgayı kırma yolunda önce “Millî Görüş”ü hortlatmaya dönük arayışlar kendini gösterdi. Ama çok karşılık bulmadı. Sonrasında ise Kürt açılımı stratejisinin başarısızlığa uğraması, 2015 seçim sürecinde Kürt siyasi hareketinin “Seni başkan yaptırmayacağız” diklenmesiyle oylar düşünce anlaşıldı ki artık ne Kürtlere ne Alevilere ne de “barış”a dayalı bir siyasetle iktidarı ayakta tutmak mümkün değil.

“Kızılelma Müslümanlığı”

İşte 2015 Haziran seçiminden Kasım seçimine giden süreçte “üç tarz-ı siyaset”in hanidir kıyıda-uykuda bekleyen üçüncü seçeneği olan “Türk-İslam Sentezi”ne belirgin ve kararlı yöneliş bu koşullara bağlı olarak gerçekleşti. AKP’nin 2002’den beri beraber ve “paralel” yürüdüğü (bu yazıda ister istemez “ceteris paribus” kılarak tartışma-dışı bir değişken olarak bıraktığımız) cemaat oluşumuyla kanlı-bıçaklı hale geldiği 17-25 Aralık sürecinde saatini sembolik mahiyette ve AKP’ye tavrını işaret etmek üzere 17:25’e kurmuş Devlet Bahçeli ile muhabbet koyulaştı. Daha öncesinde, “Evet Sayın Bahçeli, biz faşizmi sizin kadar iyi bilmeyiz” de demiş, o Bahçeli’nin Kürt açılımına sert tavrına karşı ona “Siz, kandan beslenerek siyaset yapıyorsunuz” da demiş iktidar dili, artık Türklükten de Türkçülükten de “Kızılelma”dan da gümbür gümbür dem vurarak MHP ile ittifakın temellerini attı.

Nihayet, 15 Temmuz (2016) kanlı darbe girişimi sonrası süreçte artık beka için Erbakancı Millî Görüş de Özalcı neo-liberalizm de elbette topyekun yok sayılmamakla birlikte arka plâna itildi ya da fonda bir renk olmaya indirgendi ve “Türk-İslam Sentezi” bir ideolojik formülasyon olarak Erdoğan’ın iktidar serüveninde öne çıktı.

Ortaya çıkan tablo ilginçti ve iktidar nelere kâdirdi! İslamcılık ve “Millî Görüş” söz konusu olduğunda “kavmiyetçilik” başlığı altında küçümsenen ve zararlı-bölücü bulunan Türkçülük, 12 Eylül döneminde olduğu gibi İslam ile sentetik bir birliktelik içinde hem cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi referandumunda (2017) hem de bu sistemin ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde (2018) “iş yaptı”. Şimdi an itibarıyla gerçekleştirilen seçimlerde de Erdoğan rejiminin bekası yolunda tek ideolojik seçenek olarak, bölünme korkusu ve güvenlik vaadi eşliğinde yine hükmünü icra ediyor.

Her daim dalgakıran: “Türk-İslam Sentezi”

Toparlamak gerekirse, Türk-İslam Sentezi, 12 Eylül 1980 sonrası Evren cuntasının hakimiyet döneminde sol-sosyalist aktivizm karşısında bir dalgakıran olarak işlerliğe sokulmuştu. Aynı Türk-İslam Sentezi bugün de Erdoğan otokrasisinin hakimiyet döneminde çoğulcu, demokratik, özgürlükçü ve barışçı arayışlar içindeki muhalif aktivizm karşısında bir dalgakıran olarak işlerlikte… Bu işlerliğin ne ölçüde kitlesel karşılık bulduğunu ya da sonuç alıp almadığını öğrenmeye de bir hafta kaldı.

Kıbrıslı bilim-düşünce insanı ve gazeteci-yazar Prof. Mustafa İlkan’ın her yazısını bağlarken kullandığı güzel ifadesinden esinle, umudumuzun ömrümüzden önce bitmemesi dileğiyle, noktalayalım!..                          

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi