GEZİ nedir, ne değildir?

Türk ulusalcıları ile Kürt siyasi hareketine yönelimi olanlar; yoksul işçilerle zengin işverenler; Gazi Mahallesi gibi zemini çok sert ve siyasal olan yoksul varoşlarla Kadıköy-Bağdat Caddesi gibi tuzu kuru semtler; Aleviler, Sünniler, trans yurttaşlar; Beşiktaşlılar Fenerliler Galatasaraylılar; ve popüler kültürle büyümüş 90’lılarla, ömrü politik kültürle tükenmiş 68’liler/78’liler… Bunları GEZİ’de bir araya getiren, seküler, yani dünyevî hayat atmosferi hususunda hassasiyettir.  Dinsel hayat inşası yolunda gemi azıya alan iktidara karşı böylesi bir araya gelmesi imkânsız görünen gruplar, “seküler nefes” ihtiyacında buluştular.

Yarın “sözüm ona Gezi davası”nda karar günü. Tek tutuklu “sanık” Osman Kavala, dört buçuk yıldır esaret altında… “Sanık” denilerek yıllardır hayatları tarumar edilmiş 17 mağdurdan biri olan sinemacı-yönetmen Mine Özerden cuma günü yaptığı savunmada, “Birinci sınıf hukuk öğrencisi bile şaşkınlıkla izliyordur yaşanan bu dram komediyi; bizim dava, mevcut haliyle dizi olsa üçüncü bölüm yayınlanmadan yayından kaldırılır” dedi.

Gündelik popüler dile herkesin anlayacağı şekilde bundan daha güzel ve çarpıcı aktarılabilir mi yaşanan ve insanlara yaşatılanlar, hayır… Ortada kanıtlara dayalı bir gerçek olmasını bırakın, “dava” diye öne sürülen kurgu-senaryo bile ilk satırları okuyan aklı başında hiçbir yönetmenin gerisine göz atmaya dahi katlanamayacağı kadar kötü-beceriksiz şekilde kaleme alınmış vaziyette.

Peki, tarihte bir “Gezi Davası” yer almayacak mı, tabii ki alacak. Hem de kurgusuyla değil kanıtlarıyla, tezviratıyla değil hakikatiyle…

Ve orada kim sanık kim yargıç, kim suçlu kim masum, kim fail kim mağdur ve kim kahraman kim utanç nişanesi; bunları da gelecek kuşaklar görecek, bilecek, öğrenecekler.

Bu doğrultuda biz de tarihe not düşme yolunda yarınki son duruşma öncesi biraz hafıza tazeleyelim. Elbette kurgusal değil belgesel mahiyette…

Dinbaz kapitalizme demokratik tepki

GEZİ, dinbaz şantiye kapitalizmine laik-demokratik bir toplum tepkisiydi. Daha özlü deyişle, bir “hayat isyanı” idi.

2013 Mayıs’ının son günlerinde çevreye duyarlı bir grup insan, bir “kentsel yeniden-düzenleme” projesine karşı Taksim-Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini önleme yolunda mütevazı ve içtenlikli bir eylem başlattı. Bu barışçı eyleme karşı saldırgan ve acımasız şekilde yükselen polis şiddeti de bir “kültürel” çatışma kıvılcımının çakılmasına yol açtı.

Toplumun seküler kesimlerinin, iktidarın giderek ağırlaşan şekilde dine referansla ve otoriteryan mahiyette siyaset yapması karşısında çığlık çığlığa bir patlamasıydı bu. Çünkü AKP’nin 2011’deki üçüncü genel seçim zaferini neredeyse oyların yarıya yakınını alarak kazanmasından sonra çok daha açık-seçik hale gelen bu kendince “toplumu dindarlaştırma” siyaseti, yaşam biçimlerinin tehdit altına girdiğini hisseden insanlar arasında çok ciddi kaygı yaratmaya başlamıştı.

İnşa süreci

Nisan 2013’te, yani Gezi Direnişi’nin başlamasından kısa bir süre önce, o dönem AKP İstanbul İl Başkanı olan Aziz Babuşçu’nun bir konuşmada sarf ettiği şu sözler, ülkenin GEZİ’de dışa vurulan tepkiselliğe nasıl gebe hale getirildiğini çok güzel örnekler:

“10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak”.

Bu sözlerle aynı paralelde okul eğitim müfredatında ya da kürtajdan alkol tüketimine, hatta “öpüşme-koklaşma”ları mesele edecek kadar derine inen özel hayata ilişkin pek çok konuda “yeni-düzenlemeler”, yanı sıra televizyon dizi içeriklerine dahi müdahale etme girişimleri hep bu “inşa” arzusuyla bağlantılıydı. Bunların seküler toplum kesimlerinde yarattığı rahatsızlık ve hoşnutsuzluklar dönemin başbakanı Erdoğan’ın bu konulara ilişkin kişisel görüşlerini son derece sert ve ağır ifadelerle kamuoyuna açıklamasıyla daha da arttı: “Dindar gençlik istiyoruz”; “Kafa kıyak gençlik istemiyoruz”; “İki ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da…”; “İçeceksen git evinde iç”; “Anneliği reddeden kadı yarımdır, eksiktir”; “Hiçbir anne baba kızının bir adamın kucağına oturmasını istemez” ve daha niceleri…

Gezi Parkı ile fitili ateşlenen büyük çaplı ve tüm ülkede ciddi sarsıntıya yol açan gösteriler ancak bu arka plân akılda tutularak değerlendirilebilir. Yoksa mütevazı bir çevreci protestodan bu kadar geniş çaplı bir toplumsal patlamanın nasıl çıktığını anlamak mümkün olmaz.

Olup bitenleri dış güçlerin (faiz lobisinin) kirli oyunları; muhalefet partilerinin provokasyonları; yasadışı aşırı-uç örgütlerin girişimleri; askeri vesayet rejimine dönmeyi arzulayan darbe-sevicilerin gayretleri olarak açıklamak da kurtarmaz.

Gezi Parkı merkezli toplumsal patlama, seküler yaşam biçimi sürdüren insanların, iktidarın İslami tonda gittikçe otoriterleşen yönetimi altında kendilerini çaresiz ve çıkışsız hissetmelerinin sonucudur.

“Yüzde 50”yi tutmak, tutamamak

Seküler kesimin “kültürel baskılanmışlık” kaygısı, başta Erdoğan olmak üzere hükümetin kendilerini toplumun onurlu, değerli ve saygın bir parçası saymadığı hissi ve algısıyla daha da güçlendi. Erdoğan, Gezi protestoları boyunca ülkenin dindar-muhafazakâr kesiminden söz ederken sık sık “yüzde 50” retoriğini kullandı ve hep “onları zor tuttuğu” vurgusunda bulundu.

Bu sözleri, eğer tutmayı bırakırsa o “yüzde 50”nin Gezi protestocularına karşı meydanlara dökülüp onlara dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceği şeklinde tercüme etmek mümkün ama Erdoğan’ın sözünü ettiği kesimin iplerini elinde tutmayı ne kadar başarabildiği de ayrı bir tartışma konusudur. Gencecik Ali İsmail Korkmaz’ı tekme, yumruk ve sopayla döve döve öldürmüş, ellerinde palalarla göstericilerin üzerine yürümüş kitlelere bakıldığında tablo ortadadır.

Sonuçta kesin olan, Erdoğan’ın “yüzde 50” retoriği eşliğinde artık açık şekilde tüm Türkiye’nin değil fakat sadece kendisini “inanç”la destekleyenlerin başbakanı olma noktasına (şimdi Cumhurbaşkanı olarak da olduğu gibi) çekildiğiydi. Tabii bu durum beraberinde dinsel anlamda inançsız oldukları imasında fütursuzca bulunulan (aslında sadece Erdoğan’a “inanmayan”) bir toplumsal kategoriyi de gündeme getirmekteydi. Bunlar, Türkiye’nin seküler kültürel yönelime sahip şehirli alt, orta, üst sosyo-ekonomik katmanlarından insanlar; Türk, Kürt ya da Arap kökenli Aleviler ve Kürt siyasal hareketinin temsilcisi BDP-HDP çizgisinde Kürt kökenli seküler eğilimli kesimlerdi.

Popüler kültür çocuklarının isyanı

Bununla birlikte GEZİ’de karşımıza çıkan göstericilerin ve özellikle de sosyal medyadaki katılımcıların en anlamlı ve etkileyici parçasını oluşturanlar 1990’larda doğmuş gençlerdi. Onlar kamuoyunda “Y-Kuşağı” olarak tanımlana geldiler ve GEZİ’de deyiş yerindeyse “popüler kültürün seküler isyanı”nın temsilcileri olarak yer aldılar.

Bu çerçevede denilebilir ki Türkiye’de Gezi direnişinin sürdüğü haftalar boyunca söz konusu olan, seküler yaşam anlayışı ve pratiğine sahip, bundan vazgeçmemekte de kararlı insanların, özellikle de “Y-kuşağı”nın günlük hayatta ve kamusal alanda dinselliği alabildiğine yoğunlaştırma derdine düşmüş resmi-siyasi eğilime karşı yükselen tepkisiydi. Ancak hemen vurgulamak gerekir ki bu, dine değil “siyaset”e karşı bir tepkidir. Din söz konusu olduğunda nasıl dikkatli, duyarlı ve saygılı olunması gerektiğini bilen, radikallikten uzak bir topluluk vardır çünkü ortada.

Hiçbir şey bunu Gezi protestolarının dindar katılımcıları olan “anti-kapitalist Müslümanlar”ın ibadet ihtiyaçlarını karşılamaları için gösterilen özen kadar güzel örnekleyemez. Protestolarda kendileriyle yan yana-omuz omuza olmuş dindar yol arkadaşları namaz kılarken gerçekleşebilecek bir polis saldırısına karşı insanlar, onların çevresinde adeta etten duvar örerek bir “güvenlik zonu” oluşturdular.

Dolayısıyla ne GEZİ’nin en göz alıcı kesimini oluşturan “Y-Kuşağı”, ne de genelde tüm katılımcılar, dini hiçe sayan değil, dine saygı duyan bir tutum içindeydiler.

Gezi, otoriteryanizme karşıydı

Protestolar sırasında yapılmış bazı araştırmalar, GEZİ’nin derdinin ne olduğunu en erken aşamalarda ortaya sermiştir. Doğrudur, protestocuların yalnızca yüzde 10’u ağaçlar için Gezi Parkı’nda olduğunu söylemiştir. Yani, evet, mesele ağaçlar değildir, ama mesele darbe arayışı ya da dış güçlerin tezgâhı da hiç değildir.

Protestocuların yüzde 90’ı, Başbakan Erdoğan’ın otoriter söylem ve tutumundan duyduğu mutsuzluk ve rahatsızlıkla sokaklarda olduğunu belirtmiştir. Yüzde 85’i, hükümetin insanların yaşamlarına giderek artan ölçüde müdahale arayışında olduğu noktasında hemfikirdir. Protestolara katılanlar, hoşnutsuzluklarını ifade ederken en çok özgürlük, demokrasi ve çoğulculuğa vurguda bulunmuşlardır; en az vurguda bulunulan noktalar ise ideoloji, siyasi parti ve gizli örgüt bağlantılarıdır (Esra E. Bilgiç ve Zehra Kafkaslı, “Direnişçilerin Portresi: Gencim, özgürlükçüyüm, Başbakan’a kızgınım”, Radikal, 5 Haziran 2013).  

Protestocuların kompozisyonuna bakıldığında da nasıl bir arada olduklarına akıl-sır erdirilmesi güç bileşenler vardır karşımızda: Türk ulusalcıları ile Kürt siyasi hareketine yönelimi olanlar; yoksul işçilerle zengin işverenler; İstanbul-Gazi Mahallesi ve Ankara-Tuzluçayır gibi zemini çok sert ve siyasal olan yoksul varoşlarla Kadıköy-Bağdat Caddesi ya da Ankara-Tunalı Caddesi gibi tuzu kuru mutena semtler; Aleviler, Sünniler, ateistler, trans yurttaşlar; Beşiktaşlılar Fenerliler Galatasaraylılar; ve popüler kültürle büyüyüp onu tüketen 90’lılarla, ömrü politik kültürle tükenmiş 68’liler/78’liler… 

Bunları bir araya getiren farklı, hatta aykırı sınıfsal, etnik, ideolojik, sportif, cinsel ve kuşaksal kimlikleri topluca sarıp sarmalayıp hepsine “nefes veren” ise seküler yani dünyevî hayat atmosferi hususundaki hassasiyettir.  Dinsel hayat inşası yolunda gemi azıya almış iktidara karşı böylesi bir araya gelmesi imkânsız gibi görünen gruplar “seküler nefes” ihtiyacında buluştular.

Gezi’nin manevi açılımı: “Yeryüzü Sofraları”

O günlerde “sosyoloji” dendiğinde küplere binen Erdoğan, birbirine politik-ideolojik bakımdan düşman hareketlerin Gezi Parkı’nda aynı karede belirmesini hiç mi hiç anlamadı ve bu durumu kendince teşhir ve mahkûm etmeye çalıştı.

Hâlbuki gayet basitti: Siyasi, ideolojik ya da sportif rakibinizle çatışabilmek için de anlaşabilmek için de “oksijen” gerekir ve o “oksijen”, seküler-laik yaşam ortamıdır. Dolayısıyla toplumsal iklimin bu “oksijen”ini yok etme girişimi yahut bu yönde duyulan kaygılar, birbiriyle en uzlaşmaz kesimleri bile birleştirebilmiştir. 

Bununla birlikte, yukarıda geçerken değindik ama açmazsak haksızlık olur, GEZİ’nin unutulmaması gereken bir başka önemli bileşeni de “anti-kapitalist Müslümanlar”dır.

AKP iktidarının dindar kisveli kapitalizm tutkusu, anti-kapitalist Müslümanları da GEZİ’de karşımıza çıkardı. Onlar protestolar boyunca etkin şekilde varlık gösterdiler ve İhsan Eliaçık’ın ifadesiyle, “GEZİ’nin manevi açılımı” denilebilecek Yeryüzü Sofraları’nı da Ramazan’da hayata geçirdiler.

Dine dayalı siyasetin harcını para ile karmaya çalışan dinbaz iktidarın samimiyet sorunu, bu “samimi Müslümanları” da seküler cephedeki insanların; solcuların, çevrecilerin, ateistlerin eşcinsellerin safında buluşturdu.

Dolayısıyla söz başında belirttik, yazı boyunca temellendirmeye çalıştık, söz sonunda da iktidar sarhoşluğuyla bulanmış dinbaz kafalara dank edebilmesi umuduyla tekrarlayarak noktalayalım:

GEZİ’de isyan eden, hayattı!..

(KAYNAK: Tayfun Atay, Parti Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri, Can Yayınları, 2017.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi