Aytuna Tosunoglu

Aytuna Tosunoglu

HAYVAN OLMA STATÜSÜ

İnsanın tarihi, kendini doğadan söküp atma ve dolayısıyla hayvanlardan koparma tarihidir. Biricikliğimizi ilan ettikten sonra hayvanlarla kurduğumuz iktidar ilişkisi bugün bizi hayvan hakları konusunda mücadeleye evirmiştir. Bazılarımız için bu geçerli olmasa da yol kat ettiğimizi söylemek lazım. Yine de hayvanı değersizleştiren toplumsal illüzyonlar -adı üstünde- illüzyon olmaya devam ediyor.
Hayvanın “aşağı” konumu ekonomik ve kültüreldir. Ekonomi ve kültür insanın oyun malzemeleridir, aslına bakarsanız. Sanayileşme ve kapitalist düzen içinden insanın kendisini nasıl tanımladığı, hayvanın bu tanımla bağlantısı çıkmıştır. Hemen hatırlanan bir kültürel deyim size, “Hayvanlık yapma! İnsan ol!”
Doğayı, içinde insanın olmadığı, başka varlıkların olduğu bir kültür alanına indirgemesinin ucu Antik Yunan medeniyetine dayanır, skolastik düşüncede taraf arayışına girer, aydınlanma sürecinde hayvandan “farkımız” ortaya çıkmıştır bile… Sanayi devrimi doğa-hayvan ile insan arasındaki mesafenin hızla açılmasına neden oldu. Üstüne yaşadığımız dijital teknoloji devrimiyle doğa-hayvan bütünü bizden o kadar uzaktadır ki, baktığımız yerden küçük önemsiz bir nokta kadar görünür. Olmasa da olur gibi. Çünkü ehlîleştirilmiş, ıslah edilmiş, üzerine üstlük eğlenceli hale getirilmiş göstergeler dünyası bize yetiyor.
Doğaya muhtaç kalmama durumu, küresel ekonomik düzenin desteklediği bir şey. Bir zamanlar ait olduğumuz doğanın bir parçası değiliz, ne yazık ki. Parçası olmadığımız şeyi bir oyun alanına döndürdük. Hayvanı değersizleştiren bakış açısı da bir gerçeği değil tarihin bir ürününü yani üretilmiş olanı savunuyor. Oysa hayvanın statüsü, insanın kurduğu düzen içinde bir dönüşümden geçmiş. Bugün Hindistan’da, özellikle bazı bölgelerindeki cadde ve sokaklarda ineklerin, fillerin, maymunların, kaplanların ve sıçanların serbestçe dolaşmasına şaşırma ve iğrenme doğrultusunda bakmamız dönüşümü tamamladığımız içindir. Evinde köpekle yaşayanlarımıza bile din merkezli eleştirel bakıyoruz.
Avcı-toplayıcı olduğumuz dönemlerde aynı hayvanlardaki gibi doğal kaynaklardan ihtiyaç duyduğumuz kadarını alıyorduk. Üstelik çevreyle ve hayvanlarla kurduğumuz ilişkilerde kendi aramızda uyguladığımız eşitlikçi, paylaşımcı yapının yansıması vardı. Bird-David’in doksanların başındaki bir çalışmasına göre, bugün “ilkel” sınıflamasına soktuğumuz Nayaka’lar, İnuitler, Sanlar, Pigmeler, Avustralya aborjinleri ve Kuzey Amerika’da yaşayan Amerikan yerlileri gibi gruplarda doğayla (içindeki tüm canlı ve cansızlarla) bu eşitlikçi ve paylaşımcı bakış açısını görebiliyoruz. Bir ucu animizme varsa bile, doğrudan doğayla temas halinde olmak, hayatta kalmanın doğa ve hayvanlarla kurulan ilişkilere bağlı kılmak son kırk yıl içinde yaşadığımız insan kaynaklı çevre felaketleri göz önüne alındığında daha da önem kazanıyor.
Bu büyük kozmoloji içinde hayvanların düşünebildiklerini, hissedebildiklerini, kendilerine göre toplumsal sistemler kurabildiklerini biliyoruz. Bilmeyenlerimiz varsa lütfen okuyalım. Çok sayıda, üstelik dilimize çevrilmiş kitaplar, araştırmalar mevcut. Hayvanların yetileri, ustalıkları, güçleri ve cesaretleri karşısında yeniden hayranlık duyma zamanı gelmiştir. Doğadan ve hayvanlardan ayrı ve üstün olmadık hiç. Doğal su yollarının yataklarını değiştirince, deniz kıyısını toprakla doldurunca, dere yatağına evler inşa edince doğa geri aldı. Cami, kilise, sinagog, tapınak da koysak geri aldı. Yaklaşmakta olan bir “kötülüğü” görmek için dijital kameralarımız olsa da köpekler kadar hassas kulaklara, buruna sahip olmadık. Üstelik bir köpeğin uyarı gücü ile kamera sisteminin priz ve fiş bağlamı mukayese bile edilemez.
Kendi eksikliklerimizi hayvanları aşağı görmekle kapatmaya çalışmayalım, derim. Biz hiç doğadan, hayvanlardan ayrı ve üstün olmadık. Üstünmüşüz oyununu da sisteme teslim olduğumuz için oynadık. Oyalanma ve eğlenme amaçlı.
Uzun yazardım ama yerim dar.
İyi pazarlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytuna Tosunoglu Arşivi