Kaybolmuş çocukluğun evrak-ı metrukesi

Her metin, sözlü, yazılı ya da görüntülü olsun, sonuçta kamusal ilgiye sunulduğunda artık onu okuyan-dinleyen-izleyen tarafından “işlenir” hale gelir. Bu doğrultuda diyorum ki FOX’ta yeni başlayan Çocukluk, bugünün rekabetçi, yarışmacı, tüketi(m)ci dünyasında ailenin nasıl can çekiştiğini ve çocukluğun nasıl tüketildiğini/tükendiğini fark ettirip duyumsatan, artık çoktan kayıplara karışmış çocukluğun “evrak-ı metruke”sini gözler önüne seren bir dizi…

Erdal Beşikçioğlu’nun kale gibi bir performansla orkestra şefliğinde olduğu Çocukluk dizisi (FOX TV) çağımızda çocukluğun bittiği tartışmalarını tekraren öne çıkarmaya kışkırtan bir içerikle seyrimize düştü.

Karşımızda arıza mı arıza ama kalbi, elbette acılara tutunmuş olsa da tertemiz bir eski polis komiseri Mahir Boztepe’nin (Beşikçioğlu) sahibi olduğu çocuk bakım evinde kimsesiz ya da terk edilmiş 3 ile 10 yaş arası çocuklar var. Dizinin adı bu yüzden Çocukluk. Ama dizide “Çocukluk” yok!..

Art arda seyrimize düşen sekanslar bize hayatının hemen başında çocukluluğunu çoktan kaybetmiş, hatta ergenlikten de uzaklaşmış, çarçabuk büyümüş “çocuk-yetişkin” temsiller sunuyor. Bu, özellikle Beşikçioğlu ile başrolü paylaşan Beren Gökyıldız’ın canlandırdığı 10 yaşındaki Mavi karakterinde apaçık belirginlik kazanmakta. Ama diğer “çocuk” temsilleri de farklı derecelerde aynı minval üzere ona eşlik ediyor.

Özcesi, adı “Çocukluk” olan bir dizi izliyoruz ama aslında kaybolmuş çocukluğu izliyoruz. Hatta ben ilk bölümü izlerken, kurgulanan karakterler arasında kim olgun ve yetişkin, kim “ergen” ve “çocuk”, yer yer ayırt etmekte zorlandım! Söz gelimi Beren ve onunla birlikte öne çıkan çocuk oyuncu Kübra Süzgün’ün canlandırdıkları Mavi ve Mozi karakterlerinde, “Ali Kaan Umut Evi” sahibi komiser-emeklisi Mahir’in “erkek-ergen” yetişkinliğine nazaran olgun ve ergin bir yetişkinlikle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.

“Ergen” Resmiyet

“Ergenlik” dedik madem, şu parantezi açmadan da devam etmemeli: Bilenler biliyor, bu dizi aslında seyrimize Kimsesizler adı altında gelecekti, ama bizim “ergen mi ergen” devlet büyüklerimiz, daha tanıtım klipleri dönerken bu isimden rahatsızlıkla “Olmaz öyle şey, bu memlekette kimse kimsesiz değil, ‘kimsesizlerin kimsesi’ devlet var” demeye getiren bir takdir, pardon “tekdir” (azarlama) sergilediler!..

İnanan oldu mu bilinmez, ama elbette “mesaj” alındı ve dizinin ismi acilen Çocukluk olarak değiştirildi.

Ne diyelim, her şerde hayır olduğu gibi, bu “ergen resmiyet”ten de bir nimet çıktı ve Çocukluk adı, seyrimize sunulan içeriğe daha çok yakıştı, hatta yerinde bir “ters-vuruş” olarak diziye ilginç bir ironi kattı. Bu “acı-ironi”yi, çocukluğun yetişkin olduktan sonra da insan yaşamının akışını belirlediğini düşündürür mahiyette ve büyük İngiliz şairi William Wordsworth’ün (19. yüzyıl) “Çocuk, insanın babasıdır” dizesini hatırlatırcasına, Mahir’i izlerken duyumsuyoruz mesela. Aynı şekilde, kıymetli öğretmen-yazar Cemil Sönmez’in “İnsanın anavatanı çocukluğudur” sözünü çağrıştırırcasına (Burcu Özberk’in pırıl pırıl performansıyla) bir iyicil, iyimser ve naif “Pollyanna” olarak karşımızdaki sosyal hizmet uzmanı Ayşegül’ün hayatına dair ipuçlarından da çıkarıyoruz.

Ama elbette başta da vurguladığımız üzere en çok, bir vicdansız düzen içinde çocuklukları öğütülmüş, böylece “yetişkinleştirilmiş” çocuk karakterleri izlerken anlıyoruz.

Çocukluğun tarihi

Çocukluk eskiden de yoktu.

“Eski”den kastımız, modern çağ öncesi avcı-toplayıcı veya kırsal-tarımsal yaşam biçimlerinin geçer akçe olduğu zamanlar.

O yaşam biçimlerinde insan yavrusu, bebeklikten, öyle kayda değer bir çocukluk yaşamaksızın yetişkinliğe geçmekteydi. Çünkü ekmeğin aslanın ağzında olduğu bu yaşam biçimlerinde ne çocuğun ne onun ana-babasının ne de onları çevreleyen toplumun çocukluğa ayıracak, çocuklukla oyalanacak vakti vardı. Çocuk, iki ayağı üzerinde durabilir ve kendi temel ihtiyaçlarını kendisi karşılayabilir hale gelir gelmez bir “ekonomik iş gücü” olarak yetişkin yaşamına entegre olurdu.

Böyle bir yaşam ortamında çocuk için oyun, oyuncak ya da “eğitim”den söz edilmek istenirse eğer, bunlar, geçime katkıda bulunmaya yönelik yetişkin pratiklerin bir an önce edinim ve kazanımını sağlamaktan ibaretti; ok atmayı, hayvan gütmeyi, süt sağmayı, bebek bakmayı öğrenmek gibi…

Bu eski zamanlarda çocuk, bir yetişkin minyatürü, çocukluk da varla yok arası bir evre idi. Başı sonu belli, uzun mu uzun bir yaşam dönemi olarak çocukluk, “modern” bir keşiftir ve Rönesans’la belirir; endüstrileşmeyle, şehirlerin insan yaşamının nabzının attığı yerler olmasıyla, eğitimin kurumsallaşmasıyla, “okul”un kitleselleşmesiyle kristalleşir. Bu en çok, modern ulus-devletin ihtiyaç duyduğu birey-yurttaşı var etme yolunda ihtiyacın sonucudur.

Çocukluğun kırsal-pastoral yaşamdan şehirli-endüstriyel modern yaşam biçimine geçişle bağlantılı bir sonuç olduğu tespitini hiçbir şey, Yaşar Kemal’in şu sözlerinden daha çarpıcı doğrulamaz:

“Bana hiçbir zaman çocukmuşum gibi köyde kimse davranmadı, Başka çocuklara da. Ben köyden ayrılıp şehre düşünce çocukların çocuk olduğunu anladım.”

Tüketici çocuklar / “tüketilmiş” çocuklar

Modern zamanlarda yukarıda belirtilen hal ve şartlar içinde “keşfedilmiş” çocukluk, aynı modern zamanlarda giderek ticari-endüstriyel akışın bir parçası haline de geldi ama… Bu durum kimi uzmanlarca “çocukluğun yok oluşu”, “çocukluktan kaçış”, “çalınmış çocukluk” ve benzeri deyişler eşliğinde çocuk yaşamının yeniden yetişkin yaşamı ile birleşmekte olduğu değerlendirmesini beraberinde getirmiştir.

Yine de buna çocukluk yeniden yok oldu demek yerine, çocukluk “yepyeni bir sermaye” oldu demek daha doğru kanısındayım. Bir başka deyişle çocukluk, eğitsel değil “endüstriyel” arzular güdümünde işlerlikte ve yetişkinler kadar çocukları da pasif birer tüketici kılmış bir sistemin emrinde. Bu doğrultuda denilebilir ki eskiden avcı-toplayıcının, çiftçi-hayvancının geçimine destek için lâhzada üretici kılınarak çocukluklarından olan çocuklar, şimdi de postmodern tüketim kapitalizminin isterleri doğrultusunda lâhzada tüketici kılınarak çocukluklarından olmaktalar.

Elbette bu, hali vakti yerinde olanlar için söz konusu edilebilecek bir durum ve “yoksulluğun kör memelerinde emzirilmiş” olanların “tüketici” olmak bir yana lâhzada “tüketilmiş” çocuklar olarak; gerçekten, somut anlamda çocukluğu olmayan çocuklar olarak aramızda bulunduklarını unutmamak ve kaydetmek gerekir.

İşte seyrimize sunulan Çocukluk dizisi de tam böylesi bir acı hatırlatmada bulunuyor bize.

Mesela, annesiyle annesinin sevgilisi arasındaki dehşetli kavgaya tanık olup sonrasında yetimhaneye düşen 7 yaşındaki Zeynep, nam-ı diğer “Serçe”nin (Derin Su Akkaş) durumuna bakalım: Sevgilisinin kafasını yarıp hastanelik eden annesi Lale (Nihan Aypolat), hapisten çıkıp tekrar “dostu” olan adamla yaşamaya başlar ve bir gün Mahir’in “Umut Evi”ndeki kızını ziyarete gelir. Zeynep, annesinin kendisini alacağı zannıyla sevinçten deliye dönmüşken annesi “âşığı” ile evleneceğini söyleyerek ondan artık hep yetimhanede kalmasını ister. Sonrasında kendisine yalvar yakar olup onunla kalmak istediğini, çok uslu olacağını, hiç yaramazlık yapmayacağını, annesinin “dostu” olan Hakan Abi’sini de (Ali Emrah Sürtal) çok seveceğini söyleyen kızına anne şu karşılığı verir:

“Zeyno Kız, çocuk olma, artık büyüdün sen!..”

Burada “Zeyno”, evet, artık “yetişkin” bir çocuktur. Ama dizi bize sonraki bölümlerde onun annesinin de aslında nasıl yaşanmamış bir çocukluğun ıstırabı içinde böylesine acımasız bir tavır sergilediğinin ipuçlarını verecektir.

Diziyi nasıl “okumalı”?

Bir uyarlama, ama gayet başarılı şekilde “yerlileştirilmiş” bir uyarlama olarak Çocukluk, yer yer Yeşilçam melodramlarımızdaki “Ayşecik-Yumurcak-Ömercik”leri, yer yer Kemalettin Tuğcu romanlarını ve yer yer de o popüler “Ağlayan Çocuk” tasvirini çağrıştırır bir fonlama ve tonlamada mı, evet. Onun pratisyenleri, gerek kurgunun içinde, gerekse dizinin öne çıkan iki çocuk oyuncusu Beren Gökyıldız ve Kübra Süzgün’ün kendileri ile yapılan aktüel bir söyleşide dillendirdikleri üzere, “Bize ailenin önemini hatırlatacak, aile her şeydir dedirtecek” muhafazakâr bir izlekte mi yol tutmaktalar, kim bilir?.. Bu yönde düşünmeyi teşvik edecek kesitler-diyaloglar var tabii ki.

Ama her metin ister yazılı ister sesli-görüntülü olsun, sonuçta kamusal ilgiye sunulduğunda artık onu okuyan-izleyen tarafından “işlenir” hale gelir. Bu doğrultuda ben dizinin içten içe, alttan alta, derinden derine, hepimize bugünün rekabetçi, yarışmacı, tüketi(m)ci dünyasında ailenin de nasıl can çekiştiğini, çocukluğun da nasıl tüketildiğini/tükendiğini fark ettirip duyumsattığını düşünüyorum.

O yüzden diyorum ki Çocukluk, çoktan kayıplara karışmış çocukluğun “evrak-ı metruke”sini (unutulmuş, terk edilmiş belgesini, bilgisini, bildirimini) elbette “fincancı katırları”nı ürkütmeme derdiyle koşullu ve sınırlı çerçevede gözler önüne sermektedir.

Dizinin söyledikleri, söyleyemedikleri…

“Resmiyet’in ergenliği”nin ta en baştan diziyi nasıl baskıladığından yazı girişinde bahsettim. Belki bununla bağlantılı bir önlem de şu şekilde jeneriğe işlenmiş:

“Ülkemizde geçici ya da sürekli olarak aile ortamından mahrum kalan veya yüksek yararı ailesinin yanında bulunmamayı gerektiren çocuklara, özel bakım ve koruma hizmeti devletin yetkili kurumları tarafından verilmektedir.”

İhtimal dizimiz daha doğum sancıları içindeyken “Resmiyet”in çatılan kaşları karşısında kendisini bir şekilde sigortalama yoluna gitmiş olsa ve bunu anlayışla karşılamak gerekse de ben, “acı patlıcanı kırağı çalmaz” diyerek, ilk bölümü izlerken derhal hatırladığım bir araştırma raporundaki şu bilgiyi paylaşayım:

“Devlet, çocukların yaşam haklarının ihlal edilmemesi için tedbir alma yükümlülüğünü yerine getirmediğinden yaygınlaşan şiddet kültürü (aile içi şiddet, namus ve çocuk cinayetleri, akran şiddeti, bireysel silahlanma şeklinde) çocukların ölümüne neden oluyor. Çocuklar intihar ediyor, ihmal nedeniyle de pek çok ölüm vakası var. (…) En kötüsü, pek çok çocuk yaşam hakkı ihlalinde etkin, kapsamlı ve caydırıcı soruşturma yürütülmüyor, sorumlular ortaya çıkarılmıyor ve yargılanmıyor. Yani çocuk ölümleri cezasız kalıyor.”

Gündem: Çocuk!

Yukarıdaki bilgiler, bir sivil toplum örgütü olarak çalışan çocuk hakları derneği “Gündem: Çocuk!” tarafından hazırlanmış olan, 2011 yılı içinde Türkiye’de çocukların maruz kaldığı yaşam hakkı ihlallerinin derlendiği rapordan…

Peki bugün “Gündem: Çocuk!” var mı, yok.

Ne oldu, başına ne geldi onun?..

15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL sürecinde, o meşum girişimi “Allah’ın lütfu” sayıp her türden demokratik oluşum ve inisiyatifin çanına ot tıkamayı fırsat bilen iktidar iradesinin gadrine uğratıldı ve kapısına mühürlü kilit vuruldu.

Çünkü, yukarıdaki raporda olduğu gibi, çocuk hak ihlallerinin önlenmesi, çocuklara yönelik ticari-cinsel sömürü ile mücadele, cezaevlerindeki çocukların istismara uğramasının önüne geçmek gibi amaçlara-dertlere sahipti “Gündem: Çocuk!”.

Kapısına kilit vuruldu ve bu coğrafyanın tarihine anaların ak sütü gibi bir not olarak düşüldü o…

Hâsılı kelâm, biz Çocukluk dizisini yukarıda aktardıklarımız doğrultusunda bir düşünsel ve ruhsal motivasyonla izlemeye devam edeceğiz.

Çünkü Efendiler, isteseniz de istemeseniz de evet, hâlâ…

Gündem, Çocuk!..

(Mesude Atay’a, sevgiyle...)

(KAYNAKLAR: Bekir Onur, Türkiye’de Çocukluğun Tarihi, İmge, 2005; Tayfun Atay, “Çocukluk Bitti Çocuğum!”, Görünüyorum O Halde Varım: ‘Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan içinde, Can, 2017).

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi