Kenti Kim Yapar? -I

Kenti Kim Yapar? -I
Ortak idealler için bir araya geldiğimiz yer: Kent. Hepimizin amacı, insanca bir yaşam hayalini gerçekleştirmek; düşünerek, üreterek, paylaşarak var olabilmek. Bir süredir bu hayalden epey uzağız. Kentler yıkılıyor; sadece savaşlarla...

Ortak idealler için bir araya geldiğimiz yer: Kent. Hepimizin amacı, insanca bir yaşam hayalini gerçekleştirmek; düşünerek, üreterek, paylaşarak var olabilmek. Bir süredir bu hayalden epey uzağız. Kentler yıkılıyor; sadece savaşlarla ve doğal felaketlerle değil; kavramsal olarak da yıkılıyor ve hepimiz enkaz altındayız.

İster Asya’dan Güney Amerika kıtalarına kadar uzanan sarp kayalıkların tepelerinde olsun, isterse Mezopotamya’nın verimli topraklarında, veya Nil Nehri’nin kıyılarında, insanları bir araya getirerek yaşamaya yönelten şeyin başında birlikte olmanın getirdiği güven ve huzur vardı. Kent ortak idealler için birleştiğimiz bir yerdi. Hepimizin amacı insanca yaşamak, kendini var eden hayalleri gerçekleştirmek; düşünerek, üreterek içinde geçirdiğimiz zamanı değerli kılmak, paylaşarak çoğalmak. Kent bunun yeri oldu mu? Bana kalırsa olmadı, olamadı.

Antik Roma’nın yarattığı en önemli değerlerden biri kenttir. Dev sütunlu tapınaklarına bağlanan ana yolları, tiyatro, spor ve kutlamalar için kamusal alanları, kütüphaneleri, sempozyumları, kast sistemine göre kurgulanan yaşam mahalleleri, hamamları, forum ismini taşıyan buluşma ve pazaryerleri ile yüz yıllar içerisinde oluşan bir Roma kent üretim sisteminden söz etmek mümkündür. Bir askeri kamp/yerleşke mantığında kare grid üzerinde tasarlanan antik Roma kentlerini kuşkusuz farklı coğrafyalarda tıpatıp bu grid üzerinde inşa etmek mümkün olmamıştır ama yine de  genel olarak bu tasarıma bağlı kalınmaya çalışılmış. Bugün Avrupa’daki pek çok kent bu taslağın izlerini taşır. Roma sisteminde, kentin genellikle iki tane olan ve mutlaka kutsal yapıya çıkan yolları, kentin sınırlarını belirleyen duvarlarına kadar uzanır. Duvar önemli bir kavramdır, zira Roma’nın kent sisteminde kentli olmaya layık görülmeyen halk, bu duvarların dışında yaşamak durumundadır. Bu halka, eğer bir varlıklı ailenin kölesi/ hizmetçisi değil ise, boşanmış kadınlar, varsa çocukları ile birlikte dahildir! Roma İmparatorluğu, kentleri için ilhamını, sanatından ve felsefesinden de ilham aldığı Antik Yunan yerleşkelerinden almıştır. M.Ö. 9. yüzyıldan itibaren iyice belirgin olan Antik Yunan, Akdeniz kıyılarına yayılmış olan “kent-ülke”erden oluşmaktaydı. Bu tekil ve özerk yapısı Romalıların 2. Yüzyılda Antik Yunanı ele geçirmesine kolaylık sağlamış olmalı. Kendinden önceki kültürleri iyi işleyen ve geliştirerek yaşatan Romalıların gücünü sağlayan önemli bir faktördü kentleri ve kent yaşamı. Tabii bu işin batı tarafı. Medeniyetler hemen hemen her yerde, kutsadıkları dinleri, yöneticileri ve geçimini sağladıkları değerler etrafında kentlerini şekillendirdiler. Tüm bu olup bitenin tam üstünde, yamacında, orta yerinde olduğumuzu artık hemen hemen hiç hatırlamıyor, bunu bir biçimde nedense önemsemiyoruz.

DİSTOPYA VE KENTLEŞEN BİNALAR

Postmodern düşünce kent kavramını distopya ile birlikte anar. Kentleşmenin sonu yıkım ve karanlıktır. Distopik düşünce bildiğimiz anlamdaki modern kenti yaratan makinelerin ritminden, fabrikaların dumanından, işçi sınıfının çaresizliğinden beslenerek bugünlere geldi. Artan siyasi güç, aşırı uçlara kaçan ekonomik sınıflar ve kitlesel fakirleşme, yerleşiklerin yaşam güçlükleri, azımsanmayacak kadar büyük miktardaki insan topluluğunun şu ya da bu şekilde göçmen statüsüne geçmesi, ve son olarak teknoloji her boyutu ile distopyayı hala canlı kılıyor.

Kent gittikçe Batman’in Gotham’ına daha da benzeyen bir yer haline geliyor. Üstelik bu benzeşme, kültürel fark gözetmeksizin, tek tipleşmiş bir kent görüntüsü sunuyor bize, İster Delhi’de İster NewYork’ta, İster Dubai’de, Mumbai’de veya İstanbul’da. Ekonomisi veya formu değişse de, insanlığın yarattığı kent kavramı, dünyanın hemen her köşesinde aynı. Distopyanın retoriği öyle çok yoğunluk kazandı ki, yeni tasarım ve mimari anlayış, eski kentleri olduğu yerlerde bırakıp yepyeni kent idealleri peşinde koşmak biçiminde görülür oldu. Tasarlanan kent sistemlerinde, ekolojik yaklaşımlar, döngüsel ekonomi, kolektif toplum ütopyaları bir bir ortaya çıkıyor. Sadece kentsel tasarıların değil; dikeyde yükselen her bir mimari yapının da fonksiyonlarının geçmişe oranla daha da çeşitlendiğini görebiliyoruz. Bir bakıma, yapıların kendisi kentleşiyor belki de.

10 milyon ve üzerinde sakini olan kentlere megakent deniyor. Dünyadaki çeşitli kaynaklar 2023 yılında, sayıları 40 ile 45 arası değişen megakent olduğunu listeliyor; bunların yarısı Hindistan ve Çin’de yer alıyor.

Institute for Economic and Peace kuruluşunun yayınladığı rapora göre, 2020 yılında insanların %54’nün kentlerde yaşıyor olmasından hareketle, 2050 için bir projeksiyon yapılmış. Bundan 26 yıl sonra dünya nüfusunun %70’inin kentlerde yaşayacağı öngörülüyor. Tüm distopyasına rağmen, insanların yaşama umudu galiba hala mıknatıs gibi kentlere çekiliyor. Bu benim için de geçerli. Resmi rakamların ısrarla son on yıldır nedense 16 milyondan bir türlü artmadığı (!) İstanbul’da kanımca her gün en az 20-22 milyon insanla birlikte yaşamak, tüm getirdiği sorunlara ve yorgunluğa rağmen, beni canlı tutan şey. İnsanın bir yanı galiba hep acı seviyor.

KENT Mİ ŞEHİR Mİ?

Pek çok uzman kent ile şehir kavramını birbirinden ayrı tutar. İçinde bulunduğumuz zamanda bu ayrım üzerinde daha da netleşebiliyorum. Tarihin ilk sayfalarında kendiliğinden kurulan bu kentler, hem ölçekleri hem de yaşam standartları ile muhtemelen şehir diyebileceğimiz yerlerdi. Kent ve şehir kavramı arasında ölçek belirleyici bir faktör, ama ondan daha önemlisi içindeki insanlar ve birlikte yaşama koşulları. Medeniyetini, bir bakıma bekaretini kaybetmemiş, özgünlüğünü koruyan, kalabalıklaşmadığı için insanca yaşam koşulları sunabilen bir yer ne kadar şehir ise, genişlemekte sınır tanımayan, dolayısı ile sürekli olarak kalabalıklaşan, büyüdükçe her yanı otoban, demir raylar ve kablo ağları ile sarmalanarak karmaşıklaşan yerler ise kent gibi sanki. Kentler, insanların oluşturduğu değil, birilerinin tasarlayarak inşa ettiği yerler bana göre. Bu birileri kim derseniz, gücünü göstermek isteyen bir diktatör, o diktatörün kurmayı olan müteahhitler ve çeşitli değerlere sahip mimarlar olabilir. Bir saadet çarkı olarak, kentin inşasında herkes karnını doyurmak, kimileri de bundan daha fazlası ile ceplerini de doldurmak istiyor. Ortaya çıkan manzara için bugün Ankara’ya, İzmir’e, İstanbul’a bakabiliriz. Tasarım böyle bir çarkta etkisiz kılınmıştır. Form olarak tasarım değil sözünü ettiğim, akıl, vicdan ve değer olarak tasarımdan dem vuruyorum. Tasarım eğer gerçekte sözünü etmekten bıkmadığım gibi bir düşünme sistemi olsaydı, bugün içinde yaşadığımız ortam bu olmazdı.

Kendi ülkemizin dışındaki coğrafyalarda beğendiğimiz kentler de benzer bir çark ile ortaya çıksalar da oradaki temel fark, çarkı döndüren sermayenin daha çok olması ve düşünceye sağlanan ödeneğin de, zamanın da buna paralel olarak yeterli olması. Kuralların tasarımcının hayallerini gerçekleştirmesine imkan veren biçimde ortaya konulmuş olması, yönetimin, denetimin gerçek anlamda varlığı belki de kimi yerlerde olumlu karşılanabilecek kentleşme örnekleri ortaya koyabiliyor. Yine de dünyanın bütünü sanki dev bir mimari çöplük olmaktan öteye gidemiyor.

YIKIM YAPIM DÖNGÜSÜ

Tarihten bu yana güç ve para kentleri hem yapmış hem de yıkmış.  Kentlerin varlıklarının ve yok olmalarının temelinde, hala temel ihtiyaçlar var: tarım için verimli topraklar, su, doğal gaz, petrol ve değerli maden rezervleri ile bunların birbirleri arasındaki ticaret yolları halen kentleri var veya yok ediyor. Bu günlerde bu yok oluşun tam orta yerinde yaşıyoruz. Ukrayna’dan Orta Doğu’ya savaşların öncelikli sebebi, ülkelerin kutuplaşmasının ve birbirlerine olan kindarlıklarının özü hep aynı kapıya çıkıyor.

Güç önce kentleri savaşla yıkıyor, sonra oraya kendi inşaat firmalarını gönderip onları yeniden yapmak üzere kolları sıvıyor. Döngü tekrarlandıkça, güçlü olan daha güçlü, yıkılan ise daha yıkılmış hale geliyor. İnsanlık ise, yıkıntıların arasından yeniden yeniden doğmanın yollarını arıyor. Kimi yemek pişirerek, kimi protesto ederek, kimi sanat ile, kimi mesleki becerileri ile.. Yıkım olan her yerde bireysel var olma çabası filizleniyor, yeşeriyor. Kentler yıkılsa da insanlık yıkılmıyor aslında, yıpranıyor ve yoruluyor ama devam ediyor kendini yaşatmaya ve var etmeye. Savaşlarla insanları yok edebileceğine inanmak nasıl büyük bir ahmaklık. Bir toplumun başına yaşadığı kenti toz ve duman olarak geçirseniz de, aslında öldürmeyen güçlendiriyor. Yaşadığı yerin yıkımını gözleyen, oradan kurtulabilen insanların hüznü ve öfkesi, tarihte yeni yıkımların ilk kıvılcımı olarak saklanıp duruyor. Yer, bu döngüde daha özel ve ikonalaşmış bir anlama bürünüyor gittikçe. Yerleşik hayata geçerek evrimleşmiş insanın yer ile bağı kaçınılmaz. Yerinden yurdundan koparılan insanın, yeri yurdu yerle bir edilmiş insanın içindeki hiddet, korkarım hikayeyi dünya var oldukça sonsuz kılıyor. İçinde bulunduğumuz yıllar, ister beyin göçü ile, ister savaş göçü ile olsun veya doğal afetler ile dünya üzerinde yaklaşık 185 milyon insanı, toplam nüfusun %2.3’ünü göçmen statüsüne yerleştirdi. (Dünya Bankası, 2023 Dünya Gelişim Raporu). Bu insanların aileleri ve etki çevreleri ile birlikte tablo daha da büyük. İnsanlığın yaşam koşullarını, yaşam yerleri ile olan ilişkilerini yeniden ele almak gerekli. Kent sadece fiziki olarak yıkılan bir yer değil, sosyolojik ve psikolojik olarak da yıkılan bir kavram artık.

Türkiye’de yüzyılın felaketi olarak kayıtlara geçen bir deprem yaşandı. Resmi rakamların açıkladığı ile yerel kayıtların arasında, her istatistiki bilgi bakımından uçurum olan, ve açıkçası hiçbir yerden de doğru dürüst bilgi alınamayan bir ortamda olduğumuzu bu felaket ile bir kez daha görmemiz gerekti. Gerçekte kaç bina yıkıldı, kaç can kayboldu, ben bu bilgiye halen beni ikna edecek biçimde sahip değilim, sahip olan var ise lütfen kaynakları ile bildirsin ve beni ikna etsin.

Kentler bir anda yok oldu. Peki kenti yıkan sadece felaketin boyutu muydu? Felaketten sonra geçen on ay içerisinde görülenler, duyulanlar ve yaşananlarla birlikte sadece binalar mı yıkıldı, yoksa insanlık da mı yıkıma uğradı? Devlet ne kadar yıkıldı? Değerler ne kadar yıkıldı?

Henüz verileri bile masaya topluca koyamadığımızı görmek zor değil. Veri yok ise problemin net tanımları da yok demektir. Problemi tam olarak tanımlayamadığımız yerde kör uçuşundayız. Bunca kapsamlı bir yıkımın üzerine, kaç bilinmezli denklem ile yeni bir formül inşa ediliyor? Bunca belirsizliğin olduğu bir ortamda kim neyin hayalini kurabiliyor?

Yıkılan kentleri kim yapacak? Nasıl yapacak? Daha önemlisi kent mi inşa edeceğiz, şehir mi yapacağız yitip gidenin yerine?

Gelecek hafta burada size deprem bölgesindeki yeniden yapım sürecine ilişkin son gelişmeleri yazacağım.