OTELDE KALAN SANAT-3

OTELDE KALAN SANAT-3
“Donunun sol paçasından fildişi bir sıvı aktı uzaya uzaya, dizine yakın kıllara bulaşarak, art arda yatağın üzerine düştü, yayıldı. Yukarıdan, sallanırken tahtaya sürtündüğü yerden ip çıtırdadı...”“Bir oteli...

“Donunun sol paçasından fildişi bir sıvı aktı uzaya uzaya, dizine yakın kıllara bulaşarak, art arda yatağın üzerine düştü, yayıldı. Yukarıdan, sallanırken tahtaya sürtündüğü yerden ip çıtırdadı...”

“Bir oteli yönetmekle, bir kurumu, geniş bir işletmeyi,

bir ülkeyi yönetmek aynı şeydi aslında...”

“Gecikmeli Ankara Treniyle Gelen Kadın” Anayurt Oteli’nin kapısından içeri girdikten sonra Zebercet’in hayatı asla eskisi gibi olmayacak!

O, bugüne kadar bastırdıklarının uyanışı, iğdiş edildiği her anın sağaltıcısı. Ondan ya da bir başka kadından ne bekliyor? Hiçbir şey. Sadece bekliyor. Kadın o akşam kapıdan içeri giriyor, Zebercet’ten çay istiyor, bir de sabah kendisini uyandırmasını. Zebercet görevini yapması gereken saatte uyanamayacağı kaygısıyla huzursuz uyuyor, sabah tam kendisinden istenen saatte kadının kapısının  (1 numaralı odanın) önünde.. Biraz bekliyor, - kısacık bir süre daha uyutuyor kadını- sonra kapıyı çalıyor.

Kadın birazdan hesabı ödeyecek, -verdiği para hesaptan fazla- “Üstü kalsın” diyecek. Kapıdan çıkıp gidecek. Nereye? O köye.. (Bunu sonra öğreneceğiz gerçi, ama unutmamamız gereken bir şey var. O da Yusuf Atılgan’ın okurunu edilgen bir gözlemcinin ötesinde konumlandırması, ama bu konumu benimseyip benimsememeyi yine okura bırakması. Yazınını dayatmayan bir yazar o, Bu zorlu okuma serüvenini hemen oracıkta bırakabilir okur. Devam edecekse, yazarın anlatmadığı yerleri tamamlamak, “her şeyi bilen ama bildiğini kendine saklayan anlatıcının verdiği ipuçlarının peşine düşmek zorunda) “Gecikmeli Ankara Treniyle Gelen Kadın”ın ardında kendinden birkaç parça iz bıraktığı oda, Zebercet için bir tür “Kösnül Nesneler Müzesi” haline gelecek.

İçeride ve dışarıda bir “İktidar” meselesi

Gecikmeli Ankara Treniyle Gelen Kadın oteli terk ederken içeri “Emekli Subay Olduğunu Söyleyen Adam” girecek. Bir ipucu daha mı? Neden “Emekli Subay” değil de “Olduğunu Söyleyen”? Bize bir şey mi anlatmak istiyor Atılgan? Bu karakterden şüphelenmemizi mi istiyor? İşin aslı “Evet”. Ama biz şüphelenmiyoruz, anlatıcının –ve elbette Atılgan’ın- o mesafeli, soğuk bakışına güveniyoruz. Yeni gelen ne iş yaptığını söyledi sadece ne de olsa.

Emekli Subay Olduğunu Söyleyen Adam, neredeyse tüm zamanını otelin girişinde oturup gazete okuyarak geçirdiğinden  Zebercet’in rahatını kaçırır. (Rahatça burnunu karıştıramamakta ve sesli gaz çıkaramamaktadır –Zebercet’in küçük iktidar alanı- adam yüzünden) Ama sadece bu küçük iktidar alanının işgali midir rahatını kaçıran? Elbette hayır! Emekli de olsa bir subaydır adam - en azından kendisi öyle söylemektedir.- Bir başka deyişle Zebercet’in başının pek de hoş olmadığı iktidarın, -tıpkı askerde komutandan yediği azar, polis komiserinin adıyla alay etmesi ve sona yaklaşırken mahkeme salonunda izlediği duruşmada katilin sorgulanması sırasında duyduğu iç sıkıntısı gibi- temsilidir. Zebercet’in iktidar alanı otel. Dışarıda başka bir şey var. Ne zaman dışarı çıksa hemen geri dönmek istemesi de bundan.

Zebercet iktidardan korkmakta ya da en azından huzursuz olmaktadır, bu korkuyla aynı şeyleri hisseden bir çoklarının da yaptığı gibi korktuğunu anlamaya çalışmak, onunla bağ kurmak istemekle baş etmeye çalışacaktır. Bu yüzdendir ki sıkı sıkıya bağlı olduğu rutinlerinden biri olan otelde kalanların kimlik bilgilerini yazdığı fişlerin karakola gönderilmesi – gönüllü muhbirlik- işi, onu iktidardan yana edilgen de olsa konumlandırmakta ama o yine de ona çok yaklaşmak istememektedir. (Fişleri karakola kendisi değil gazeteci çocukla gönderir) Ancak ilk cinayetini işledikten sonra (Ortalıkçı Kadın’ı boğduktan sonra) fişleri kendi karakola kendi götürecek, özene bezene yazdığı, pek bir önemsediği bu kağıtların “Karakolda bir yerlere atıldığını ve onlara kimsenin bakmadığını” duyunca otoriteyle bağın ilk kopuşu da yaşanır. Bu bağın zedelenmesi kişinin düşünmeye başlamasıdır aynı zamanda. Zebercet sorar: “Meğer bir yerlere atıveriyorlarmış, neden yazdırıyorlar öyleyse?”

Devetin vatandaşına yaptırdığı pek çok tuhaflığın yanıtı o anda da gecikmez. “Bir yararı var elbet”

“Emekli Subay Olduğunu Söyleyen Adam”a geri dönelim.

Meğerse öz kızını boğarak öldüren kaçak bir katilmiş.

Zebercet buna pek şaşırmış görünmemektedir. Otele gelen polisten bu bilgiyi Ortalıkçı Kadın’ı boğarak öldürdükten hemen sonra almıştır. Hemen empati geliştirir. “Yeryüzünde herşey olağandı, ikisi de bir yakınlarını boğmuşlardı.”

Firari katil “Emekli Subay” olduğunu söylemiş. Neden? Emekli Subay olma güven mi veriyor çevreye, onu katil olma ihtimalinden uzaklaştırıyor mu? Muhtemelen evet! Tüm gün giriş katında oturarak herkesin gözü önünde saklanıyor. Akıllıca! Aslında tedirgin, kapıya yakın oturarak giren çıkanı kontrol altında tutyor olmalı. Dışarı çıktığında hızla geri dönmesi, döner dönmez “Beni soran oldu mu?” demesi de bu yüzden olmalı.

Zebercet başlarda onun varlığından rahatsız olmuştu. İçinde bir yerde “Gecikmeli Ankara Treniyle Gelen Kadın”la arasında bir ilişki olduğunu bile düşünmüştü. Atılgan bu konuyu cevapsız bırakıyor, hatta kadının odada unutup Zebercet’in üzerinde kendini tatmin ettiği havlunun aynısını onun odasına da koyuyor. Romanın geneline biraz aykırı bir seçim bu, ama yazara güvenimiz tam, bize birşey söylüyor olmalı.

“Emekli Subay Olduğunu Söyleyen Adam” otelden ayrılırken, Zebercet onun varlığına kadının geri geleceğini umudunu sürdürebilmek için adeta ihtiyacı olduğunu belli ediyor. Ve hesabı keserken “Kaçıyor musunuz?” diyor onun kaçak olduğunu bilmeden. Bu laf sözde subayda nasıl bir etki yarattı acaba? Yusuf Atılgan bunu hayal etmeyi de okuruna bırakıyor.

Hep beraber boğuluyoruz!

“Boğma ve boğulma” romanın neredeyse tamamına yayılmış bir izlek. Zebercet Ortalıkçı Kadın’ı boğar. Emekli Subay Olduğunu Söyleyen Adam öz kızını boğarak öldürmüştür. Zebercet dayısı Faruk’un kendini astığını öğrenir. Zebercet de kendini asacaktır. Türkiye’nin neredeyse geleneksel denebilecek intihar yöntemi olan “Ası” da (eylemin adli tıbbi terminolojideki karşılığı) boğularak ölmek anlamına geliyor.

Zebercet Ortalıkçı Kadın’ı neden öldürdü peki? Zeynep’in yaşadığı tavan arası, içeri dilediği gibi girebildiği, cinsel isteklerini karşıladığı ve bunu yaparken en ufak bir dirençle karşılaşmadığı yer (İd) di. Beklediği kadının gelmeyeceğine ikna olduktan sonra rüyasında Zeynep’i görür. Ardından odasına yine teklifsizce girdiğinde bugüne kadar olanlardan farklı bir şey yaşanır. Zebercet bir ereksiyon sounu yaşar yazarın tabiriyle “yumuşar”. Zeynep’in karşısında hep bir nesne olduğu, daha da önemlisi kendisini bir nesne olarak hissettirdiği için mi öldürür onu? Zebercet’i yok saydığı, umursamadığı için mi? Pekala mümkün. Her ne sebeple olursa olsun plansız ve impulsif bir cinayettir bu.

Şiddet eylemi olarak boğma ve boğulmanın seçilmesi elbette anlamlı, ancak şiddet bu eylemlerle sınırlı değil. Kendi ölümüne yaklaşırken adliyede izlediği duruşmada gerdek gecesi gelinin damat tarafından öldürülmesi, Zebercet’in okul arkadaşı Hasan’ın kardeşi tarafından vurdurulması, parkta konuştuğu yaşlı adamın kardeşinin bıçaklanarak öldürülmesi ve ayrıntıda gizli daha bir çok şiddet eylemi romanın dokusuna ustaca yerleştirilmiştir.

                      Anayurt Oteli (Ömer Kavur, 1987) Film, çoğu edebiyat uyarlamasında olan boyut ve derinlik kaybından azade değil. Ancak Ömer Kavur ve Macit Koper’in ustalığı filmin romanla olan göbek bağını kesmiş, onu başka bir sanat eseri haline dönüştürmüş.

Bir memleket alegorisi ve son sözler

Daha söyleyecek çok şey var ama bu yazı da Yusuf Atılgan’ı örnek almalı, vedalaşmayı bilmeli.

Yine de Murat Belge’nin o detaylı ve parlak incelemesinden şaşırarak öğrendiğim bir göndermeyi yazmadan geçemeyeceğim.

Romanın sonuna doğru anlatım da hem Zebercet’in zihni gibi hızlanmış, hem de rüyamsı bulanık bir atmosfer iyiyden iyiye ortaya çıkmıştır. Zebercet işlediği cinayetin ve elbette tavayla kafasına vurarak öldürdüğü kedinin (Kedi -Karamık- Zebercet’in vicdanı ya da suçluluk duygusudur esasında, ne zaman Zeynep’in odasından çıksa, ne zaman sevişen çiftleri izlediği anahtar deliğinden gözünü kaldırsa bacağına sürünmekte, Zebercet de ona bir tekme savurmaktadır, ama son cinayette vicdanını basit bir tekmeyle susturması olası değildir artık) ardından kaçamayacağını anlayarak 33 yaşında intihar eder. Neden 33 yaş? Murat Belge’ye göre İsa da 33 yaşında çarmıha gerilmiştir. Hatta romanın başında Yeni Ahit’e bir gönderme daha vardır. Matta’da üç müneccim, Luka’da üç çoban ziyarete gelmiştir yeni doğan İsa’yı. Tıpkı Zebercet doğduğunda dört adamın babası Ahmet Efendi’yi ziyaret edip, elini sıkarak “Ömrü uzun olur inşallah” demeleri gibi.

Büyüleyici değil mi_

İpi boynuna geçirip tekmeyi vurduğu anda dışarıdan sesler yükselir. “Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna sesini duydu, başka araçlar da katıldılar buna, kornalar tren düdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu?”

O gün 10 Kasım 1963’dü.  Bu da nereden çıktı şimdi. Ama artık yorumlamayı burada noktalamanın zamanıdır.

Güçlü romanlar güçlü cümlelerle başiar demiştik. Güçlü cümlelerle de biterler. Anayurt Oteli’nin son cümlesi gibi.

“Donunun sol paçasından fildişi bir sıvı aktı uzaya uzaya, dizine yakın kıllara bulaşarak, art arda yatağın üzerine düştü, yayıldı. Yukarıdan, sallanırken tahtaya sürtündüğü yerden ip çıtırdadı...”