Özlem Gürses: Türkiye’de siyaset, toplum kadar cesur değil

“Gazeteci ikiye ayrılır; iyi gazeteci, kötü gazeteci. Bu ‘Muhalif gazetecilik’ lafını, kendi aparatlarına ‘yalaka’ denilmesin diye icat ettiler. Oysa gazetecilik herkese lazım, onlara da lazım. Eskiden ben medyaya başladığımda haber merkezleri arasında müthiş bir haber yapma yarışı vardı. Şimdi ise haber merkezleri arasında büyük bir haber yapmama yarışı var! En güzel kim yapmayacak? En şahane kim yapmayacak? Öyle bir paketleyelim ki yapıyor gibi gözükelim ama yapmayalım…” Kendi kitabının adı ‘Başarısızlık Hikayeleri’ne de nazar etmeden, son 18 yılın makus talihini ve gazetecilikte başarısızlıkların nedenlerini Özlem Gürses’le konuştuk.

Gazeteciliğin önemli isimlerinden Özlem Gürses’le, bahardan bakiye bir Kasım sıcağında Ankara Kuğulu Park’ta oturarak medyayı, siyaseti ve hayatı konuştuk. Kalabalık kitleleri yaratmanın bedelinin insanı yalnızlaştırmak olduğu “postmodern” insan trafiğinin içerisinde, ‘insanı’ konuştuk. Hatta öyle ki; Gürses, ABD’de yaşayan Iraklı bir göçmenin hikayesi içinde, Türkiye’nin göçmenlerinin yaşayabilecekleri travmaları Türkiye’nin ortasında, kitabın da tam orta yerinden anlattı.

Ben buradan, farklı görünen hikayelerin aslında aynı kavşakta kesişebileceğini, kendi ülkemizde nasıl da ‘gurbetçi!’ haline geldiğimizi ve ‘öteki’ diye tarif edilen yaşamlarla ne kadar ayrı gözüksek de birbirimizin aynaları olabileceğimiz sonucunu çıkardım. Bakalım siz neler çıkaracaksınız?!..

Youtube’da bir kanalınız var. Sokağın nabzını çok iyi tutan bir gazetecisiniz. Sokakta neler oluyor? Vatandaşa siyasi gerginlikler çok yansıyor mu? Halk haberleri nereden izliyor? Bu anlamında neredeyiz? Sosyal medya o kadar güçlendi mi? Neler oluyor? Vatandaşın asıl gündemi ne?

Türkiye teknolojini hızlı kullanmayı öğreniyor. Kendi hayatında da kullanıyor. Ama alışkanlıklarını da kolay değiştirmiyor. En son bir araştırma gördüm. “Haberleri nereden takip ediyorsunuz?” diye. Açık ara birinci sırada televizyon var. İkinci sırada yazılı basın var. Üçüncü sırada sosyal medya ve internet var. Dolaysısıyla internet kanalları arasında Youtube son sıralarda. İnsanlar Instagram, Facebook ve en son Twitter kullanıyor. Ve çok ilginç bir şekilde asıl haberleşme aracına dönüşen şey, bir uygulama olan Whatsapp. Herkes Whatsapp üzerinden haberleşmeye başladı. Videolar, Caps’ler, metinler. Ama hangisi diğerinin gündemini belirlemeye başlar? Yani habercilik daha fazla nerede yapılır dersen, Youtube gündem belirleyici işler yapmaya başladı. Youtube’da olup biten röportajlar, haberler, vatandaş röportajları belirleyici oluyor ana akım medyada. Bununla beraber, ana akımda kendine yer bulamayan siyasilerin kendi sosyal medyaları üzerinden yaptıkları açıklamalar, ana akım medyanın gündemini belirlemeye başladı. Haberin iletiliş şeklinde televizyon hala geçerli, fakat haberin kaynağı olmaya başlayan yer sosyal medya oldu. Bu ilginç bir değişim gazetecilik açısından. Ana akım medyanın bir izlenme gerçeği var. İnsanların en kolay ulaşabildiği ana akım kanallarında bir kayıkçı kavgası gazeteciliği var. Bir tarafta kendisini muhalif olarak tanımlayan bir grup gazeteci, onun karşısında siyasetin bir aparatına dönüşmüş bir grup ‘gazeteci görünümlü’ insan var. Vatandaşın bunların kavgasını suni gündem olarak algıladığı zamanlar var. Ama günlük hayatını etkileyecek ekonomi, güvenlik konuları ve siyasetin şekillenmesiyle ilgili bir tartışma varsa onu izliyor vatandaş.

Peki ya interneti kullanabilen, başta genç kuşakta durum ne?

Ben kimlik siyasetinin sonuna geldik diyorum. Genç kuşak açısından bakarsak kolaj kimlikler var, ‘lego kimlikler’ diyorum ben onlara. Birçok niteliği kendi kimliğinde barındıran bir kuşak var artık. Dolayısıyla çok karma kimlikler olduğu için bu klişeleşmiş kategorizasyonlar, kimlikler üzerinden çalışmıyor. Bu medyada yaşanan gerginlikler de gençleri rahatsız ediyor, dolayısıyla onlar içselleştirmiyor da bu ana akımda anlatılanları bu nedenle…

Türkiye, evet çok dramatik, sarsıcı ve yorucu bir kırılımda fakat Türkiye’nin demokrasisi açısından önünde büyük bir fırsat var. Türkiye’deki siyaset, Türkiye’deki toplum kadar cesur değil. Siyaset kurumu zamanın ruhunu anlamış değil. Bu ikisi arasında bir senkron oluşabilirse, Türkiye yarım kalan bir demokrasi sürecini inşa etmeye yeniden başlayabilir.

Bu noktada biraz Z Kuşağını konuşalım o zaman. Z Kuşağı, siyaset dünyasınca anlaşılabildi mi?

Bir grup var, hiç anlamıyor! Dinlemeye de açık değiller. Değer de vermiyorlar Z kuşağına. Her şeyi en iyi kendilerinin bildiğinden çok emin bir kısım var. Başkasının fikrine açık da değiller zaten. Bir kısım da anlama gayretinde ama gençliği bir pop-kimlik olarak değerlendiriyor. Hani hakikatten taleplerinin, endişelerinin derinliğine inmiş değiller. İşte bir rap klip yaparak, şakacı bir tweet atarak bu kuşağı yakalayacağını düşünen siyasiler var. Ben onların da değişimi tetikleyeceklerini düşünmüyorum.

Bir de gerçekten gençleri anlayan, taleplerini fark eden ve bu taleplerin demokrasi için değerli olduğunu kabul etmiş siyasiler var. Onlar gençleri anlayıp siyaset üretmiyor; gençlere siyasette alan açmaya çalışıyor. Yapılması gereken bu. Yani şuradan çıkmak zorundayız; “Gençler anlatsın sorunlarını çözelim,” o iş öyle olmaz. O gençler sorununu çözer merak etmeyin. Kimse koltuğundan kalkmak istemiyor. Temel mesele bu.

Bu siyasal tablo, ekonomi ve demokrasinin durumu nedeniyle Cumhuriyet tarihinin beyin göçü rekoru kırılıyor. Yetişmiş gençler gidiyor. Giden gençlerin büyük kısmı geri gelmeyeceklerini de söylüyor.

Bu 18 yılda, ülkenin eğitimli orta sınıfı ve çocuklarının uğradığı hakaret arş-ı alâyı aştı. Bir zamanlar ‘çalışarak başarmak’ diye bir ideal vardı. Bu insanlar varlarını yoklarını eğitim için harcadılar. Cumhuriyetin onlar için sunduğu fırsat eşitliği üzerinden daha iyi bir hayat kurgulayacaklarını hayal ettiler. Bu ideal fena halde hakarete uğradı. Eğitime inanan kesimler; kâh sorular çalındı, kâh mülakatta elendiler, hakarete uğradılar, vatan haini olarak suçlandılar, kayırma ekonomisi içinde işsiz kaldılar ve göçe zorlandılar. Bir göç belgeselinde izlemiştim. O belgeselde göç eden ailelerle konuştular. Soru şuydu; “Türkiye’den göç etmeye ne zaman karar verdiniz?” bakın yanıtlardan bazıları şöyle; bir aile “Aladağ’da çocuklar yandı hesap sorulmadı. Ben bu ülkede çocuk büyütemem” diyor, bir başka aile “Bir adam kadını çocuklarının önünde katletti, Türkiye de buna kayıtsız kaldı. Ben buna daha fazla dayamayacağım.” Bir başkası da “Hayvanların bacakları kesildi, hayvanlar tecavüze uğradı ama hiçbir şey yapılmadı. Bu yüzden göç etmeye karar verdim.” diyor. Yani bir strateji ile, hesap kitapla verilmiş kararlar değil. Çok duygusal kararlar var. Kendisini oraya, yani ülkesine ait hissetmeme duygusu da var orada.

“Kendini oraya ait hissetmeme…” cümlesinde ne kadar da büyük ve acı hayatlar var aslında. Bununla ilgili bir anket yayınlandı geçtiğimiz ay; bu ankete göre Türkiye’deki gençlerin yüzde 80’i geleceğinden umutsuz olduklarını söylemiş.

Bu siyaset anlayışı bu coğrafyada kalıcı değil. Başka dünyalar kurulacak. Bu dönemin aktörlerini ileride çok hayırla anmayacağız. Bugün bize başarı diye anlatılan kesintisiz iktidar döneminin aslında ne büyük bir başarısızlık olduğunu ve hep birlikte aynı anda ne kadar çok ve derin kaybettiğimizi o zaman anlayacağız. O, çok dramatik bir yüzleşme olacak. Nasıl ki bugünün kuşakları 60, 70, 80’lerin bedelini ödedilerse; bizim çocuklarımız o umarım bedelleri ödemek zorunda kalmaz.

Bununla ilgili bir anımı da anlatayım. Yıllar önce Yale Üniversitesinde bir Türk profesörle röportaj için ABD’ye gitmiştim. Gecenin bir vakti taksiye bindim. Tabii gazetecilik, algıda seçicilik. Taksi şoförünün Saddam Hüseyin’le çekilmiş bir fotoğrafını gördüm. Sorduğumda taksi şoförünün Irak ordusunda jet pilotu olduğunu öğrendim. Ülkesinde çok kötü şeyler yaşadığını anlattı. Jet pilotu olmak da çok önemli eğitimler gerektiriyor. Ancak şimdi çocuklarına bakmak için ABD’de şoförlük yapıyor. “Dünyanın en büyük acısı artık dönebileceğini düşündüğün bir ülken olmaması” demişti bana. Bu bana kendimi çok kötü hissettirmişti. Acaba dedim “Dünya’nın öbür ucunda yaşayan, hayat kurmaya çalışan Türkler de böyle mi hissediyor?” Bunu kimseye yaşatmamalıydı bu ülke.

Medya sektöründe yaşananları en iyi gözlemleyenlerden birisi olarak sektörle ilgili neler düşünüyorsunuz? Berat Albayrak’ın istifasını tam 27 saat boyunca haber yapmayan, yapamayan bir yandaş medya anaakımdan söz ediyoruz.

İstifa haberini veremeyen de bakanın kardeşinin başında olduğu Albayrak gruptu. Bu istifa sürecinde medyanın patronunun aslında kimler olduğunu da yeniden gördük bu 27 saat içinde. Yani damat da olsan, Bakan da olsan Türkiye’de medyanın ve reklam pastasının yüzde 97’sini, dağıtımın ve reyting ölçümlerinin yüzde 100’ünü elinde tutan bir güç odağı olarak dahi o haberi yayınlayamıyorsun. İçler acısı. Güzel oldu çünkü AKP seçmeni medyanın halinin belki farkında değildi. Kendi başlarına geldiğinde fark etmiş oldular. Çok önemli bir kırılma yaşandı. Başka türlü fark etmeleri mümkün değildi.

O süreçte bazı “iyi niyetli” vatandaşlarımız “CNN, DHA, Ahmet Hakan falan neden bunu haber yapmadı?” diye sordu. Aslında bu kişi ve yapılar tam da bu tip kritik anlarda haber yapmamak için orada tutulmuyorlar mı?

Evet, aynen öyle, yani haber yapmak değil, tam tersine, haber yapmamak için oradalar. Eskiden ben medyaya başladığımda haber merkezleri arasında müthiş bir haber yapma yarışı vardı. Şimdi ise haber merkezleri arasında büyük bir haber yapmama yarışı var. En güzel kim yapmayacak? En şahane kim yapmayacak? Öyle bir paketleyelim ki yapıyor gibi gözükelim ama yapmayalım. O da bir strateji. Ona kafa yoruyorlar. Medya bambaşka bir aygıta dönüştü. Eskiden yorumcu diye bir karakter yoktu. Gazetecilik soru sormak üzerine kurulmuş bir meslektir. Köşe yazarlığı yazılı basında ayrı bir pozisyondur ama ekranda böyle her konuda fikri olan -maşallah hepsinden de eminler!- böyle insanlar topluluğu bu dönemin icadıdır. Muhalif gazeteci lafını da bunlar icat etti. Ben 26 sene önce mesleğe başladığımda bizim adımız ‘gazeteci”ydi. Yok ‘öyle gazeteci’ yok ‘muhalif gazeteci’ böyle şeyler yoktu. Gazetecinin mesleği, bütün kamuyu kapsayacak şekilde sorularını sormaktır. Gazeteci ikiye ayrılır; iyi gazeteci, kötü gazeteci. Bu ‘Muhalif gazetecilik’ lafını, kendi aparatlarına ‘yalaka’ denilmesin diye icat ettiler. Oysa gazetecilik herkese lazım, onlara da lazım. Bunu da yaşayarak gördüler.

 “Türkiye’de medya patronluğu ihalelerin bir ödülü ya da tam tersi diyeti olarak veriliyor. Sen burada medya patronu olarak birilerini destekliyorsun; öbür tarafta da cukkanı ihaleni alıyorsun. Alan memnun satan memnun. Arada olan namuslu gazetecilere oluyor...”

Bu durumun ana nedenlerinden birisi gazete patronlarının ihale alması, ya da vergi denetimlerinden kaçmak istemeleri değil mi? Gelişmiş ülkelerin birçoğunda gazete sahipleri başka iş yapamıyor ki bağımsız olabilsinler ve halkın haber alma hakkı adına çalışabilsinler. Bizde neden tam tersi?

Bizde de her seçim öncesinde her siyasi parti medya patronları ile ilgili bu meseleyi getiriyorlar, ama nasıl dokunulmazlıklar, YÖK, seçim barajı, siyasi partiler kanunu konusunda verdikleri sözleri tutmuyorlarsa, medya patronaj yapısı ile verdikleri bu sözleri de tutmuyorlar. Sorsan hepsi bağımsız medya ister ama böyle bir şey yok. Türkiye’de bu mesele hakkıyla yapılsaydı, serbest rekabetle olsaydı, bugün Türkiye’deki kanalların, gazetelerin ve radyoların dörtte üçü yaşamazdı. Eşyanın doğasına aykırı bu kadar çok televizyon, gazete, radyo olması. Bunlar hep suspanse ediliyor. Türkiye’de medya patronluğu ihalelerin bir ödülü ya da tam tersi diyeti olarak veriliyor. Sen burada medya patronu olarak birilerini destekliyorsun; öbür tarafta da cukkanı ihaleni alıyorsun. Alan memnun satan memnun. Arada olan namuslu gazetecilere oluyor.

 “Bugün Müslüman mahalle ile seküler mahalle arasında, kadın konusunda büyük bir konsensüs var zaten. Türkiye’de bir kuşak erkekler, ister laik modern ister muhafazakar olsun zaten kadını sürekli dizayn etmek konusunda büyük bir mutabakat içindeler…”

Biraz da kadın konusunu konuşalım mı? İçinde bulunduğumuz kutuplaşma ve eril dil kullanımı kadın cinayetlerini artırıyor mu?

Şüphesiz eril dilin buna etkisi var ama bu sonuç aslında. Bunun sosyolojik nedeni daha başka. Bugün Müslüman mahalle ile seküler mahalle arasında, kadın konusunda büyük bir konsensüs var zaten. Türkiye’de bir kuşak erkekler, ister laik modern ister muhafazakar olsun zaten kadını sürekli dizayn etmek konusunda büyük bir mutabakat içindeler. Türkiye’de kadının, ‘kadın’ olmasına, kadının insan olmasına tahammül yok. Ya başörtülü bacımız olacaksın ya devrimci yoldaşımız olacaksın ya Cumhuriyetçi kadın olacaksın ya bir kutsal anne olacaksın ya vefakâr eş olacaksın… Hayır kardeşim ben hiçbir şey olmak istemiyorum. Bir papatyanın, papatya oluşu gibi, ben de Özlem olmak, kadın olmak, bir insan olmak istiyorum. Ben buna ‘kadının şeyleştirilmesi’ diyorum. Biz çiçek olabiliyoruz biliyorsun ama gene kadın olamıyoruz. Kadının, kadın olmasının önünde büyük bir engel var. Bu engel de erkek dizaynı. Türkiye’nin bu kör siyasetini yaratan da bu erkek kafası. Ancak dünyada çok başka güzel örnekler var; Almanya’da, Finlandiya’da, Yeni Zelanda’da… Ben ABD’de Joe Biden’ın kazanmasının nedeninin Kamala Harris olduğunu düşünüyorum.

Şu ara Mecliste bütçe görüşülüyor ama Sayıştay Raporları ortada yok. Bir iktidar neden hesap vermez?

Çünkü ortada verilecek hesap yok. Bir düzen kuruldu onun adı da tek adam rejimi. Orda da çok ciddi bir yolsuzluk ve kirlilik var. Bu düzenin devamı için ne gerekiyorsa yapacaksın! Gerekirse polis devleti kuracaksın, gerekirse medyayı baskı altına alacaksın, gerekirse Sayıştay’ın bütün işleyişini felç edeceksin, bütün bakanlıklardaki denetleme dairlerini kaldıracaksın! Bu düzenin devamı için bu ön koşul zaten. İktidar kendi vatandaşından IBAN verip para istiyorsa zaten bırakın siz gidin biz kendi kendimize yeter, idare de ederiz.

Yemeklerle aranız nasıl? Yemek yapıyor musunuz?

Yemek yapıyorum, benim için bir terapi mutfak. Ayrıca insan ağırlamayı çok seviyorum. Sofra kurma sürecini hep kendim yapıyorum. Benim için çok zevkli. Fırında islim kebabını çok iyi yaparım. Çok güzel soslarla makarnalar yapıyorum. Efsane nohut yaparım.

Takım tutuyor musunuz?

Tutmuyorum. Beni mesleğe başlatan Ali Kırca yüzünden Galatasaraylı olmuştum. Karakterime aykırı takım tutmak. Takımı günahıyla sevabıyla tutmak gerektiği için tutmuyorum. Eleştiri hakkımın hep olmasını isterim. Ben sıradan kahramanların ilham veren hikayesini seviyorum. O yüzden takım değil bu minvaldeki sporcuları tutuyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi