Dil üzerine birkaç düşünce – 2

Dil üzerine birkaç düşünce – 2
Bir önceki yazıda kullandığımız gündelik dilin aramızdaki iletişime, düşüncelerimize, kültürümüze kısaca hayatımıza nasıl etki edebileceğini tartışmayı önermiştim. Ancak öyle uzun bir giriş yapmıştım ki, yazının...

Bir önceki yazıda kullandığımız gündelik dilin aramızdaki iletişime, düşüncelerimize, kültürümüze kısaca hayatımıza nasıl etki edebileceğini tartışmayı önermiştim. Ancak öyle uzun bir giriş yapmıştım ki, yazının tamamı konu için bir girizgâh hâline dönüşmüştü. Bu hafta lafı fazla uzatmadan doğrudan konuya girmek istiyorum. Umarım fazla dağılmadan, bu kez düşüncelerimi derli toplu bir şekilde ifade edebilirim.

DİL VE EYLEM ARASINDAKİ İLİŞKİ

Çok basit bir soruyla başlayalım. Gündelik dilimiz, (kullandığımız kelimeler ve dilbilgisi bağlamında) yaşamımızı şekillendiriyor mu? Cevap evet ise ikinci soruyu sormak gerek. Nasıl şekillendiriyor? Ama madem tartışacağız, o zaman gelin daha en baştan kendimize itiraz edelim. Bir kere soruyu tersten yani yanlış sormuş olabiliriz. Öyleyse esas soru şu olabilir mi? Yaşamımız dilimizi şekillendiriyor mu? Cevap evetse nasıl şekillendiriyor?

Bu tür sorulara cevap ararken kimi zaman kavramsal argümanlar üretmeden önce pratik örneklerden yola çıkmak işe yarayabiliyor. Gelin biz de öyle yapalım ve bir karşılaştırmayla başlayalım. Türkçede şiir, hikâye, roman gibi edebi bir metin yazmıyorsak kurduğumuz cümlede fiili sona koyarız. Fiil başta olduğunda ise bunun için çok manidar bir tanımlamamız vardır… Düşük cümle. Oysa Batı dillerinde, mesela İngilizce ve Fransızcada fiil cümlenin başındadır. Örneğin, ‘saatlerce yürüdük’ diye kısa bir cümlemiz olsun. Biz eylemden önce onu nasıl yaptığımızı söyleriz, ‘saatlerce’. Oysa aynı cümleyi İngiliz “we walked for hours”, Fransız ise “nous avons marché pendent des heures” diye ifade eder. Dikkat ederseniz ‘yürümek’ anlamındaki ‘walking’ ve ‘marcher’ fiilleri cümlenin başında. Onlar önce ne yaptıklarını, yani eylemlerini, sonra da bunu nasıl yaptıklarını söyler. Bir başka deyişle ne yaptıkları, nasıl yaptıklarından önce gelir. Biz “yürüdük saatlerce” dersek bu çok şairane bir cümle olabilir ama gündelik dilde bunun adı düşük cümledir.

Buradaki niyetim batılılar eylemi önemserler ve eyleme yönelik yaşarlar, doğulular ise eylemi önemsemezler ve ötelerler gibi bir çıkarım yapmak değil. Bunun için sadece linguistik (dilbilimsel) argümanlar yetmez. Aynı zamanda ortaya sosyolojik, psikolojik, antropolojik argümanlar da koymak gerekir ki o da ele aldığımız konunun dışına çıkmak olmasa da merkezden uzaklaşmamız anlamına gelir. Konuyu dağıtmama sözümü hatırlayarak o meselelere girmiyorum. Ancak ilerleyebilmek adına şu kadarını söylememe müsaade edin. Cümle yapısındaki bu sıralama farkı, düşünce yapısında da olabilir dersek sanırım çok yanlış bir çıkarım yapmış olmayız. En azından bir fark olduğu ortada.

Peki ilk sorularımıza geri dönecek olursak… Batılı ve Doğulu yaşam tarzlarının farklı olması gramer yapısındaki bu farktan mı kaynaklanıyor, yoksa gramer yapısındaki bu fark yaşam tarzlarını da farklı kılan ana etken mi?

Bana öyle geliyor ki her ikisi de. Yani biraz ‘tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan’ meselesi. Bunu daha iyi anlamak için bu işe bir de düşünce tarafından bakmak gerekiyor sanırım.

DİL VE DÜŞÜNCE ARASINDAKİ İLİŞKİ

Dil, belli ki düşünen varlık olarak insanın icat ettiği bir şey. Elbette hayvanların hatta bitkilerin bile aralarında anlaşmak için kullandıkları doğal bir dil var. En azından aralarındaki etkileşimi sağlayan veri aktarımına da dil diyebiliriz. Ancak bizim üzerine konuştuğumuz dil daha üst seviyede, düşünce üretebilen, insanların kullandığı dil. Paragrafın başında da belirttiğim gibi dil düşünen insanın icat ettiği bir şeyse (ki öyle görünüyor), düşüncenin dilden önce var olduğunu söylememizde hiçbir sakınca yok. Peki, size bir soru. Bir an için dilin olmadığını hayal edin. Kelimeler yok… İsimler, sıfatlar, yüklemler yok… Yani kendinizi konuşarak ya da yazarak ifade edemiyorsunuz. Bu, tabii ki düşünemeyeceğiniz anlamına gelmez. Yine bir şeyleri hayal edebilir, tahayyüllerinizi, başınıza gelenleri hatta düşündüklerinizi beden hareketlerinizle de olsa diğer insanlara aktarabilirsiniz. Hayvanlar da benzer şekilde iletişim kuruyor. Bugün anladığımız anlamda dilin olmadığı bir dünyada düşünebilirsiniz ama düşünce geliştirebilir misiniz? İşte o şüpheli. Çok şüpheli…

İnsan dili muhtemelen şöyle icat etti… Deneyimlediği dünyayı, görerek, duyarak, dokunarak algıladıklarını aktarmak için beden hareketleri ona yeterli gelmedi. Sonradan bunları aktarabilmek için yeni bir yol geldi aklına: Soyutlama. Düşünen bir varlık olarak işte bu soyutlama yeteneğini kullandı. Çevresinde gördüklerini, kendi eylemlerini, başkasının yaptıklarını, onların niteliklerini belli sesler çıkararak ifade etmeye başladı. O sesler zamanla kelimelere, kelimeler anlamlara, anlamlar ilişkilendirmelere dönüştü. Bu evrimin sonucunda da dil meydana geldi. Evrim devam etti ve bu soyutlama işlemi insanı kavramlara kadar götürdü. İşte o kavramlar sayesinde de bugün insan fikir üretme seviyesinde bir dile vardı.

Tavuk-yumurta ilişkisi burada başladı ve dil-düşünce arsındaki ilişki de bu noktada karmaşıklaştı. Çünkü insan düşünce aracılığıyla ürettiği dili artık bir düşünme aracı olarak kullanmaya başladı. Bu elverişli araç sayesinde kavramsal düşünmeye, fikirler geliştirmeye, yeni şeyler icat etmeye başladı. Şimdi o soruyu tekrar soruyorum. Dil olmasa düşünebilir misiniz? Evet, belki iletişim kuracak kadar, başınıza gelenleri anlatacak kadar düşünebilirsiniz ama soyutlama olmadığı için kavramsal düşünemezsiniz. Havaya attığınız bir taşın yere düşmesini gözlemleyebilir, hatta bunu beden dilinizle anlatabilirsiniz. Ama o taşın neden yere düştüğü hakkında akıl yürütemezsiniz. Fiziği, kimyayı, tarihi, coğrafyayı, psikolojiyi, edebiyatı, güzel sanatları, felsefeyi hatta dini üretemezsiniz. Düşünmekten kastınız sistematik akıl yürütmekse, bunu dil olmadan başaramazsınız.

DİL BOZULURSA DÜŞÜNCEYE NE OLUR?

Aslına bakarsanız iletişim anlamında, yani ben söyledim o da anladı seviyesinde pek bir problem yaşamayabiliriz. En azından ne istediğimizi ne düşündüğümüzü ya da sıkıntılarımızı belli bir seviyede kalmak koşuluyla dile getirebiliriz. Karşı taraf da bizi anlar ve mesela karnımız açsa bunu ifade edebiliriz. En azından aç kalmayız.

Ama biraz önceki akıl yürütmemizle kurduğumuz ‘dil-kavramsal düşünce’ ilişkisini öylesine zedelemiş oluruz ki, en basit akıl yürütmeyle bile şunu söyleyebiliriz… Madem dil kavramsal düşüncenin olmazsa olmaz hatta belki de en temelinde duran aracı, biz o aracı bozar, sakat hâle getirirsek kavramsal düşünce sistemimiz ne hâle gelir? O da bozulur değil mi? Bu durumda bozuk ve sakat bir dilin yol açtığı bozuk ve sakat bir düşünce sisteminden ne beklersiniz? Tabii ki bozuk ve sakat sonuçlar. Peki bu sonuçlar sizce bizim yaşamımızı nasıl etkiler?

Bu önemli soruyu cevaplamak yerine bunla ilgili yeni sorular soralım. Dili basit bir iletişim aracı olarak görüp, “nasıl olsa ne demek istediğimi anladılar, amaç gerçekleştirildi, gerisi teferruat” diye düşünmek ne kadar doğru? Bu anlayışla sosyal medyada, mesajlaşma uygulamalarında, kitle iletişim araçlarında bozuk bir dil kullanmayı sorun olarak görmemek hatta bu durumu meşrulaştıran düşünceler üretmek ileride başka ne tür sorunlara sebep olabilir?

Hatırlayalım… Dili araç olarak kullanıp, onun sayesinde ortaya koyabildiğimiz kavramsal düşüncelerle neler üretiyorduk? Bilim, sanat, felsefe hatta inanç değil mi? Peki bozulmuş bir dille, başka bir deyişle bozuk bir araçla ne kadar doğru sonuçlar elde edebiliriz? O sonuçlara ne kadar güvenebiliriz? Hedeflerimize ne kadar bir doğruluk payıyla ulaşabiliriz? Bence dilimiz daha tam anlamıyla bozulmamışken bu sorularla ilgili düşünmekte fayda var. Belki o zaman tehlikeyi görür ve geleceğimizi kurmak için muhtaç olduğumuz belki de en önemli aleti bozmak için bu kadar hevesli olmayız.