KENT VE SUÇ

Yıkımın şiddet içeren bir eylem olduğu konusunda hemen herkes uzlaşabilir de, yapımın şiddeti üzerinde nedense duran pek az kimse vardır.

Kent kurmanın ideal bir formülü yok. Kentin ucu bucağı da yok. Cansız malzemelerden yapılan bir canlı organizma gibidir şehir, çıplak gözle görülmez hareketi, büyüyüp serpilmesi, değişmesi, dikkatli bakmak gerekir.

Çok eski günlerde uçak seyahatlerimde hayal ettiğim bir şeyi Google Maps uygulaması hayata geçirmişti. 2016 yılından bu yana sunulan bu proje ile dünya üzerindeki yerlerin kentleşmesini ve dönüşmesini time-lapse formatında izleyebiliyoruz artık. Landsat ve Sentinel 2-A uydularının sağladığı yüksek çözünürlüklü görseller birleştirilerek, dünya üzerini kentlerimizle nasıl da sardığımız 1984 yılından günümüze dek saniyeler içinde izlenebiliyor. Google Earth uygulaması üzerinden veya Youtube’dan bu ilgi çekici videoları izlemenizi öneririm.

ÇELİŞKİLER MANZUMESİ KENT

Kent genişlemeli mi, olduğu yerde yükselmeli mi önemli bir tartışma. Bu videolarda genişleyen kentleri, yerinde duran kentleri, yoğunlaşan kentleri, çöl ortasında yoktan var olan kentleri tek tek izleyebilirsiniz. Hepsi bir tercih. Kent bugün sorunların odağı bir mekanizma. Bu sorunlar içinde barındırdığı çelişkilerle geliyor. Bu çelişkilerin odağında insan arzuları ve aç gözlülüğü var. Biraz açıklamaya çalışacağım.

1950 yılında dünya nüfusunun %30’u kentlerde yaşıyordu. 2018 yılında bu oran %55 oldu. 2030 yılında 9.5 milyar insanın %60’ının kentlerde yaşayacağı öngörülüyor. Kent sunduğu imkanlarla insanlık için bir cazibe merkezi olmasa bu göç oranı ile karşılaşmazdık. İnsanlar eğitim, sağlık, yaşam ve ekonomik alanda farklı alternatifler bulabilmek adına kent merkezlerine akın ediyor. Kentin kırsala göre avantajları olduğu gibi, sahip olduğu pek çok dezavantajı da var. Kırsala göre yeşil alanları az, havası ve genel olarak tüm yaşam alanları kirli ve sağlıksız. Kent daha kalabalık, daha gürültülü. Kentte aslında her şey daha pahalı. Yaşam bir bakıma daha zor.

Çelişkilerin en büyüğü burada başlıyor. Daha iyi bir yaşam umudu ve daha çok fırsat için kente göç eden insan bu kez, farklı tepkimeler gösteriyor. Kentteki yeşil alanların azlığı, ulaşım sorunları gibi sözünü ettiğim gerçekler bir mücadele cephesi haline dönüşüyor. Kentin içindeyken kırsaldaki yaşam fantezisini aramak bir yaşam biçimine dönüşüyor. Bu kimi yerde, kendi kültürel mahallelerini yaratmak yani çoğunlukla gettolaşma olarak karşımıza çıkarken, ekonomik düzeyi yüksek kentliler bunu kentin biraz dışında ama kente yakın özel sitelerde, özel konutlarda kendilerine sağlamaya çalışıyor. Aç gözlü insan hem kentin nimetlerinden yararlanmak istiyor hem kentin getirdiği sorunlarla baş edemiyor. Kent içinde kendi küçük yaşamını kurmak için diretiyor. İnsan her şeyi istiyor.

Kentli insan ise, tam tersi uçta benzer bir çelişki içinde. Kentten yorulan ve kırsala kaçan insana bakalım bir de. Kırsala göç edip oradaki kerpiç evde veya eski bir tarihi evde yaşayanlara yok bir sözüm. Diğer yandan, sırf kırsal yaşamın nimetlerinden yararlanmak için gittiği o şirin sahil kasabasında şöyle güzel bir köşeye görkemli evini inşa ettiren, bahçesinde kendine yetiştirecekleri için tüm bir köyün suyunu çekebilen, sahil şeridine veya ormanlara o konteynerlar ile “kalıcı” kamp alanları kuran; dolayısı ile gittiği her yere elektrik, enerji, foseptik gibi yan unsurlarla giden kent kaçakları da bu kez, özlenen o kırsal yaşamı kentleştirmiyor mu?

Bir arkadaşım Türkiye’de denize pek çok yerde girmediğinden söz etti. Çünkü yazlık yerlerin hemen hemen tümünde deniz pis. Nasıl da haklı! Yapıların pis suları denizlere akıtılıyor. Pencere sayfalarında, “Yazlıkları Kim Kurtaracak?” başlıklı eski bir yazımda bundan söz etmiştim. Çelişik durum burada da yaşanıyor. Kırsalda yaşamını sürdüren göçmenler, başka göçmenler gelip aynı yapılaşmayı devam ettirdiğinde veya daha büyük bir yapılaşma içine girdiğinde isyan ediyor. Pardon siz yerlisi miydiniz o yerin de başkaları gelince isyan ediyorsunuz?

Bir pencereden bakınca bunların tümü suç. Kime karşı neye karşı diye soracaksınız? Ve ben doğaya, denize, toprağa, suya karşı diye cevap vermeyeceğim. Bu suçu kendimize karşı işliyoruz. Suç hepimizin kabul edelim.

YERLİYİ YERİNDEN EDEN YER OLARAK KENT

Kentte yaşarken, hemen her gün bu med-cezir ile yaşıyorsun. Kentin sunduğu – aslında sunamadığı- koşullar her geçen gün yaşam alanını daraltırken, “Peki tüm bunlara gerek var mı?” diye daha çok sormaya başlıyorsun.

İnsanların yaşam beklentileri bu sorunun cevabıdır. Kimi benim gibi kenti her zorluğuna rağmen sevdiğinden ve bile isteye tercih ettiğinden, kimi ise mecburiyetten yaşar.

Ülkemizde kırsal alanlardaki fırsat eşitsizliği kırsaldan kente göçüşün en önemli sebepleri arasında. Kırsal alanlardaki yaşam standartları kalkındırılmamış bir ülkede, insanlar doğal olarak daha iyi yaşama hakkını kentte arıyorlar; ne var ki burada karşılanmayan beklentileri bu kez başka sorunlara yol açıyor. Çok çeşitli boyuttaki bu sorunlar, sinema ve edebiyat tarihimizde yerini sayısız eserde bulmuştur. Yüzlerce akademik çalışma ve yayın ile belgelenmektedir.

Ben kentlerimiz ile ilgili ne zaman bir şeyler öğrenmek istesem, düşüncelerimi tartmak istesem çok sevgili Prof. Dr. Murat Güvenç ve Prof. Dr. İlhan Tekeli kaleminden çıkanlara başvururum. Güvenç, göç olgusunu ve kentleşme üzerindeki etkilerini veri tabanlı incelerken buradan sosyolojik çıkarımlar sunar; Tekeli ise daha iyi bir kent ve toplumsal yaşamın sözcüsüdür, kurduğu vakıf özelindeki çalışmaları değerlidir. Her iki hocamızı burada belirtmek istememdeki sebep, konu hakkında daha meraklı olan okuyucularımın bu iki ismin değerli çalışmalarına bir göz atmasını sağlamak.

Şu ya da bu şekilde, istisnalarına rağmen, insanlık kent ile yoğrulan bir mayadır. İnsanlık kültürü mü kenti şekillendirir yoksa kentin yapısı mı insanı yoğurur; bu da yaman bir konu. Her ikisini de destekleyen onlarca tez var. Bildiğim tek şey bu konunun çetin bir cephe olduğu. Kenti yapan artık sadece içinde yaşayanlar değil. Dolayısı ile uzun süredir bu cephede kaybedenin, tüm mücadelesine rağmen sonradan insanlar olduğunu söylemek mümkün. Peki Kenti kim yapıyor?

Kentten önce sanırım “yer” vardı. Yaşamsal ihtiyaçları sebebiyle su kenarlarında ve verimli ovalardaki tarımsal alanlarda kurulan yerleşik düzen, ortak ihtiyaçların giderildiği merkezleri ile kimi yerde köylerden kentlere evrildi. Ticaret ile gelişen yollar bu merkezleri birbirine bağlarken, bu rotadaki tüm merkezler büyük ölçüde zenginleşti. Zenginlik beraberinde rekabeti, rekabet ise üstünlük savaşımını getirdi. Bugünkü kent kavramı, aslında çok eski tarihlerde güvenlik adına yüksek duvarlarla örülü kalelerden geliyor. Çinlilerin Büyük İskender korkusundan ördükleri setler ile Trump’ın Meksika sınırında ördürdüğü duvarlara kadar insanlık bir arpa boyu yol kat edebilmiş mi acaba?

Bir yerleşim yerinde en eski yaşayanlara yerli diyoruz. Kentleştikçe yerlilerin yerlerine konuyor, yerliyi yerinden ediyoruz. Tüm bir Amerika kıtasının veya Afrika’nın veya Anadolu’nun hikayesi hep aynı kapıya çıkıyor. Yerinden edilmiş yerliler ve onların yaratımları, yaşamları üzerinde yükselmiş güç ve servet. Kent ve suç ağları kafamızı nereye çevirsek orada; bilgi çağında pekala gün ışığında. Kimimiz derinleşerek, sorgulayarak, kabul ederek ve anlamaya çalışarak daha iyi bir varlık olmak üzere irdeliyor, kimimiz bana ne diyerek geçiyor. On yıl önce rant projesi uğruna yerlerinden edilen Tarlabaşı sakinleri ile bugün İstanbul’da mülk sahibi olan veya kiralama yaparak rayiçleri yükselten yabancıların İstanbulluları barınma sorunları adına zor bırakması temelinde aynı suyun yoludur.

YAPMAK İÇİN YIKMAK

Güç sadece servet değil, stratejidir biraz da. Hala bitiremediğim Peter Frankopan’ın The Silk Roads isimli, bana göre muhteşem eserinde, tarihte yok olan kentlere değiniyor yazar. İpek yolu üzerinde kalkınan ve fazla güçlenen kimi kentlerin bugün ismini bile duymuyoruz. Kitapta bunların Avrupalı stratejilerle nasıl da yok edildiği anlatılıyor. Ticaretin yolunu değiştirdiğinizde koca bir kenti yok edebilirsiniz. Kenti önemli ve eşsiz yapan o yollar ve limanlardır. İstanbul gibi coğrafi bir geçiş yeri üzerindeki kentin kaderini bu nedenle sorgulamak bana anlamsız bir çaba gibi gelir. Üzerinde kurulduğu boğaz hattı bu kentin hem cennetimsi güzelliği hem de celladı değil de nedir?

İstanbul sürekli olarak inşa ediliyor. Aslında Türkiye öyle. Kendimi bildim bileli, yani yarım asırlık yaşamım boyunca bu inşa faaliyetinin gözlerimde kulaklarımda olmadığı gün azdır. Sadece yapmıyoruz. Yıkarak yapıyoruz. Prof. Dr. Uğur Tanyeli bu yıkımı anarjist bir eylem olarak tanımlıyor mimarlığa ve mimarlara odaklanan kitabında. Yıkımın şiddet içeren bir eylem olduğu konusunda hemen herkes uzlaşabilir de yapımın şiddeti üzerinde nedense duran pek az kimse vardır.

Türkiye, görece yeni bir ulus olduğundan, bu yenilik kavramı “olumluluk” anlamında işlemiştir tüm ulusun genlerine. Osmanlının yıkıntılarından ve Anadolu’yu yıkarak kurulduğundan mıdır nedir, yıkmak ve yenisini yapmak takdir alır bu coğrafyada. Oysa yeni olan da, yapılan da bir hayli şiddet içerebilir. Dubai bana hep vahşi gelmiştir bu nedenle. Bakınız çirkin demiyorum. Yabani demek istiyorum biraz. Türkiye de böylesi bir yapım şiddeti içerisinde. Son hükümetin rant ekonomisi, bu yapımı daha da vahşileştirdi. Yapmak için yıkmak, nerede ise olağan hale geldi.

Yeninin koşulsuz olarak daha iyi ve daha güzel bulunduğu bir kültürde, eski olan da çirkin ve değersizdir; çirkin olan pekala yıkılabilir. Bitmek bilmeyen bir yıkım içerisinde yaşarken, empati yapmaya çalışıyorum yıkanlara ve bu yıkımı yapanlara. Kuru kuru veryansın etmek yerine anlamak, anlamlandırmak adına daha önemli çünkü. Biz tasarımcılar ancak problemi ne kadar iyi tanımlarsak, o kadar iyi çözümlere ulaşabiliriz. Yüzeysel tanımlar, kötü sonuçlara gebedir. Toplum olarak henüz hala problemi tesbit aşamasındayız. Aksiyon alacak fikirleri ortaya koyabilen çok az. Yapılan çalışmalar belgeleme niteliğinde - ve yarattığı bilinç ve farkındalık adına çok değerli- ama artık bir sonraki aşamaya geçmenin zamanı gelmedi mi? Harekete geçmek için daha kaç bina yıkılacak?

Sizlere bu satırları yazdığım hafta içerisinde Ankara’nın simge yapılarından Tenis Kulübü de yıkıldı. 1954 yapımı olan ve Reha Ortaçlı imzası taşıyan bu dönem yapısının yıkımı kuşkusuz tam da Tanyeli’nin tanımladığı üzere anarjik bir eylemdi ve orada anıları olan insanları üzüntüye boğdu.  Bu yıkım, anarşik olmasının haricinde ideolojik de, zira bu yapı, 1936 yılında İtalyan mimar Paolo Vietti imzalı 19 Mayıs Stadyumu’ndan geriye kalan son yapıydı. Cumhuriyet döneminin ilk simgesel yapılarından biri olan bu stadyum da yıkılmıştı. Mimarlar odası bir “başsağlığı” mesajı yayınladı. Kimi akademisyenler sosyal medya başta olmak üzere çeşitli mecralarda tepkilerini dile getirdiler. İşlenen suçun büyüklüğüne karşılık bu birkaç çaba elbette cılız kalıyor. Gazeteci kimliği ile yapıların hikayelerini bizlere sunan Nilay Örnek yine geçtiğimiz hafta Zeki Sayar imzası taşıyan ve kimse istemediği halde yıkıma uğrayan Batum Apartmanı’nı gündeme getirdi. Suç mahali çok.

TASARIM VE SUÇ

Yıkımın ardında en büyük suçlu siyasi erk olarak görünse de siyasetin yaptığı aslında çeşitli mekanizmaları işler hale getirerek sermayenin bu yıkımları yapmasına olanak sağlamak; bir bakıma vanayı gevşetmek. Bu yıkımları bazıları istemiyor ama yerine yeni olanı yapmak isteyenler istiyor. Söz konusu yeniyi inşa eden, toplumun içindeki güç sahibi. Kentsel dönüşümün vanası açılınca, mal sahiplerinin eski olanı nasıl da yeni olanla değiştirmek için yarıştığını görelim. Bu arzu, önüne geçilemez bir insan aç gözlülüğü. Üç beş metrekare genleşmenin karşısında ne bellek ne tarih duramaz sayın okuyucu. Kendi tarihimizi ve belleğimizi yıkan ve yerine asla onlar kadar iyisini koyamayan bu eğilim, kendimize karşı işlediğimiz en büyük suç. Sizlerin arasında da belki bu suça ortak olanlar var ve olacak da. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlerde mimari miras olarak görülen pek çok yapı yıkılırken içiniz cız ediyor belki, ama belki 50 yıllık apartmanız yıkılıp yerine yenisi yapılırken o kadar da sorun etmediniz; etmeyeceksiniz? Kim bilir? Aynı, kayalıkların üzerinden denize doğru inşa ettirdiğiniz o muhteşem tasarımlı konutunuz gibi. Siz suçlusunuz, tasarım da suç ortağınız.

Hal Foster, Tasarım ve Suç başlıklı eserinde nasıl da güzel anlatır, yenik düştüğümüz arzularımızı ve tasarımın tüm bunların ortasında nasıl da heybetle var olduğunu:

Tasarım tamamen arzu ile ilgilidir, ancak garip bir şekilde bu arzu bugün neredeyse öznesiz veya en azından eksik görünüyor; yani tasarım, tamamen görüntüden oluşan ve içselliğin olmadığı yeni bir tür narsisizm geliştiriyor gibi görünüyor. Öznenin yüceltilmesi ve aynı zamanda onun ortadan kaybolması. Zavallı, küçük, zengin adam: Bütüncül tasarım ve internet bolluğunun neo-Art Nouveau dünyasında "yaşamaktan ve çabalamaktan, gelişmekten ve arzu etmekten nasıl da alıkonuldun".

Yıktıkça ve yenisini yaptıkça, daha da iyi hissetmiyor ve arzularımızı tatmin etmiş olmuyoruz Foster’a göre. İnsan arzusu hep daha fazlasını, daha yenisini istiyor. Bu bakış açısı değişmedikçe kentsel suç kaçınılmaz ve kimse sandığı kadar masum da değil.

Kent mi insanı, insan mı kenti şekillendiriyor? Bu soruya geri dönersek, birbiri etrafına gittikçe dolanarak, bir daha açılması imkansız bir yumak biçiminde büyüyen iki varlık olarak tanımlayabiliriz belki kenti ve insanı. Bu bir çelişkiler yumağı. İkisinin yarattığı kültür birbirinden bir hayli uzak ve zıtlıklarla dolu. Eh birbirlerini kırıp döküyorlar haliyle. Zıtlıklar birbirine karşı daha büyük bir çekim gücü ile bağlanırlar. Birbirleri olmadan var olamazlar. Kent insana kötü davranıyorsa, insan onu öyle tasarladığından. İnsan kendi yoksunlukları ve hataları için hep bir başka özneyi suçlama eğilimindedir ya, daha iyi hisseder böylece, işte kent ile ilişkisi de biraz öyle. Kent insanın kendi kendine işlediği suçtan başkası değil aslında.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi