Kuzeyden esen rüzgar: İskandinav tasarımı

Geçtiğimiz hafta UNESCO tarafından Dünya Mimarlık Başkenti ünvanı verilen Kopenhag’dan bahsedince Kuzey rüzgarları esmeye başlamıştı. Dünyanın tasarım tarihinde haklı bir yeri olan İskandinav tasarımı hakkında birkaç düşünce paylaşayım bu hafta da.

20. yüzyılın başları ve iki dünya savaşı, insanlık üretimini el işçiliğine dayalı zanaatlardan makineye ve endüstrileşmeye geçiren dönem. Böylece fiziki çevremiz bir bakıma özgünlükten, sanatsal arayıştan, el işçiliğinin verdiği o paha biçilemez değerlilikten sıyrılıyor. Standardizasyon, toplu üretim geliyor. Estetiğin kodları modern dünyada tek tipleşmek üzere değişiyor. Tasarımın tarihi buradan başlıyor.

Geçenlerde biri sosyal medyada yazdığım bir yorumun altına “Tasarım sanat değil midir zaten?” diye yazıverdi. “Tabii ki değil!” diye cevap verdim. Yazanı haklı bulmuyor da değilim. Toplumumuzda sanatın ve tasarımın bilinci henüz yok; neyin sanat neyin tasarım olduğuna ilişkin çok da kafa karıştırıcı hamleler var. Doktorların bile kimi yerde gerçek bir doktor olmadığı, batık tekstilcilerin İtalyan şef olabildiği ve alkışlanabildiği bir ortamda, tasarım gibi önceliksiz bir meselenin halini hayal edersiniz.

Yüzyıllık Cumhuriyetin içerisinde pek çok konuda kafa karışıklığımız var. Türkiye’nin endüstrileşme devrimi başarıya ulaşamadığı için bu karışıklık belki de normal. Türkiye’nin Avrupa ile ilk yol ayrımı belki de tarihin bu noktasından iki dünya savaşının yaşandığı yıllardan ve sonrasından ayrılıyor en keskin biçimde. Avrupa’nın yıkımı çok büyük, yeniden, hızla ayağa kalkmak için büyük çabası var. Savaş sebebi ile ortaya konmuş öyle çok yeni teknoloji, yeni malzeme var ki, bunların tümünün günlük yaşama intikal etmesi gibi bir oluşum var. Avrupa içgüdüsel olarak kalkınırken, bizim coğrafyamızda Birinci Dünya Savaşı büyük bir yıkım zamanını, İkinci Dünya Savaşı ise, savaşa katılmamamıza rağmen dış politikada gerilimli zamanları, yurt içinde ise ideolojik eğilimlerin arttığı, ekonomik ve sosyolojik olarak olumsuz etkilerin büyük olduğu bir zamanı işaret eder. Avrupa sağlam temelleri üzerinde, bilimle, teknoloji ile, yaratıcılık ile tam bir şahlanma dönemine geçerken, Türkiye’de kafa karışıklıkları çoktur. Üretim ve üretime bağlı olarak her türlü tasarımın gelişimi coğrafi, ekonomik, sosyolojik ve siyasi gelişmelerle göbekten bağlıdır. Türkiye’nin tüm bu alanlardaki istikrarsızlığı, sanıyorum bugün tasarım atmosferinin içerisinde bulunduğu bu kaybolmuşluğu en iyi açıklayan çıkarımlardan biri olsa gerek.

Bunun tam tersi bir örneği anlatacağım için kendimizden başladım. Tüm Avrupa 20. Yüzyılın başlarından ortalarına kadar böyle bir “gelişim” koşusu içindeyken, Kuzey Avrupa bu gelişimi kendi kültürel normları içerisinde en iyi yorumlayan bölge oldu. Kuşkusuz gerek Amerika’da gerekse Avrupa’da günümüze dek devam eden çılgın üretim, rekabet ve tüketim kültürü bugün gelişimden sayılmıyor. Kimileri tüm sistemini yenileyerek, kimisi mış gibi yaparak yeni çağın değerlerine ayak uydurmanın ve daha “sürdürülebilir” daha “duyarlı” daha “katılımcı” olmanın yollarını buluyor. Devir hesaplaşma devri ve yeni nesil sorumsuz üretimin hesabını sert bir biçimde sorgularken bunların tümü elzem. Kuzey Avrupalı, bir başka deyişle İskandinav tasarımı böyle bir dönüşüm içine bile girmiyor; çünkü kodları baştan böylesine duyarlı, doğaya ve çevreye saygılı, sürdürülebilir, kapsayıcı ve katılımcı yazılmıştı.

Snohetta tarafından Alexandria kütüphane binası.

İskandinav tasarımı denince akla beş kuzeyli ülke gelmeli: Danimarka, Norveç, İsveç, Finlandiya ve İzlanda.

Tüm dünyada ve başta Avrupa’da söz ettiğim sebeplerle boy gösteren modernleşme, inovasyon ve yükselen tasarım kavramları hakimken İskandinav ülkelerinin tasarımcıları bu alanların tümünde devrim yaratan ve bugün tasarım tarihine geçmelerini sağlayan yaklaşımları ile öne çıktılar.

Nedir bu yaklaşımın özelliği diye soracaksınız. Öncelikle İskandinav tasarımcılar yaşadıkları doğayla ve ondan elde ettikleri malzemeyle bütünleştiler tasarımda. El işçiliğinden makine üretimine geçişte, atalarından gelen zanaat becerilerini makineleştirdiler, makinenin sunduklarına eğilmediler.

Bir tasarım klasiği olan Panton Chair, Verner Panton.

Bugün çağımızda bile büyük bir yol ayrımı değil mi bu? Makinanın sunduğu ve yapabildiği ile mi yetineceğiz, yoksa kendi yapabildiklerimizi kusursuz yapabilen makinalar mı üreteceğiz?

Bilirsiniz birçok alanda, o alanın öncüsü olan markalar, o fonksiyona, o ürüne de ismini verir. Çoğumuz için kağıt mendilin adı Selpak’tır. Selpak kağıt mendil üreten ilk marka olduğu için bu alana da adını vermiştir. Jilet aslında Gilette markasıdır. Temizlik için kullanılan Vileda da aslında bu ürünü ilk üreten veya yaygınlaştıran markaların ürün ismine dönmüş halidir. ChatGPT de sanıyorum AI uygulamaları için böyle bir isim oldu. Sayıları yüzlerce olan AI uygulamalarının tümünün isimini bilmiyoruz ve kimi yerde ChatGPT diyerek dermanımızı anlatıyoruz. Bir makine ara yüzü olarak ChatGPT mi daha iyi yoksa diğerleri mi? Örneğin Google’ın gelişmeler üzerine yeniden uyandırdığı ve halen bir “deney” olarak sunduğu Bard kendini ChatGPT’ye göre, onun yapamadıkları üzerinden konumlandırıyor. Bard, ChatGPT’nin hafızasının 2021’de durmuş olmasına buna karşılık kendisinin güncel içerik sunabildiğine vurgu yaparken (bence çok önemli!) daha insancıl özelikleri ile de öne çıkıyor. Bard’ın ardındaki Google gücü ile daha geniş ekonomik ve data erişimi imkanları bir yana, onun birkaç dilde birden iletişim kurabilmesi, şarkı sözü veya şiir oluşturabilmesi, kullandığı dilin insanlarınkine daha yakın, rahat ve gündelik bir dil olması, sorunuzu yöneltirken içinde bulunduğunuz durumu algılayabilmesi (bunu anlatabilmem gerçekten zor, anlatılmaz yaşanır diyelim) gibi özelikleri diğerinden farklı kılıyor.

İskandinav tasarımının en bilinen örneklerinden biri Ejka isimli lambadır ve Dyberg Larsen tasarımıdır

İskandinav tasarımı da pek çok özelliği ile Avrupalı tasarımdan farklı. Malzemeyle doğrudan ilişkide olan bir estetik anlayışın ön planda olduğu bu tasarım yaklaşımında diğer bir öncelikli konu fonksiyon. Kuzeyliler azla yetinmeyi biliyorlar. Bir ihtiyaç için ne kadar gerekiyorsa sadece onu ortaya koyuyorlar. Bu özellikleri ile diğer tüm nesnelerden ve mekanlardan daha az, daha sade, daha yalın olabiliyorlar.

Beni ve görebildiğim kadarı ile çevremdeki pek çok kişiyi de etkilemiş Sucession dizisinde bu bahsettiğim gerçek ile ilgili bir sahne vardı. Roy ailesinin iş görüşmeleri yaptığı Norveçli Lukas Matsson’un daveti ile gittikleri İskandinav zirvesindeki otel ve oradaki deneyimleri kültürlerarası farkın kinayesi için enfes bir seyirlikti. Kendall muhteşem manzaralı ve tam bir İskandinav tasarımı ürünü olan odasında kardeşi ile konuşurken bu mekanı beğenmez, küçük görür ve anlamaz bir tavırdadır; kardeşine “senin odan da benimki kadar küçük mü?” diye sorar.

1958 yılında Arne Jacobsen tarafından SAS Royal Hotel Copenhagen için tasarlanan Egg Chair, dünyanın kült tasarımları arasında yerini aldı.

İskandinav tasarımı böyledir. Amerikalı görgüsüzlüğünden, Fransız tasarımının seçkinliğinden, lüksünden ve ışıltısından, İtalyan tasarımının renkliliğinden desenlerinden, İspanyol tasarımının rustikliğinden veya Asyalı tasarımın donukluğundan uzaktır. Üstün kalitede, sadece yeteri kadar üretilmişken size maksimum konforu ve fonksiyonu da sağlar. Kimi yerde diğer tasarımlara göre ekonomiktir de.

1930’larda bu coğrafyanın öncü tasarımcıları olan Alvar Aalto, Arne Jacobsen, Verner Panton gibi isimler, bu stilin en önemli ve tarihi örneklerini yaratıyorlardı. 1951-70 yılları arasında düzenlenen The Lunning Prize isimli ödül programı İskandinav tasarımının Avrupa’da duyulmasına ve fark edilmesine öncülük etti. Ancak asıl  yaygınlaşma 1954 yılında Brooklyn Müzesi’nin İskandinav tasarımı isimli bir sergi açması ile gerçekleşti. Daha sonra 3.5 yıl süre ile Amerika’nın diğer eyaletlerini ve Kanada’yı dolaşan bu sergide yaklaşık 700 kadar eşya İskandinav ülkelerinin tasarımcılarının imzası ile sergilenmekteydi. 20 Nisan 1954 yılında gerçekleşen açılış töreninde kuzeyli ülkelerin her birinden diplomatlar da hazır bulunmuşlardı.

İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya’yı tasarım vesilesi ile bir araya getiren bu girişimde, serginin küratörü anılmıyor. Serginin mimari yapısının bir Danimarkalı’ya ait olduğu, üretimin ise İsveç’te yapıldığı belirtiliyor. Serginin 3 yıllık macerasını da ilgili devletlerin çeşitli fonları karşılamış olmalı.

Görüyoruz ki İskandinav tasarımının ardında, bölgenin bireyler tarafından ortaya konan tasarım çizgisinin yanı sıra istikrarla uygulanan bir ödül programının ve  dünyayı dolaşan kapsamlı bir sergi olan “Design in Scandinavia”nın da büyük rolü var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi