SUYUN ÜZERİNDE: SIDE BY SIDE

Küresel salgının en fazla etkilediği olaylardan/etkinliklerden biri Venedik Bienali Mimarlık sergisi oldu. 22 Mayıs tarihinde kapılarını açan sergiler, 21 Kasım’da sona erecek. Küratör Hashim Sarkis tarafından “Birlikte nasıl yaşayacağız?” sorusu etrafında toplanan mimari üretimlerin arasında Türkiye’den Han Tümertekin de var.

Abidin Dino’nun yarattığı her eser benim için eşsizdir de, Sinan için yazdığı ve “Düşsel Bir Yaşamöyküsü“ olarak nitelediği, ve ölümünden az önce el yazısı olarak Zeynep Avcı’ya teslim ettiği eserini hep ayrı tutarım. Bu eserde Dino hakkında yapıtlarından başka nerede ise hiçbir şey bilmediğimiz Mimar Sinan’ın özel yaşamına dair bir kurmaca sunar çünkü.

O’nun muhtemelen 16-17 yaşlarında devşirme olarak Kayseri’den İstanbul’a olan yolculuğunu okurken daha başlarda, mimar değil; insan Sinan ile tanışırız bu kurmacada. Ermeni ve Rum bir ailenin oğlu olduğu belirtilen, kimi kaynaklarda gerçek isminin Joseph olarak geçtiği, kiminde ise Simon olduğu söylenen bu koca mimar hakkında aslında hiçbir şey bilmediğimiz gerçeği ile yüzleşiriz.

Doğduğu eve, tarihe, ailesine, aşklarına dair hiçbir şeye kıymet vermediğimiz bir insanı, savaşlarda hayat kurtaran köprüleri, yükselttiği yapıları ile bilir ve öylece kendimize mal ederiz, kolayca.

Dino’nun Sinan’ında, yaşadığı yerden kopup yeni hayatı için haftalarca yol yürümüş olan Sinan, İstanbul’a ilk kez vardığında Üsküdar sahilinde soluklanmak için kıyıya oturur. İlk kez geldiği ve tüm hayatında sonradan önemli bir rol oynayacak bu kenti Üsküdar tarafından heyecanla izler. Karşı kıyılara, boğazın sularında savrulan kayıklara bakar ve belki de düşler. Bu kıyı sonradan, belki de aşkla yaptığı söylenen, Mihrimah Sultan Camii’ni konduracağı yerdir aynı zamanda.

SUYUN CANI

Kente suyun üzerinden, yanı başından, öte tarafından bakmayı önemserim. Her günümün azımsanmayacak bir vaktini buna ayırırım. Araya su gibi bir katman girdiğinde, kentin içinden değil, dışından bakıyor gibi olursunuz. İçerideyken görülemeyen, içindeyken anlaşılmayan böylece daha açık olur.

Su ile komşu kentlerin böyle bir farklılığı var. Bu kentlerin su ile nasıl yaşadıklarını düşünürüm. Suyu ne kadar içlerine aldıklarını, ne kadar benimsediklerini, ona ne kadar mesafede durduklarını, ona ne kadar saygı duyduklarını incelerim.

Henüz kentlilerin istila etmediği kıyı köylerinde su gündelik yaşamın bir parçasıdır. Kalabalıklaşma ve yapılaşma başladıkça en çok suyu ve suyun içindeki doğal yaşamı göz ardı ederiz. Pis suyu akıtmak, çöpü atmak, kuyular açıp kurutmak, dolgu yapmak, altından tüneller, üstünden köprüler geçirmek ve tüm bunlar için, suyu delik deşik edip kanatmak. Sözde medenileştikçe tüm yaptığımız aslında bu.

Su delik deşik olur mu saçmalama! demeyin lütfen, yaralarını hızla kapatıp görünmez kılmak delik deşik olmadığı anlamına gelmiyor bana göre. Elbet su da delik deşik olur ve yaralanır.

Ne tuhaf ki suya methiyeleri ancak Marmara denizi musilaj felaketi ile karşılaşınca, Tuz gölü kurudukça, Salda istila edildikçe diziyoruz. Son yıllarda yükselen sesler, keşke daha önceleri yükselseydi. Yükselmedi, çünkü kimse şu ya da bu şekilde masum değil.

Su canlıdır. Bizim kadar canlı, yaşayan bir organizmadır. Belki de insana en benzettiğim canlıdır benim. Suyu sevmek ve onu korumak için, bir canlı olarak suya saygı duyabilmek için onunla birlikte bir yaşam sürmemiz gerekiyor. Çocuklarımızı su kenarına götürüp onlara bu canlıyı anlatmamız, öğretmemiz gerekiyor. Vapurda hunharca suya çöplerini atanlara tepki göstermemiz, onları uyarmamız gerekiyor. Suya atıklarını boşaltan sanayiciye, öyle cılız değil, yüksek sesle tepki vermemiz gerekiyor. Su canlıdır ve aynı zamanda bizim canlılığımızın da teminatıdır.

İstanbul gibi muhteşem bir kentte en çok sınıfta kaldığımız konu su ile birlikte yaşamak. Ortasından dünyanın sayılı boğazlarından biri geçen, Karadeniz ve Marmara denizinde kilometrelerce kıyısı olan bu kentte, suyu anlayamamış, suyu benimseyememiş nesiller olarak talihsiz bir yaşam sürüyoruz.

Tarihten bu yana Boğaz boyunca yapılan saray ve konak kültürü, tüm boğaz hattını nerede ise insanlardan koparıp özel mülkiyetin kullanımına verir. Devlete ait yapılar da çoklukla kıyıda konumlanmıştır. Tarihin en önemli liman ve ticaret kentlerinden biri olan İstanbul, bu fonksiyonu ile kıyı şeridinde ve üzerinde konteynerlerin, yük gemilerinin, siloların konumlandığı bir yüzer katmanlar sahnesidir aynı zamanda.

VENEDİK’TE BİR İSTANBUL PROJESİ: YAN YANA

Son dönemde yapılan projeler ve daha önemlisi mimarlık ve kent araştırmalarının sağladığı katkılarla, tam bir dönüşüm sağlanmasa da, kentin su ile olan ilişkisini sorgulamak ve hatırlamak, ne olması gerektiği hakkında fikir sahibi olmak mümkün oluyor. Hiçbir şey için geç değil.

Bu konunun ilham verdiği çalışmalardan biri bu günlerde devam eden Venedik Mimarlık Bienali’nin Arsenale’sinde kendine yer buldu. Mimar Han Tümertekin’in küresel salgının çok öncesinde projelendirdiği  Side By Side,( Yan Yana)  suyun üzerinden Arsenale limanına bakmayı, ve belki de suya bakarken Sinan gibi düşler kurmayı sağlayan bir  kentsel müdahale olarak sergileniyor.

Küratör Hashim Sarkis’in daveti ile Bienalde iş üretmek üzere yer alan Tümertekin, bu projesinde Ayfer Bartu Candan, Mert Kaya, Tuna Ortaylı Kazıcı Sena Özfiliz, Hayriye Sözen, Hakan Tüzün Şengün, Ahmet Topbaş ve Zeynep Tümertekin ile birlikte çalıştı.

Suyun üzerine doğru uzanan basamaklar, Arsenale’yi gezenlerin bildiği üzere, limanın en uç noktasına gelindiği ve oldukça yorulunan bir noktada, insanlara oturma, bekleme, dinlenme olanağı sunuyor. Yapı suyun üzerinde hem ileri doğru hem de farklı bir kotta konumlandığından, insanlar her zamankinden farklı bir açıdan su ile temas ediyor. Bekleme saatleri uzayabiliyor, sohbetler ve buluşmalar burada gerçekleşebiliyor. Böylece su, yaşamımızın bir kesitine sızabiliyor. Göz ardı edemeyeceğimiz bir canlı varlık olarak ayaklarımızın altında, bakışımızın ilerisinde yer alıyor. Bir iskelede veya teknede hissettiğimiz gibi, ama ondan da oldukça farklı bir deneyim bu.

Tümertekin projesinin en önemli sorusunu şöyle anlatıyor:

İstanbul, su ile bölünmüş bir şehir, yani bir Boğaz. Deniz ve karanın aynı seviyede buluştuğu, şehrin kıyılarında canlı bir kamusal yaşam sağlayan eşsiz bir coğrafya. Bu coğrafya aynı zamanda sakinlerin şehirdeki günlük rutinlerinin bir parçası olarak Boğaz'ı çaprazladıkları bir dizi geçiş alanı da sağlıyor. Bu gündelik kentsel hareketliliği, geçiş alanlarını ve kentsel seyahati gözlemlemek ilham verici. İnsanları daha önce bir arada yaşamadıkları yerlerde yan yana getirmenin olanaklarını ve potansiyellerini keşfetmek de zordur. Çeşitli insan gruplarını yeni biçimlerde bir araya getirmek ve yeni öngörülemeyen karşılaşmalar -suyun kenarlarında yeni bir mekansal sözleşme- mümkün kılmak mümkün mü?

Sevgili Han, her ne kadar İstanbul’un kıyı şeridindeki kentsel hareketliliğinden ilham aldığını belirtse de, bu durum kentin sadece belirli semtleri için geçerli. İstanbul, kalabalık nüfusu ve yüzölçümü düşünüldüğünde su ile barışık olamayan bir kent. Tarihten bu yana bilinçsizce konumlanan yapılar ve kentin içinde günlük yaşamın artık kaçınılmaz bir parçası haline gelmiş olan yapılaşma faaliyeti, suya olan saygımızı gün geçtikçe yitirmemize de sebep oluyor.

Projenin önemi tam da burada ortaya çıkıyor.

İnsanların suyu fark etmesi için Side by Side gibi, bir araya gelecekleri. Suyu izleyebilecekleri ve onlara onu sevme ihtimalini sağlayabilecek tasarım katkıları oldukça elzem. Yaşadıkları yeri seven ve beklenmedik biçimde yan yana gelen insanlar, birbirlerini de tanıdıkça sever ve saygı göstermeye başlarlar belki. Tasarım bunu tetikleyebilecek bir güce sahip ve Tümertekin’in projesi bunun çok başarılı bir örneği.

Umuyorum Side by Side, Venedik’ten sonra İstanbul kıyılarında konumlanır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi