Yaşam standartlarımız ne?

Tasarım kavramını tanımlarken sıklıkla insanların yaşam kalitesini yükselten, standartlarını daha insancıl ve yaşanabilir bir düzeye getiren ürünler ve bu ürünlerin yaratım ve üretim süreçlerini kapsayan bir iş olduğundan bahsederiz. Yaşam standardımız hakkında iyice endişeye kapıldığımız bu günlerde, doğal olarak standart nedir? diye soruyorum kendime.

Kubit metresini hiç duydunuz mu? Asıl ismi Royal Cubit’tir. Uzunluğu bugünkü ölçü sistemi ile 52,92 cm olan bir ahşap çubuktur. Bu uzunluk, Mısır firavununun dirseği ile orta parmağı arasındaki ölçü imiş!. Latince “cubitum” kelimesi dirsek ve uzanmak anlamına geldiği için bu kelime seçilmiş, sonrasında da yüzyıllarca bir ölçü birimi olarak kullanılmış. Ölçü birimleri insanların standartlaşma çabasının ilk somut çıktısıdır. Kubit insan bedeninden yola çıkan bir ölçü olarak, insandan insana, dolayısı ile bölgeden bölgeye değişse de aşağı yukarı aynı ortalamalarda dolaşan bir birimi temsil ediyordu. İngiltere Kralı 1. Henry’nin kendi hükümdarlığı süresince “ell” ismini verdiği kendi kubit ölçüsünü kullandırttığı biliniyor! Tarihe bakarak kimseye kötü örnek olmak istemem tabii, ama gidişatımız pek iyi değil hani söyleyeyim.

Ölçü birimleri insanlar ve topluluklar arası ticareti dengeleyen ve adil hale getiren bir gereksinimdi. Bugün bildiğimiz anlamda standartların doğuşu endüstriyel üretimin artışı ile farklı bir ihtiyaç olarak ortaya çıktı.

Kimileri demir yollarının bu alanda etkili olduğunu söyler; döşenecek rayların uzunluğu, onlara uyumlu tekerleklerin, vagonların tasarlanması temelde bir modüler tasarımdır. Modülerlik, diğer bir deyişle tek bir birimin çoğul halde bir araya gelerek daha büyük bir şey yaratma biçimi, standardizasyon olmadan yapılamaz. Daha önce kutu kutu yaşamlarımızı, yine gazetemizin bu sayfalarında Bento Box’lardan apartmanlara anlattığım bir yazımda, bir ürünün ambalajının kübik formunun ve oranının onu çok sayıda koyacağımız karton kolininki ile ve bu karton kolilerin bir araya gelme halinin kamyonların kasa ölçüleri ile, bunların tümünün uluslararası taşımacılıkta kullanılan konteynırlar ile olan göbek bağını anlatmıştım.

İstanbul’da Boğaz’da oturup da, her gün önümüzden ağır ağır süzülen şileplerin tüm dünyanın malını taşıdığını düşlememek mümkün mü? sizi bilmem ama ben şilepleri gördükçe şileplerin açık denizlerde yüzmesi gibi bir merak denizinde buluyorum kendimi. Bir defasında merak edip bu konteynırların patentini ilk olarak almayı akıl eden (1950) Amerikalı taşımacılık şirketi sahibi Malcolm Maclean’e şapka çıkarmıştım. Dünya tarihinde İngiltere bana hep aklı ve düşünceyi, söz gelimi Almanya teknolojiyi ortaya koyan, ancak Amerika ise zihin kıvraklığı ile bunları işleyen ve serveti oluşturan ülke olarak görünür. Avrupa ne kadar kural koyucu ise, Amerika o kadar girişimci ruhludur çünkü.

Kübik evlerimizde kübik beyaz eşyalarımızla kurduğumuz kübik bir yaşamın içindeyiz ve bunların tümü aslında belirli standartların bir sonucu.

Aynı kubit metresi gibi, tarih boyunca endüstrileşen toplumda zamanla herkes kendi standartlarını oluşturmaya başladı ama tabii bu bahsettiğim ticaret ve taşımacılık ağı içerisinde pek çok soruna yol açınca, üretimdeki standartların global ölçekte de belirlenmesi bir zorunluluk halini aldı.

İlk standart enstitüsü İngiltere’de BSI (British Standards Institute) ismi ile kurulduğunda tarihler 1901’i gösteriyordu. Kolonileri ve endüstriyel üretimi ile birlikte dünyada geniş bir ticari ağa sahip olan Birleşik Krallık, yarım asır boyunca üretimin standardını yöneten ülke coğrafya oldu.

Savaş sonrası Avrupalı üretim dünyaya açılmak zorundaydı, 1947 yılında Londra’da düzenlenen bir konferans sonrası bugün ISO olarak bildiğimiz ve pek çok ürün üzerinde bir kod olarak görebildiğimiz International Standards Organization for Standardization kuruldu.

Her ürünün farklı olabildiği, her firmanın kendi standartları koyabildiği, taşımacılık şirketlerinin kendi standartlarında ilerlediği bir ortamda ISO, 1948 yılında, vidalar ve bağlantı elemanları için metrik ölçüleri belirleyen ilk standart belgesinin esaslarını yayımladı: ISO-261.

Taşımacılık alanında standartlaşma ile büyük başarı sağlayan Maclean, 1960 yılında hazırladığı tüm tasarımları ve belgeleri ISO’na bağışladı; o günden bu yana bu tasarımlar ücretsiz olarak kullanılabiliyor. Bu sayede o gün için geçerli olan taşımacılık maliyetleri inanılmaz biçimde ekonomikleşti ve böylece standartlaşma tarihte global ticaretin de başlangıcı sayılır oldu.

Standartların yararı öylesine etkili oldu ki, bunların sadece teknik ve üretim alanlarında değil, iş ve hizmet süreçlerinde de kullanılması kısa zaman içerisinde benimsendi.  Dev şirketler verimliliği arttırabilmek, global dünyada global pazara uygun ticaret ilkelerini oluşturabilmek için çeşitli kalite programları oluşturarak kurum standartlarını belirlediler; bunların bazıları başka şirketlere ve organizasyonlara ilham verirken, ISO bu kez bu alandaki 9000 sayılı standardını ilk kez 1987 yılında ortaya koydu. İşletmelerin ürün ve hizmet kalitelerinin standardı olarak belirlenen bu kurallar bugün ISO9000 ailesi olarak biliniyor ve dünya üzerinde milyonlarca şirket bu belgeye sahip olarak kendilerini kaliteli bir işletme olarak konumlandırabiliyorlar.

ISO’nun da tanımladığı üzere işletmelerin kalitesi için yedi tane özellik ortaya konulmuş. Bunlar QMP olarak anılır (Quality Management Principles).

Bunlar, Müşteri odaklılık, Liderlik, İnsanların katılımcılığı, Süreç yaklaşımları, Gelişim,

Kanıt odaklı sorun çözümü ve İlişkilerin yönetimi olarak belirlenmiş. Bir kuruluşun kalitesi bu başlıklar altında ölçümleniyor ve belirli bir ISO standardını karşılayıp karşılamadığı kararlaştırılıyor; karşılayanlar belgelendiriliyor.

Bu tür belgeleri sırf duvarına asmak için alan işletmeler olduğu gibi bu özellikleri içselleştirenler ve kültürlerine yansıtmış olanlar daha iyi ürünlerin yanında daha iyi hizmet vererek daha yüksek standartta iş ve hizmet üretmiş oluyorlar. Böylece etkileşimde oldukları kullanıcılar ve müşterilerle aralarında daha sağlıklı bağlar kuruluyor. Marka değerleri artarken müşteri sadakatleri artıyor, çalışanları daha mutlu olabiliyor ve bunların tümü toplam bir pozitif değer zinciri yaratabiliyor.

Rekabete ve tüketime dayalı üretim ve hizmet anlayışının bugün önünde duran en büyük sorumluluk dünyanın içinde bulunduğu iklim krizini hafifletmek. Böyle bir çağda üretilen mallar, bu malların dolaşımı ve bunları üreten işletmelerin iş yapış biçimleri adına standartlar da farklılaşıyor.

Farklı konularda 22.000’den fazla standart hazırlamış İSO bugün ayda ortalama 100 kadar yeni standart yayımlıyor, 300’e yakın teknik komitesi ile dünya üzerindeki 200’e yakın üyesi ile birlikte aslında bizim gibi sıradan insanların hayatlarının kalitesi için kurallar belirlemeye devam ediyor. Elektrik kablolarının güvenliğinden yapıların çeşitli standartlarına kadar hemen her alanda alınması gereken bir belge var.

Bir açıdan bakınca, dünya üzerinde bu kadar güçlü ve etkili olan bir bağımsız kuruluş var mı bilmiyorum?

Yapısal alandaki ISO standartları, örneğin konstrüksiyondan taş işçiliğine, yangın, havalandırma, aydınlatma gibi özelliklere, betonun kalitesine, asansörlere, yönlendirme tabelalarından yapının enerji kullanımı ve sürdürülebilirlik özelliklerine, tasarım özelliklerine kadar pek çok kalite gereksinimini belirlemiş durumda. Bunların tümü alanında uzman teknik komitelerce belirlenmiş global standartlar olarak yayında. Günümüz koşullarında çevresel duyarlılıkla bir yapının karbon emiliminin standartlarını örneğin ISO21930 numaralı belgeden veya yangın ve alarm sistemlerine yönelik standartları ISO7240 numaralı belgeden takip edebilirsiniz. Binaların tasarım yaşamlarını, başka bir deyişle yapılan tasarımın kullanıcının yaşamına katıldıktan sonraki süreçlerin standartlarını ISO TC59/SC14 belgesi tanımlıyor.

1955 yılından bu yana ISO üyelerinden biri olan Türk Standartları Enstitüsü (TSE), 16 Ekim 1954 tarihinde kuruldu ve ilgili kanunlarla birlikte 1960 yılından bu yana ülke çapında standartları belirleyen bir kuruluş olarak hayatımıza girdi. O günlerden bu günlere ISO deneyimi ve çalışmaları ışığında okul defterlerinden mimari yapılara, sanayi teçhizatlarından eğitim programlarına dek yaşamımızda bizimle olan konuların standartlarını belirliyor.

Sevgili okuyucu, köşedeki mobilyacıya yaptırdığınız bir mobilyanın standardı yok ama örneğin aldığınız markalı bir ofis sandalyesinin ürün olarak kendisinin de onu üreten üreticinin de bir standart belgesi var. Çağımızda marka olan ve kendini ciddi gören her yatırımcı belirli standart belgelerine sahip olmanın gerekliliğinde hem fikir. Zaten özellikle uluslararası ticaret için örneğin EN (European Norm) veya CE (Conformité Européene) standartları mecburi olarak Avrupa’ya uygunluk kriterlerini zorunlu tutuyor.

Tüm bu teknik bilgeleri birer hatırlatma olarak kendime ve sizlere sunuyorum. Zira kanımca standart meselesi tasarlayandan, üretenden ve pazara sunandan daha çok bir tüketen/kullanan sorunu. Tasarımcı, üretici ve satıcı/sunucu global oyuncu olarak bu türden kalite arayışlarının içerisinde olsa da pazarı belirleyen her zaman tüketicinin tutumu. Standart özünde bir duyarlılık meselesi. Diğer yandan belgelerle birlikte global standartları tutturmak daha çok emek ve yatırımın yanında belirli kalitedeki malzemelerin, insan kaynağının, teknolojilerin kullanımını gerektiriyor. Bu piyasadaki sıradan bir mala veya hizmete göre daha fazla maliyet olarak yansıyabilir gibi görünse de aslında daha kaliteli, daha güvenli ve daha uzun ömürlü bir yaşam için galiba bu maliyetten ödün vermemek gerekiyor.

Sizlere bu satırları yazarken Bodrum’dayım. Bodrumlu esnaf sezonun ekonomik olarak geçmiş yıllara oranla çok düşük kapasitede geçiyor olmasından dertli. Bir söylentiye göre Türkiye’nin gözbebeği bu turizm beldesi bu yıl %60 performansla çalışıyor.

Burada bulunduğum süre içerisinde gerçekten de 380 TL bedelinde börek, 250-450 TL bandında lahmacun, 850 TL ortalama fiyatlarda başlangıç yemeği, 120-130 TL bandında çorba fiyatlarına tanık oldum. ÖTV ve KDV oranlarının, kamu hizmetlerindeki harçların inanılmaz ölçüde zamlandığı ve vergi yükünün omuzlarımızda iyice ağırlaştığı bu son derece tatsız ekonomik ortamda, düşündüğüm tek şey paha değil, kalite-paha dengesi oldu.  Hayat pahalılaştıkça, insanlardaki kalite ve uzun ömürlülük arayışı artış gösteriyor. Cebimizdeki para kıymetlendikçe aslında onu daha uzun ömürlü mallara ve daha iyi hizmete harcamak istiyoruz. Sanıyorum Bodrum’un kaybettiği yer burası.

Lahmacuun içine konulacak malzemenin standardının aranmayacağının açıklandığı günlerden geçtikten sonra karşılaştığımız bu yeni pahalılık furyasında, yaşam kalitemizi belirleyen kendimizden başkası olamaz. Bodrum esnafı yerli turistten çoktan vaz geçmiş, belini yabancı turiste bağlamıştı belki ancak, yabancı turistlerin nerede ise aynı ücretlere daha kaliteli yapılarda, daha eğitimli personellerle, çok daha iyi bir standardı örneğin İspanya’da alıyor olması, Bodrum’un belini kırdı. Yıllardır süren bu kalitesizliğe karşılık paha artışı ülkemizin kendi bindiği dalı kesmesinden başka bir şey değil. Yıllardır bu ülkeden Yunan adalarına kaçan yüzbinlerce yerli turistin de arayışı sadece minimum düzeyde iyi bir tatil standardı.

Bodrum vesile sizlere turizmden kap açtım ama standart meselesi oturduğumuz depreme dayanıklı yapıdan, satın aldığımız giysiye, kullandığımız beyaz eşyanın ergonomisine veya aldığımız aydınlatma armatürünün yangın çıkarmayacak kadar güvenilir olmasına dek uzanan bir konu. Hepimiz hayat standardımızın nasıl da ucuzlaştığının farkındayız değil mi?

Peki Türkiye’de şişirilen istatistiklere, yapılmayan denetimlere, uygulanmayan cezalara karşılık yaşam standartlarımızı, yani yediklerimizin sağlığını, bindiğimiz araçların güvenliğini, aldığımız sağlık hizmetlerinin güvenirliğini, kaldığımız turistik tesisin hizmet/fiyat performansını, ödediğimiz şampuanın kalitesini koruyacak?

Görünüyor ki tüketim tercihlerimizden başkası değil.

Sadece hamur ve soğan yemek için bu ekonomik krizde 400 TL harcayabiliyorsanız, ne ülkenin haline ne de işletmelerin şımarıklığına, kötü servisine söylenmeyin lütfen. Herkes kendi yaşam standardını belirliyor, siz de kendinizinkini belirleyin, kalitesiz malı, kötü hizmeti satın almayın yeter.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi