PEKİ TASARIMA NE OLDU?

Yaratıcılık, kelime olarak bile devletin sevdiği bir kavram değil çünkü muhafazakar inanış yaratıcılığı Allah’a mahsus görüyor. Tasarım denilince de “siyaseti dizayn” etmek anlaşılıyor, başka bir şey değil. Yerel yönetici heykel dikiyor, bina tasarlıyor ve yaptırıyor. İşin okulunda okumuş yeni üniversite mezunu genç insan ise iş değil,staj yapacak yer bile bulamıyor.

Türkiye’ye ne oluyorsa tasarıma da o oluyor.

Geçtiğimiz haftalarda art arda çeşitli üniversitelerde ve bir de tasarım oluşumunda gençlerle buluştum. Pandemi süresince yoğun bir biçimde çevrimiçi gerçekleşen bu buluşmaların nihayet yüz yüze gerçekleşmesinden mutluyum. Belki daha çok zaman alıyor ve çok daha yorucu oluyor ama gözlerdeki o ışıltıyı, parıltıyı ekrandan alamıyorsunuz. Gittiğim her ortamda gerek öğrencilerin gerekse daha yaşlı katılımcıların ilgisi, parıltısı, soruları bana sanki çok mühim işler başarmışım hissi verdi. Kuşkusuz insanın deneyimlerini paylaşması bir başarı değil; bana göre, yapılması gerekli bir rutin.

Antik çağlarda, yaşı kemale ermiş, becerikli, ağzı laf yapanlar bir tür öğretici görevi üstlenirlerdi. Sophist denilen bu öğretmenler bildiklerini topluluk içerisinde sözlü olarak aktarırlardı. Sofizm denilen felsefe akımı Türkçe’ye bilgicilik olarak çevrilmiş. TDK sofizmi tanımladığı “bilgicilik” kelimesinin anlamında

  1. Antik Yunan felsefesinde eleştiri akımı, sofizm.
  2. 2. Başkasını yanıltmak için doğru olmadığı bilinerek yapılan uslamlama ve çıkarsama, safsatacılık.

Tanımlarına yer vermiş. Sofistlerin kendi yargılarını ve düşüncelerini aktardıkları bilgilere katıyor olmaları öyle görünüyor ki onları zaman içerisinde safsatacı olarak da konumlamış bu tanıma göre.

Tüm bunlar ışığında kendimi gerek yazılı gerek sözlü paylaşımlarımda bir safsatacı ilan edebilirim o halde! Az çok bildiklerimi aktarırken kendi yorumlarımı eklemekten geri kalmıyorum çünkü. Geçmiş zamanlarda tasarım yarışmalarının jürilerinde bütün kopya edilen, esinlenilen ürünleri bilip ortala çıkardığım için işleri zorlaştırdığım ve hatta kimi zaman beni bu jürilere çağırmadıkları bile olmuştur. Bir keresinde tasarım ve mimarlık zirvesi (!) yapmaya gelen gençler, konuşmamı kayıt altına alıp – ki bunu önemle rica etmiştim- sonra özellikle tasarım eğitimi hakkında akademisyenlere ve eğitim ortamına fazlaca olumsuz eleştiri getirdiğim için bana bir türlü o kayıtları iletmediler; sonunda çok ısrar edince de “kayıt alamamışız bir teknik hata olmuş!” diyiverdiler; elbet yemedim bu safsatayı!

Akademik ortamın eleştirilmeyecek yanı mı var? Neresinden tutsak elimizde kalmıyor mu? Bu eleştirileri duymamak, sansürlemek işe yarıyor mu? O kurumlardan mezun olan gençler ortalama 5 yılda bir günlük yaşamamıza, iş ortamlarımıza karışınca tüm yetersizlikleri ortala çıkmıyor mu?

Aristo’ya göre eleştirilerden kurtulmanın yolu: “Hiçbir şey yapmamak, hiçbir şey söylememek, hiçbir şey olmamak” tan geçiyor. Türkiye’deki insanların pek çoğu tam da böyle.

PEKİ AKADEMİYE NE OLDU?

Tasarıma ne oldu sorusunun kökeni her zaman akademik ortama dayanıyor. Bu konuda ciddi bir araştırma yapabilecek zamanı kendimde bulamıyorum ama gözlemlerimi paylaşmak isterim.

Akademisyenler de günümüzde ikiye ayrılıyorlar bana göre.

Öncelikli olarak, bugünkü ortamda hala üreten, etik ve ahlaki duruşunu bozmadan akademik çalışmalarına odaklanmaya çalışan, son derece zorlu ekonomik koşullarda hala yayın takip etmeye, seyahat etmeye çalışan, kendini geliştirmek, akademik çalışmalarını sürdürerek ve yaymak için çoğu kez elini kendi cebine atmak durumunda kalan o onurlu, ilkeli akademisyen dostları selamlarım. Yeni bir ders açmanın imkansız olduğu, bürokrasinin örümcek ağlarını her yere yaydığı, baskıcı, ortalığı siyasi profillerin doldurduğu, çeşitli yararlı kürsülerin, oluşumların sürekli baltalandığı hatta kapatıldığı, binalara el konulduğu bugünün her alanda geri çekilmeye çalışılan ortamda, onların her biri bir kale burcudur.

Bu ilk gruptaki aydınlık insanlar, ellerindeki ışık bir mum bile olsa onunla çevrelerini aydınlatmaya gayret ediyor. Karanlık bastığında öğrencilerine kılavuzluk edip onları gün ışığına çıkartmanın yollarını arıyor.

Bu ülkede barış bildirisi imzaladıkları için gerek akademiden uzaklaştırılan ve anayasayı ihlal edecek biçimde ellerinden türlü hakları alınan KHK darbesine uğramış yüzlerce değerli akademisyen var.

Bu ülkede Boğaziçi Üniversitesi’ne tepeden atanmış bir rektör var ve buna karşı yaşanan tuhaf olayların ardından ilgili protestolar siz bu satırları okurken 511. gününü doldurmuş olacak. İşte ilk gruptaki akademisyenler bunlar bana göre.

Onlar konuşmanın, bir şey yapmanın ve varoluşun bile risk taşıdığı böyle bir ortamda, var olmaya çalışıyorlar.

Diğer gurupta ise gerek öğrencilik yıllarında gerekse sonradan atıldığı iş yaşamında bir baltaya sap olamamış olmalarına karşılık bir fırsat olarak gördükleri üniversite ortamında, getirdiği oldukça az kazanca karşılık bir kurumda “hoca” olmanın verdiği düzen ile yaşamlarına devam eden, böylece bir statü sahibi olarak günü dolduran, evden okula okuldan eve gidip mesailerini geçiren akademisyenler var. Kendilerine bir hayırları yokken gençlere nasıl olacak bilmek mümkün değil böylelerinin.

Üstelik koltukçular! Yani mevkilerini, rahatlarını bozacak her türlü tehdide karşı da kumpasçılar, çünkü ellerindeki en değerli “şey” o koltuk. Bu kesim örneğin gözlemlediğim kadarı ile henüz tanışmadıkları gençlere o yakınlığa erişmeden “sen” diye hitap ediyor, konuşmalar biraz üst tondan bilgiç bilgiç yapılıyor. Bu insanların tavırları sayesinde üniversite ortamı sanki lise eğitiminin bir uzantısına dönüşüyor. Gözlerim çok daha fena muameleler de gördü ama yazımın amacı bu değil, siz anladınız profili.

Bu ikinci gurubun sayısı hiç de az değil üstelik; dağda taşta, AVM’de, apartman katında açılan onlarca üniversite ile ortalıkta akademisyen olmayan kalmadı. Bu kişiler kendi yaşamlarının kalitesini bile arttırma becerikliliğine sahip olmadıklarından, ne eğitim verdikleri kurumun durumu, ne fiziki çevreleri, ne olup bitenler, ne öğrencilerinin kalitesi onları pek ilgilendirmiyor. Yaşayıp gidiyorlar.

Özel üniversitelerin, o okula paralı kabul ettikleri öğrencilerini (ve ailelerini) birer müşteri sınıfına koymaları, etrafı okul reklamları sardığında gazetelerde ve sosyal medyada konu oluyor. Günün sonunda herkes bu çarpık sistemin bir ucuna dokunuyor. Özel üniversiteye giden öğrencinin altında ezilen okul yönetiminin ezdiği akademisyenler var, bununla asla ilgilenmeyenler de. İşte Türkiye’de bir şeyler değişecekse, öğrencisinin oyuncağı olmayan akademisyenler tarafından değişecek çok açık ki.

Son derece zorlu olan bu ortamda tek bir insan bir ışıktır; tek bir insanın her şeyi değiştirme gücü var; belki pek çok ikinci gruptaki akademisyen bunu bilmiyor ama ben biliyorum, beni ve başkalarını, bir nefes olalım diye okullarına davet edenler de biliyorlar. Üstüme sofist pelerinini kimseye sormadan giydiğimden midir nedir, üniversitelerden bir davet geldiği zaman, ortamı bildiğim için koşa koşa gidiyorum bu yüzden.

Gerçekten de fark ediyor. Gençlerin açlığını, heyecanını, istekliliğini hissetmediğim tek bir buluşmam olmadı bu söyleşilerde. Bunların tümünü, siz bildiklerinizi anlatırken tek tek insanların gözlerinde görürsünüz. Kimileri kafaları ile onay vererek dinler sizi, kimileri küçük notlar alır. Benim en büyük test metodum konferans bittikten sonra etrafımı saranlardır. Konuşmalarımdan sonra azımsanmayacak bir süreyi bu etrafım saran gençlerle de geçiririm. İşte böyle böyle yaklaşık 200 üniversiteli ile buluştum sadece geçtiğimiz 10 gün içinde. Yorgunluğu bir yana, bana o istekli gençlerin umudu geçti; derimden içeri süzüldü. Düşünsenize tek bir tanesinin yaşamında bir ilham kaynağı olabilirsem ne mutlu bana. Onlar birkaç sene sonrasının anneleri, babaları ve her şeyden öte benim, sizin iş yapacağınız kişiler.

SİYASET TASARIMI KAHVALTIDA YER Mİ?

Bu söyleşilerden sonuncusu bir tasarım oluşumunda gerçekleşti. Farklı tasarım mesleklerinden gençler vardı, bir de Mimar Sinan Üniversitesi’nden bir akademisyen dinleyicilerin arasındaydı. Hocamız ile eğitimin sisteminin geçersiz kaldığı noktalar üzerinde konuşma fırsatımız oldu.

Durumun en acı yanı bu. Bugün Türkiye’de ister taksi sürücüsü ile ister akademisyenlerle görüşün, iyi gitmeyen, aksayan hemen her konuda uzlaşı sağlıyorsunuz.  Buna karşılık sandıktan çıkan sonuç değişmiyor.

Başka bir vesile KONDA tarafından yapılan (2018) ve iktidardaki parti olan AKP’nin seçmen profili araştırmasına göz attım. AKP seçmeninin %37’sini ev kadınları oluşturuyormuş. %27’sini işçiler oluşturuyor. Tüm seçmen profilinin %66’sı lise altı eğitim düzeyine sahip. Eğitim düzeyinden yakınan akademisyen ile, İTÜ’den birincilikle mezun olan ama yurt dışındaki çok iyi üniversitelerden yüksek lisans hakkı kazandığı halde hiçbir yerden destek veya burs bulamayan genç de böyle bir seçmen profilinin kararı ile bugünkü siyasi iklime mecbur bırakılıyor.

Tasarıma ne oldu? Sorusunun da ardında hemen her konu gibi siyasi iklim var çünkü, bunca siyasi iklimden dem vurmam bu sebepten. Burada yapacağım konuşma için günümüzde tasarımın etkilendiği faktörlerin bir anlık görüntüsünü çıkarabilmem gerekliydi. Ben de öyle yaptım; şimdi sizlerle paylaşıyorum.

AKP’nin iktidarda olduğu 20 yılda Türkiye’de endüstri kalmadı ki endüstri için tasarım kalsın. Yaptığım hızlı araştırmalar sonucu bu dönemde kapatılan endüstriyel ve bağlantılı işletmelerin, isimleri bende olmakla birlikte sadece sayılarını paylaşıyorum:

Liman, denizcilik, havayolu - 27 tesis

Kağıt sanayi - 11 tesis

Madencilik sektörü – 19 tesis

Et ve balık sanayi - 4 tesis, 11 mağaza, 23 büro

Bankacılık ve sigorta   7 işletme

Metal sanayi -12 tesis

Tarım ve gübre sanayi - 12 tesis

TEKEL’e ait 17 tesis

Tuz sanayi -10 tesis

Sümer Holding’e ait 21 işletme, tesis ve hisse

19 Şeker fabrikası

33 elektrik üretim ve sulama tesisi

Enerji - 5 tesis

Termik santraller -11 tesis

Turistik ve sosyal tesisler -14 tesis

İletişim ve komünikasyon -2 işletme

Çeşitli kurumlara ait 14 adet hisse satışı, devir ve kapanma da bu listede yerini alıyor. Bu listede yer alan kurumların bazıları öyle büyük ve önemli yerler ki, örneğin kağıt endüstrisi gibi, demir çelik veya alüminyum endüstrisi gibi endüstri ürünleri tasarımı mesleğinin çehresini değiştirilebilecek kadar güçlüler; nitekim yoklukları bugün olumsuz etkiler yaratıyor. Bu listede bulunan ve kültürel miras sayılarak korunması gerektiği halde kapatılan ve tüm birikimi çar-çur edilen Sümerbank veya Merinos gibi değerlerden söz etmiyorum bile. Meraklı okurlarım eski bir Sümerbank yazıma da göz atabilirler.

Bu dramatik tabloya karşılık Türkiye’nin teknoloji, savunma ve mobilya ihracatı gibi alanlarda geliştiği savunuluyor. Bu tür savlarla karşılaştığımda içimi daha da büyük bir acı kaplıyor. Türkiye’nin uzay çalışmaları, uçan arabalar, elektrikli veya otonom araçlar, robotlar, insansız hava araçları, yazılım ve oyun endüstrisinde üstlendiği roller, siyasilerin reklamını yaptığı için belki gelişimler olarak gösteriliyor ancak ben bunların tümünü çağın getirdiği, doğal bir gereksinim olarak görüyorum; üstelik her birinin perde arkası da reklamı yapıldığı gibi değil. Merak edenler, örneğin uçan araçlarla ilgili hazırladığım geçmiş bir yazıma da göz atabilirler. Dünyanın ilgili alanlarda bulunduğu duruma karşılık bizde reklamı yapılanların gerçeklerine baktığınız her defasında hüsran ile doluyorsunuz.

Bu girişimlerin tümünün çeşitli mühendislikler için istihdam yarattığı bir gerçek, hakkını verelim ancak hemen hemen hiçbiri yerel tasarım gücünü kullanan veya yücelten nitelikte değil. Aksine bu sözünü ettiğim çalışmaların büyük kısmında tasarım hazır alınmış durumda.

Yaratıcılık, kelime olarak bile devletin sevdiği bir kavram değil! Tasarım denilince de siyaseti dizayn etmek anlaşılıyor, başka bir şey değil. Yerel yönetici heykel dikiyor, bina tasarlıyor ve yaptırıyor, işin okulunda okumuş yeni üniversite mezunu genç insaniş değil staj yapacak yer bile bulamıyor.

Türkiye’de sadece kendi çabaları ve ekonomisi ile ayakta duran ve tasarıma dayalı sektörleri destekleyen ve sayıları iki elin parmaklarının hadi iki mislini geçmeyecek kadar şirket var. Zaten yeni mezun tasarımcıların, staj kapasitesinin, okul sonrası eğitimin, bursların, tasarım etkinliklerinin de tüm yükünü sadece bunlar çekiyor.

Devletin sadece bir şov alanı olarak gördüğü tasarım haftası organizasyonunun A’dan Z’ ye hiçbir yanının tasarım felsefesiyle, eğitiminin gerekleri ile ilgisi yok; ne yazık ki yıllardır düzenlenen bu gasp edilmiş organizasyona pek çok genç ve profesyonel “elde daha iyisi yok” diyerek katılmaya çalışıyor.

Türkiye’nin siyasi ikliminde yaratılan her ötekileştirme ve ikilik elbet yaratıcı alanlarda da var. Bu dualite geçtiğimiz dönemde pek çok siyesinin “Biz kendi bienalimizi de yaparız” söylemleri ile vücut bulurken, asıl emek verilen, desteklenmesi gereken kuruluşlar bir bir değersizleştirme ve itibarsızlaştırma stratejisine sokuldu.

Bienalin, vakfın, festivalin bir öylesi bir böylesi var artık!

Bugünkü ortamda, tam 32 yıldır seçmeni olduğum ülkenin muhalefeti için yapılabilecek en önemli eleştiri yine kendi seçmenleri tarafından “halka inememek” olarak yapılıyor. Bu lafı duyduğumda tüylerim diken diken oluyor. O seçmen ki, halkı “inilecek bir yer olarak görüyor. O seçmen zaten mümkün ise aman “onların” kuruluşlarına bulaşmasın, oralarda yer alınmasın, onların okullarında vakıflarında konuşulmasın derdinde. Kemal bey yıllardır yapılan bu eleştirilere kulak astığından olsa gerek sözde halkla bütünleşik protestolarda başı çekiyor.Kusura bakmasın hiç biri etkili değil; yaratıcı bile değil. İstenen gerçekten de bu mu bilmiyorum?

Bu ülkenin yaratıcı gençleri, burs bekliyor, imkan bekliyor, etkinlik yapacak mekan bekliyor, üretecekleri, ürettirebilecekleri tesis bekliyor İşte Ankara, İstanbul ve İzmir’de kazanılan yerel seçim zaferinin önemi burada. Metotlar eleştirilebilir ancak orada bir grup idealist insan yerel yönetimde, tüm baskılara karşı yaratıcı ortamların gelişmesi için kaybolmuş mekanları hayata geçiren işlere imza atıyorlar. Yaratıcılığın gelişeceği parkları hayatımıza sokuyorlar. Müzisyenlerle iş birliği yapıp konserler veriyor, iskelelerde kitapçılar açıyorlar. Vapurlarda son dönemde kahve içmek nasıl de keyifli hale geldi? O keyfin ardında da tasarım ve yaratıcılık var.

Hiç değilse yerel yönetimler bir nefes sağlıyor. Yaratıcılık özgürlük ister çünkü.

Siyasi iklimin dikte ettiği dualitede neden kendilerini şu yada bu şekilde bulmuş gençleri cezalandıralım? Bildiklerimizi neden onlardan esirgeyelim? Henüz yirmili yaşlarında olan ve başka bir Türkiye’yi bilmeyen bu gençlerin suçu ne? Buna kimsenin verecek cevabı olduğunu sanmıyorum.

Bu son buluşmamda kısaca bunlardan bahsettim ancak tabii çok da karamsar olmadım. Gençlere umudumuzu kaybetmemiz ve kendi çöplüğümüzün kralı olmaya bakmamız gerektiğini tembihledim. Çöplüğümüzün Türkiye ile sınırlı olmadığının tüm dünya hatta tüm evren olduğunun da altını çizdim.  Herkes çevresinin ona dayattığı gerçeklerden kurtulup kendi iç güdülerinin peşinde koşarsa, sanıyorum tek bir kişinin bile pek çok ortamı değiştirme gücü var; biz tasarımcılara oldukça özverili ve zahmetli eğitimimiz sırasında verilen en büyük kazanımım da budur bana göre. Biraz cesaret.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi