Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

Savaş Sadece Bir Buluştur*

İnsan icadı olan savaş, sadece meydandaki askerleri yaralanmaz. Savaş, ortak geçmişi, tarihi, güven duygusunu, aidiyet hissini, geleceğe dair umudu yaralar. Savaş mağdurları, sevdiklerinin kaybıyla birlikte, kim oldukları üzerinde etkisi olan tarihlerinin, kimliklerini yaşattıkları sosyal dünyalarının, değerlerini sürdürdükleri kültürlerin yok oluşuna şahit olurlar.

Ya toprak ne olacak? Eskiden üstünde yaşayanları beslemeye yeterken, şimdi yetmez olacak değil mi? Otlaklarımız, tarlalarımız bize yetmez olunca komşularımızınkini ele geçirmek isteyeceğiz. Onlar da bizim gibi zorunlu gerekler sınırını aşıp sonsuz bir mal edinme hırsına kapılmışsalar, bizim toprağımızı almak isteyecekler. Desene savaş başladı Glaukon? (Platon- Devlet)

Bazı hususlarda değişmiyoruz. Değişemiyor değiliz, değişmemeyi tercih ediyoruz. Geçmişini hatırlayabilen, geçmişini kayıt altına alabilen, hatalarını görme ve dönüştürme imkanı olan canlılar olmamıza rağmen, değişmiyoruz. Yerkürenin çeşitli köşelerinde dinmeyen ele geçirme arzusu, prestij kazanma isteği veya mülkiyet gibi her çeşit nedenden ve hiç nedenden savaşmaktan vazgeçmiyoruz. Bir savaşın ortaya çıkması için hem eksik belirlenmiş hem de aşırı belirlenmiş sınırlar var. Aslında, her an bir savaşın başlayabilmesi adına birçok koşul yeterli, lakin hiçbir koşul da yeterli değil. Oysa savaş anlık bir kavga değil, savaş anlık bir öfke sonucu ortaya çıkan saldırganlık ya da yıkıcılık değil. Savaş sosyal; diğer gruplardan insanları öldürmek için bir araya gelmiş gruplardan oluşan; anlık ve bireysel olmayan.  

Savaşlar insan doğası mı, tarihin doğası mı?

İnsanlık tarihi savaşlar tarihiyle dolu. Yeri, zamanı ve nedeni farklı gibi görünen, fakat temel motivasyonuna bakıldığında benzer sebeplerden doğmuş savaşlar çıkar karşımıza. Savaşların temel sebepleri içinde en belirgin olan bir grup insanın güçlerini ve zenginliklerini artırma arzusudur. Sınırlarına yeni toprak ilhak etmek, imparatorluk kurmak, başka toprak ve olanakları sömürgeleştirmek, potansiyel rakipleri ortadan kaldırmak, petrolün ya da değerli madenlerin kontrolünü almak, prestij sağlamak, geçmişte itibarını sarsandan intikam almak… Bakıldığında savaşlar devletlerin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu. Ancak bu insanın doğasından dolayı mı, yoksa tarihin doğasından mı?

Savaşın insan doğasında olup olmadığa dair çeşitli biyolojik açıklamalar mevcut. Bazı araştırmacılar insanı harekete geçiren biyolojik bir savaş içgüdüsü olduğunu öne sürüyorlar. Erkeklerin sahip oldukları yüksek testosteron seviyesinin saldırganlıkla olan ilişkisinden dolayı daimî savaşa hazır olduklarını savunuyorlar. Savaş, temel, rekabetçi, saldırgan insan doğamızın bir sonucu olabilir, diyorlar. Bu biyolojik açıklamanın doğrultusunda, insanlar kişisel nedenlerle tartışıp cinayet işleyebilirler, ancak her cinayet savaş değildir. Savaş için organize olunması, plan yapılması ve grupların bir araya gelmesi gerekir.

Avcı-toplayıcı gruplar savaşçı değildi

İnsanlık tarihi her ne kadar savaşlarla dolu gibi gözükse de antropolog Douglas Fry ve Partik Soderberg’ın avcı-toplayıcı gruplarda şiddet üzerine yaptıkları araştırmada bir grubun diğer gruba ölümcül saldırı sayısının oldukça nadir olduğunu, tespit edilen şiddete bağlı ölümlerin büyük çoğunlukla birebir çatışma ve aile kavgası sonucu olduğunu gösterdiler. Koşullar tarafından kışkırtılmış, arzuları baskın çıkmış, açlıkla burun buruna gelmiş ya da başka erkek tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan erkeklerin savaş için gerekli tüm çaresizlikleri olsa da sanıldığı kadar savaşın yaşanmadığı görülmüş. Güçlü olan diğer gücü elinde tutan ile mücadele içine girse de bu savaş değil, konumunu sağlamlaştıracak veya statü sağlayacak bir cesaret gösterisi olmuş. İlkel topluluklarda, gruplar tarafından diğer gruplara yönelik gerçekleştirilen eylemler savaş gibi organize değildi. Arkeolojik ve antropolojik bilgilerin de ışığında görülmeye başlanıyor ki varlığımızla birlikte geldiği sanılan içgüdüsel savaş dürtülerinin aksine ilk harp belirtileri milattan sonra 400 ile 700 arasında ortaya çıkıyor. Yani, yüksek seviyedeki ilkel ve biyolojik görülen grupları öldürme arzumuz aslında arkeolojik, antropolojik ve etnografya kanıtlarla çelişiyor. Savaş, ilkel sanılanın aksine insan ırkı geliştikçe icat edilmiş.

Savaşın travmatik sonuçları

            İnsan icadı olan savaş, sadece meydandaki askerleri yaralanmaz. Savaş ortak geçmişi, tarihi, güven duygusunu, aidiyet hissini, geleceğe dair umudu yaralar. Savaş mağdurları, sevdiklerinin kaybıyla birlikte, kim oldukları üzerinde etkisi olan tarihlerinin, kimliklerini yaşattıkları sosyal dünyalarının, değerlerini sürdürdükleri kültürlerin yok oluşuna şahit olurlar. Yok oluşa ortaklık grupları birbirine yakınlaştırabildiği gibi sosyal dokuya zararı hedeflediğinde alışılmış rollere alınan hasarların neden olduğu güvensizlik toplumu zayıflatabilir. Sosyal bağlamda ortaya çıkan acının yanında bireysel hasar savaşa maruz kalınan her an büyür. Savaşın fiziksel ve psikolojik stresi travmatik olabilir. Şiddetli korkunun, çevre, kültür ve sevdiklerin kaybıyla birleştiği yerde travma bahsetmemek pek mümkün olmayacaktır.  Yoğun stresin yaşandığı yerlerde evrensel tepki denilebilecek bir durum olmasa da; bireyler fiziksel olarak baş dönmesi, baş ağrısı, çeşitli uzuvlarda sebebi belirsiz rahatsız hissi ve ağrı veya yorgunluk hissedebilirler, ancak öznel belirtiler her bireyde kendine has yollarla ortaya çıkabilir. Travma belirtileri sadece savaş sırasında değil, tehdit unsuru ortadan kalktığında dahi canlı ve etkili kalabilir; yıllarca sürebilir ve hatta nesiller boyunca aktarılabilir.

            Savaş yerine başka sosyal davranış icat edilebilir(di)

            Savaşın uzun süreli etkilerini araştırılırken ve literatüre her geçen gün savaş psikolojisine dair yeni bilgilere eklenirken fark edebiliriz ki, savaştan vazgeçmeye niyetimiz yok. Evlilik, yemin töreni, bebek cinsiyeti öğrenme partisi, cenaze töreni gibi sosyal bir icat olan savaşı gündelik hayatımızın içinden çıkartmak için arayışımız bulunmamakta. Savaşın eski bir icat olması gerektiğini kabul etmiyor, eskiyenin yerine yenisi koymaya çalışmadığımız için savaşa dair alışkanlıklarımızı değiştiremiyoruz. Bunun yerine savaş sonrası etkilerin azaltılması, hasarların kapatılması, fiziksel ve psikolojik tedavilerin en iyi şekilde sunulmasını sağlamaya çalışıyoruz. Barış dönemlerinde(!) güçlü ordulardan bahsediyor, askeri anlaşmaları yeniyor ve savunma sanayini göz bebeğimiz olarak besliyoruz. İktidar ve ideolojilerimiz savaştan etkilenmiş, kayıp yaşamış insanlarla alakalı şekilleniyor. Hülasa, sözlerimiz barış için derken, eylemlerimiz savaş için diyor. Oysa insan eski icatlarını güncelleyebildiği, eksiklerini bulup, yeni buluşlara imza atabildiği gibi savaş yerine de yeni icatlar getirebilir. Sosyal varlık olan insan, savaşı eksik ve kusurlu bir icat olarak kabul ettiğinde yerine sosyal bir buluş sunabilir. Kültürel antropolog Margaret Mead’ın “Savaş sadece bir buluştur- Biyolojik bir gereklilik değildir.” makalesinde dediği gibi bir davranış biçimi ancak onun yerini başka bir şey aldığında modası geçmiş olur ve savaşı modası geçmiş hale getirecek davranış biçimleri icat etmek için öncelikle savaş yerine başka bir buluşun mümkün olduğuna inanmak bir gerekliliktir. Savaşı durdurmak için önce savaş yerine başka bir yolun/davranışın/çözümün bulunabileceğine inanç muktezadır.

* Mead, M. (2019). 12.1. War Is Only an Invention—Not a Biological Necessity. In R. González, H. Gusterson & G. Houtman (Ed.), Militarization: A Reader (pp. 336-339). New York, USA: Duke University Press.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi